28 Aralık 2008 Pazar
08’in son yazısı :“ÇILGIN İHTİYARLAR” DAN DERS ve "SAVAŞ VE BARIŞ" A DAİR
08’in son yazısı :
“ÇILGIN İHTİYARLAR” DAN DERS
ve
“SAVAŞ VE BARIŞ”A DAİR…
Bugün 28 Aralık 08… Bu gazetede 31 Aralık’ta yayınlanacak olan 08’in son yazısını yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda karmakarışık duygular içindeyim…
08’in son yazısının 09’a umut ve neşe taşıması için “neşeli bir yazı” olmasını günler öncesinden kafamda tasarlamıştım. Özellikle de 24 Aralık günü Ankara’da TBMM önünde kar altında eylem yapan “Çılgın İhtiyarlar” ı anlatacaktım…
Ama halkın deyimiyle her zaman “evdeki hesap çarşıya uymuyor…” Önce tüm hafta boyunca gazetelerin üçüncü sayfalarındaki “vahşet” haberleri… 11 yaşındaki çocuğu elektrikli testere ile kesip yakan canilerden, üç yaşındaki çocuğunu öldüren annelere kadar insanın kanını donduran haberler…
Şaibeli seçim listeleri ile 29 Mart’ta yapılacak yerel seçim öncesi siyasi partilerin “açılım” ve liderlerin “aday açıklama” şovlarından, yargı organlarının tepesindeki kavgadan, TBMM’deki yumruklara kadar iç karartan haberler…
Maraş Katliamı’nın 30. yılında TRT’den gelen ve bu kadarına da pes artık dedirten bir haber. Bu katliamın göstermelik davasında bir numaralı sanık olarak yargılanan ve sonrasında milletvekili bile olan katilin 30 yıl sonra olayı çarpıtmak adına sorumlu olarak Hrant Dink’i göstermesi sadece “rezalet” tanımı ile geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.
İnsanı yılın bu son günlerinde karamsarlığa sürükleyen bu haberler yetmiyormuş gibi, dün katil İsrail’in Gazze’de bomba ve füzelerle ilk haberlere göre 225 Filistinliyi katlettiği haberleri geldi. Bugünkü gazetelerde o katliamın fotoğrafları var. Ortadoğu’da emperyalist ABD’nin korumasındaki katil İsrail devleti yıllardır Filistin’de sürdürdüğü katliamlarında dün yeni bir sayfa açtı. Bunun adı savaş veya savunma olamaz. İsrail’in bu Filistinli katliamı hiçbir gerekçeyle de savunulamaz. Savaşlarda bile yüzlerce masum sivilin öldürülmesinin yeri yoktur. İsrail’in bu insanlık dışı katliamına bazı devletler göstermelik de olsa tepki gösterirken ABD’den çıt yok… Çünkü aynı tür katliamları yıllardır Irak’ta sürdüren en büyük katil ABD ne diyebilir ki…Sadece katil İsrail’i alkışlar…
27 Aralık günü Gazze ’ de 225 Filistinliyi katleden katil İsrail devletinin başbakanı Olmert bu katliamdan 5 gün önce yani 22 Aralık günü Ankara’da idi. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’la saatlerce görüştü… Katil devletin başbakanı 5 gün önce Ankara’da bizimkilerle ne görüştü ? Kim kiminle neden dans ediyor ? Bu soruların gerçekçi yanıtlarını kimden ve nasıl öğreneceğiz ?
Savaşın temel kaynağı kapitalizmdir. Bugünlerde küresel kriz yaşayan kapitalizmin bu krizin faturasını emekçi sınıflara ve yoksul ülke insanlarından çıkarmak istemesi tarihsel gerekliliğin bir sonucudur. Savaş makinesi canavar kapitalist ve emperyalist sisteme karşı inadına barışı savunmak için dünya barış güçlerinin de kitlesel barış eylemlerini yoğunlaştırması gerekir. Gelecek yılın da temel gündem maddelerinden biri nettir. Savaşa karşı barış mücadelesi…
Kanlı savaşı şimdilik bir kenara bırakıp bir başka mücadeleye dikkatinizi çekmek istiyorum.
24 Aralık Çarşamba günü karlı bir Ankara gününde TBMM’nin önünde dondurucu soğuğa karşı battaniyelerine sarılmış iki insan sandalyelerinde oturuyor. Yanlarında iki pankart var :
“ ŞEHİT KANLARI İLE SULANMIŞ VATAN TOPRAĞINI SATAMAZSINIZ – ÇILGIN İHTİYARLAR “
“ TARIM ALANLARI SATILAMAZ – ÇILGIN İHTİYARLAR “
Kim bu “ÇILGIN İHTİYARLAR” ?
Biri 83 yaşındaki Tema Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin KARACA… Diğeri 94 yaşındaki Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ…
Bu çılgın ihtiyarlardan Hayrettin KARACA bakın ne diyor…
Bize ‘çılgın ihtiyarlar’ diyebilirsiniz. Soğukta oturacağız, bu ülkeyi seviyoruz. Gençlerimiz gelecekte aç kalacak. Biz toprak olacağız ama ortada vatan toprağı kalmayacak”
Çılgın İhtiyarlar’ın bu yaşta bu ülke toprakları için yaptığı ders gibi bu eylemle vermek istedikleri mesajı kim anladı dersiniz ? Örneğin o TBMM’deki siyasi partilerin 550 milletvekili, hükümeti, muhalefeti anladı mı ? Ya da bu haberi bile magazinleştiren ulusal medya anladı mı acaba ? Ya da görsel ve yazılı basında kısacık yer alan bu haberi izleyen yurttaşlarımızdan kaç kişi ve ne anladı ?
Medya organları 08’de yılın adamı, yılın olayı gibi haberler yayınlıyorlar.
Bana göre dünyada yılın adamı ABD Başkanı Bush’a ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci… Avrupa’da Yunanistanlı gençler… Türkiye’de ise bizim “Çılgın İhtiyarlar”…
Görünen tablo karamsar ama her şeye karşın yarın başlayacak yeni yılda herkese sağlık, başarı ve mutluluklar dilerim.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 31 ARALIK 08
22 Aralık 2008 Pazartesi
52.HAFTA
52.HAFTA
Yılın bu son haftasında eskiterek tarihin tozlu raflarına göndermeye hazırlandığımız 08 yılının kısa bir değerlendirmesini yapmak istedim. Önce bu yazıyı yazdığım gün yılın en uzun gecesini yaşamaya hazırlanıyoruz. Yarın da en kısa günü yaşadıktan sonra geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlayacak…
Bugünün tarihi belli başlı takvimlerde farklı gösteriliyor. “ Miladi Takvim “ e göre ; 21 Aralık 08 , “Hicri Takvim “ e göre 23 Zil-Hicce 1429, “Rumi Takvim “ e göre 8 Kanun-i Evvel 1424… Konuyu uzatmamak için bir zamanlar Türklerin de kullandığı 12 Hayvanlı Çin Takvimi’nden ve Celali Takvimi’nden hiç söz etmeyeyim.
08 yılının geride kalan 51 haftasında gelecek yıllarda anımsayacağınız dünya ve Türkiye olayları size göre hangileridir bilemem ama benim aklımda kalanlar şunlar olacak…
Öncelikle kapitalizmin küresel krizi…Bu konudaki düşüncelerimi daha önce yazdım. Başbakana göre tüm dünyayı derinden etkileyen bu kriz bizim ülkemizi etkilemeyecek teğet geçecekti… Eğer krizin teğet geçmesi buysa etkilemesi nasıl olurdu acaba ? Dün (yani 20 Aralık günü) Bursa’da her konuya değinen Başbakan ülkemizde krizden en çok etkilenen Bursa’da krizden ve işsizlikten hiç söz etmedi. Bursa’da tekstil sektöründe geçtiğimiz aylarda işsiz kalan binlere geçen hafta otomobil sektöründen de binlerce işsiz katıldı. Ama bunlar Başbakanımızın derdi değil… Onun derdi yerel seçimleri kazanmak için bedava dağıttığı kara kömürün hava kirliliği yarattığını yazan gazeteler… Kapitalizmin 08’deki küresel krizinin asıl etkileri gelecek yıl ortaya çıkacak…
Bence 08 yılının en önemli olaylarından biri de 6 Aralık günü Atina’da çocuk denecek yaşta bir gencin polis tarafından öldürülmesi ile başlayan ve Yunanistan’da tüm muhalefetin katılımıyla bütün kentlere yayılan olaylardı. Bizim ulusal basının birkaç istisna dışında derinlemesine hiçbir analiz yapmadan anarşik eylem diye geçiştirdiği ama tüm AB üyesi ülkelerin ciddiye aldığı ve yayılmasından korktukları olaylara sokaktaki insanların tepkisi de farklıydı…
Bizde her yıl onlarca insanın (30-40 dolaylarında) polis kurşunuyla, ya da karakollarda işkencede ölmesi, polisin her toplumsal olayda “orantısız güç kullanması” kanıksandığından ve de hiç tepki görmediğinden sokaktan “ ne olmuş canım 16 yaşında bir çocuk öldüyse…” diyen yorumlar vardı. Yunanistan’daki bu son olayların çok farklı nedenleri olduğu kadar demokrasinin işleyişi, toplumsal tepki açısından örnek alınacak yönleri de vardı…
Türkiye’de 08’in önemli siyasal ve toplumsal olaylardan biri de devam eden operasyonları ve davası ile “Ergenekon” olayı idi. Gelecek yıl da bu davayı izlemeye devam edeceğiz. Bir başka dava ise Almanya’da görüldü bitti. Hatta neredeyse unutuldu. Deniz Feneri davası… Hırsızlar “bizden” olunca sorun yok. İlginç gelişmeleri ile izlemeye devam ettiğimiz bir dava da “Hrant Dink Davası”… Yasal nedenlerle bu davaların ayrıntılarına girmiyorum.
29 Mart 09 tarihinde yapılacak yerel seçimlerin hazırlıkları, şovları 08’in son aylarında hızlandı. Sokaklarda kara kömür dağıtan kamyonlardan geçilmiyor. Seçmen listelerine bir yıl içinde “6 milyon seçmen” in nasıl ve neden eklendiğini kimse açıklayamıyor… Ya 22 Temmuz seçmen listeleri eksik ve yanlıştı… Ya da 29 Mart seçmen listeleri fazla ve yanlış… Sonuç olarak seçmen listeleri “şaibeli” olan seçimlerin “şaibesiz” olması mümkün mü ? Bu seçimlerle ilgili olarak partilerimiz çeşitli “açılımlar” yapıyorlar. AKP’nin “ alevi ve kürt açılımı”, MHP’nin “alevi açılımı”, ve CHP’nin “kara çarşaf açılımı” ndan sonra AKP’nin Edirne’de “ rakı açılımı” da geldi. Açılım yapmayan tek parti DTP… Onlar da yakında bir “ Türk” açılımı yaparlarsa şaşırmayın… Bu arada adayların şovları devam ediyor… Ankara’da Melih Gökçek mi balonları patlatıyor yoksa kendisinin balonu mu patladı, yanıtı bu hafta belli olacak…
Yılın bu son haftasının en keyifli haberi ise emekli paşaların şiirli içki atışmaları idi… İşte o dizeler…
"Bir lafa bakarım laf mı diye / Bir de söyleyene bakarım adam mı diye"
(Hilmi Özkök – Mevlana)
"Áyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde"
( İlhami Erdil – Ziya Paşa)
08’in son haftasında bir başka tartışma da “ özür dileme – özür dilememe” tartışması… Bu konuda yazılacak söylenecek çok şey var. Ama bu yazının ve gazetenin sınırlarını aştığı için giremiyorum. Ama ben bu olaylara “ hain / inkarcı” ikileminden farklı bakıyorum. Şimdilik Sezen Aksu’nun 15 yıl önceki bir şarkısının sözlerini aktarayım…
“Eller günahkar
Diller günahkar
Bir çağ yangını bu
Bütün dünya günahkar
Masum değiliz hiçbirimiz
1993- Söz : Sezen AKSU”
08’in 52.haftasından düşünce kırıntıları bunlar.”Gelen gideni aratır.” deyişi gibi 09’ da belki 08’i aratacak ama siz yine de umudu yitirmeyin. Çünkü umutsuz yaşanmıyor… Son umut belki de bir piyango biletidir. Ben de henüz almadım ama bu hafta içinde almayı düşünüyorum. 1966 yılında bir radyo programında Şevket Rado’nun bana öğütü şuydu… “Çalışmak esastır ama şans kapısını da açık bırakmak gerek ! “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 ARALIK 08
Yılın bu son haftasında eskiterek tarihin tozlu raflarına göndermeye hazırlandığımız 08 yılının kısa bir değerlendirmesini yapmak istedim. Önce bu yazıyı yazdığım gün yılın en uzun gecesini yaşamaya hazırlanıyoruz. Yarın da en kısa günü yaşadıktan sonra geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlayacak…
Bugünün tarihi belli başlı takvimlerde farklı gösteriliyor. “ Miladi Takvim “ e göre ; 21 Aralık 08 , “Hicri Takvim “ e göre 23 Zil-Hicce 1429, “Rumi Takvim “ e göre 8 Kanun-i Evvel 1424… Konuyu uzatmamak için bir zamanlar Türklerin de kullandığı 12 Hayvanlı Çin Takvimi’nden ve Celali Takvimi’nden hiç söz etmeyeyim.
08 yılının geride kalan 51 haftasında gelecek yıllarda anımsayacağınız dünya ve Türkiye olayları size göre hangileridir bilemem ama benim aklımda kalanlar şunlar olacak…
Öncelikle kapitalizmin küresel krizi…Bu konudaki düşüncelerimi daha önce yazdım. Başbakana göre tüm dünyayı derinden etkileyen bu kriz bizim ülkemizi etkilemeyecek teğet geçecekti… Eğer krizin teğet geçmesi buysa etkilemesi nasıl olurdu acaba ? Dün (yani 20 Aralık günü) Bursa’da her konuya değinen Başbakan ülkemizde krizden en çok etkilenen Bursa’da krizden ve işsizlikten hiç söz etmedi. Bursa’da tekstil sektöründe geçtiğimiz aylarda işsiz kalan binlere geçen hafta otomobil sektöründen de binlerce işsiz katıldı. Ama bunlar Başbakanımızın derdi değil… Onun derdi yerel seçimleri kazanmak için bedava dağıttığı kara kömürün hava kirliliği yarattığını yazan gazeteler… Kapitalizmin 08’deki küresel krizinin asıl etkileri gelecek yıl ortaya çıkacak…
Bence 08 yılının en önemli olaylarından biri de 6 Aralık günü Atina’da çocuk denecek yaşta bir gencin polis tarafından öldürülmesi ile başlayan ve Yunanistan’da tüm muhalefetin katılımıyla bütün kentlere yayılan olaylardı. Bizim ulusal basının birkaç istisna dışında derinlemesine hiçbir analiz yapmadan anarşik eylem diye geçiştirdiği ama tüm AB üyesi ülkelerin ciddiye aldığı ve yayılmasından korktukları olaylara sokaktaki insanların tepkisi de farklıydı…
Bizde her yıl onlarca insanın (30-40 dolaylarında) polis kurşunuyla, ya da karakollarda işkencede ölmesi, polisin her toplumsal olayda “orantısız güç kullanması” kanıksandığından ve de hiç tepki görmediğinden sokaktan “ ne olmuş canım 16 yaşında bir çocuk öldüyse…” diyen yorumlar vardı. Yunanistan’daki bu son olayların çok farklı nedenleri olduğu kadar demokrasinin işleyişi, toplumsal tepki açısından örnek alınacak yönleri de vardı…
Türkiye’de 08’in önemli siyasal ve toplumsal olaylardan biri de devam eden operasyonları ve davası ile “Ergenekon” olayı idi. Gelecek yıl da bu davayı izlemeye devam edeceğiz. Bir başka dava ise Almanya’da görüldü bitti. Hatta neredeyse unutuldu. Deniz Feneri davası… Hırsızlar “bizden” olunca sorun yok. İlginç gelişmeleri ile izlemeye devam ettiğimiz bir dava da “Hrant Dink Davası”… Yasal nedenlerle bu davaların ayrıntılarına girmiyorum.
29 Mart 09 tarihinde yapılacak yerel seçimlerin hazırlıkları, şovları 08’in son aylarında hızlandı. Sokaklarda kara kömür dağıtan kamyonlardan geçilmiyor. Seçmen listelerine bir yıl içinde “6 milyon seçmen” in nasıl ve neden eklendiğini kimse açıklayamıyor… Ya 22 Temmuz seçmen listeleri eksik ve yanlıştı… Ya da 29 Mart seçmen listeleri fazla ve yanlış… Sonuç olarak seçmen listeleri “şaibeli” olan seçimlerin “şaibesiz” olması mümkün mü ? Bu seçimlerle ilgili olarak partilerimiz çeşitli “açılımlar” yapıyorlar. AKP’nin “ alevi ve kürt açılımı”, MHP’nin “alevi açılımı”, ve CHP’nin “kara çarşaf açılımı” ndan sonra AKP’nin Edirne’de “ rakı açılımı” da geldi. Açılım yapmayan tek parti DTP… Onlar da yakında bir “ Türk” açılımı yaparlarsa şaşırmayın… Bu arada adayların şovları devam ediyor… Ankara’da Melih Gökçek mi balonları patlatıyor yoksa kendisinin balonu mu patladı, yanıtı bu hafta belli olacak…
Yılın bu son haftasının en keyifli haberi ise emekli paşaların şiirli içki atışmaları idi… İşte o dizeler…
"Bir lafa bakarım laf mı diye / Bir de söyleyene bakarım adam mı diye"
(Hilmi Özkök – Mevlana)
"Áyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde"
( İlhami Erdil – Ziya Paşa)
08’in son haftasında bir başka tartışma da “ özür dileme – özür dilememe” tartışması… Bu konuda yazılacak söylenecek çok şey var. Ama bu yazının ve gazetenin sınırlarını aştığı için giremiyorum. Ama ben bu olaylara “ hain / inkarcı” ikileminden farklı bakıyorum. Şimdilik Sezen Aksu’nun 15 yıl önceki bir şarkısının sözlerini aktarayım…
“Eller günahkar
Diller günahkar
Bir çağ yangını bu
Bütün dünya günahkar
Masum değiliz hiçbirimiz
1993- Söz : Sezen AKSU”
08’in 52.haftasından düşünce kırıntıları bunlar.”Gelen gideni aratır.” deyişi gibi 09’ da belki 08’i aratacak ama siz yine de umudu yitirmeyin. Çünkü umutsuz yaşanmıyor… Son umut belki de bir piyango biletidir. Ben de henüz almadım ama bu hafta içinde almayı düşünüyorum. 1966 yılında bir radyo programında Şevket Rado’nun bana öğütü şuydu… “Çalışmak esastır ama şans kapısını da açık bırakmak gerek ! “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 ARALIK 08
14 Aralık 2008 Pazar
İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne…“ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ”
İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne…
“ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ”
12 Kasım 08 tarihli “İZNİK VE GOLF” başlıklı yazımda sözünü etmiştim.
“Bu arada iki hafta önce sözünü ettiğim Müşküleli Fevzi KAVUK’un yaşamının anlatıldığı “Çınarlı Köyün Muhtarı” kitabını okumayı bitirdim. Şimdi İznikli tarihçi araştırmacı dostum Recep BOZKURT’un İznik Mavi Çini yayını olarak çıkan “İZNİK Dün-Bugün-Yarın I ” kitabını okuyorum. Bir fırsatını bulduğumda bu iki kitapla ilgili de yazmak istiyorum.”
İznikli tarihçi, araştırmacı, yazar ve dostum Recep BOZKURT ’un büyük çoğunluğu 93 – 94 ve 95 yıllarında İznik DOĞUŞ Gazetesi’nde, bölge ve ulusal basında yayınlanmış yazılarından oluşan kitabını geçtiğimiz bayram tatilinden de yararlanarak bazı yazıları tekrar ve büyük bir keyifle okudum. Recep Hocam 15 yıl önceki İznik’le ilgili yazılarına kitabı hazırladığı 07 yılına ait notlar da düşmüş.
Recep BOZKURT ’u İzniklilere anlatacak değilim. Kendisi inanılmaz derecede bir İznik sevdalısıdır. Onun İznik sevdası bazılarınınki gibi sözde değil özde bir İznik sevdasıdır. Yüreğini, bilgisini, zamanını, emeğini İznik için karşılıksız ortaya koyar. Bunu yazdığı tüm kitaplarında ve yazılarında görürsünüz.
Onun İznik sevdasını biz dostları, İznikliler bilir de İznik yerel yönetimi asla bilmez. Örneğin Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ bu İznik sevdalısı İznikli araştırmacı ve yazar Recep BOZKURT ’la ne makamında ne de başka hiçbir yerde oturup 10 dakika İznik için konuşmamıştır. Onunla bir kahve bile içmemiştir… Neden bu kadar kesin konuşuyor ve yazıyorum ?
Çünkü aynı şey benim için de geçerli… Ben biraz daha şanslıyım. 05 yılında bu gazetede yayınladığım açık bir çağrı sonucu kendisiyle göl kenarında bir saat yürüyüş yaparak konuşabilmiştim. Hepsi o kadar.
İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ ; Recep BOZKURT ’u da Hüseyin AY ’ı da sevmez, bizlerin yazılarını okumaz… Aslına bakarsanız bizim de onun sevgisine, ilgisine hiç gereksinmemiz olmadığı gibi yazılarımızı okuyup okumaması da hiç umurumuzda değil…
İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ ; Görev yaptığı son 5 yıl içinde İznik’te kültür ve sanat adına hiç bir iş yapmamıştır. Kültür ve sanat anlayışı ramazanlarda “iftar çadırı” açmak ve “ ilahi dinlemek” ten ibaret olan Başkanın hakkını da yemeyelim. Onun yaptırdığı golf sahasında yetişecek İznikli golf şampiyonlarının başarılarını hayal etmek bile güzel değil mi ?
“İZNİK Dün – Bugün – Yarın I “ adını taşıyan bir kitabın basımını normal koşullarda İznik Belediyesi tarafından üstlenilmeliydi. İznik Belediyesi İznik’le ilgili bir kitabın basımını üstlenmedi ama kitap yine de okuyucuyla buluştu. Kimin sayesinde ? İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi sayesinde…
Bu kitabı yayınlayan İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi
( http://www.iznikmavicini.com/ ) kitabın tanıtımı için 29 Kasım 08 tarihinde İznik Süleyman Paşa Medresesi Çiniciler Çarşısı’nda bir imza günü düzenledi. İznik Mavi Çini ortaklarından Sevgili Mahmut ÇALIŞKAN beni de haberdar etti ama o etkinliğe katılamadım. Kırgızistan Kültür Bakanı’nın da tesadüfen katıldığı bu etkinliğin haberlerini yerel basından okudum.
Duyduğuma göre ; Bu imza gününde konuk bakanın yanında bulunan İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ, beş yıldır beş dakika bile konuşmadığı, sokakta görse bir selam bile vermediği yazarımız hakkında öyle sözler söylemiş ki duyanlar kulaklarına inanamamış… Ben de inanamadım.
Sevgili Dostum Recep BOZKURT ’un affına sığınarak bu kitap tanıtım yazısında kitabın içindeki yazılardan ziyade kitabı basan İznik Mavi Çini’nin bu kitabı basmakla İznik kültürüne yaptığı katkıyı öne çıkarmak istedim…
İznik Belediyesi’nin yapamadığını yapan İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi ortaklarını ve çalışanlarını özellikle kutlamak istiyorum.
Son yıllarda uzun bir emek sonucu ürettikleri yeni İznik çinilerini ülkemizde ve dünyada çeşitli fuarlara katılarak İznik’i tanıtmada önemli işler yapan İznik Mavi Çini geçen yıl da Bursa’nın ünlü ressamı İbrahim BALABAN resimlerini İznik çinisi ile buluşturarak kültür ve sanata katkı sağlamıştı. İznik Mavi Çini bu yıl da Recep BOZKURT Hocamızın “İZNİK Dün – Bugün – Yarın I “ kitabının basımını üstlenmekle İznik kültür ve sanatına çok büyük bir katkıda bulunmuştur.
Kitabın sunuş yazısından bir bölümü hem İznikli okurlarımla hem de internet ortamındaki okurlarımla paylaşmak istiyorum…
“İznik Mavi Çini Atölyesi olarak tarih bilincimiz ve kültürel birikimimizle, gelecek kuşaklara sanatçılarıyla övünebilecek eserler bırakmak en büyük heyecanımız ve hayalimizdir.
İşte tüm bu nedenlerle, araştırmacı yazar Recep Bozkurt’un belgelere ve gözlemlere dayanarak hazırladığı “İZNİK : Dün – Bugün – Yarın “ adlı eserini yayınlıyoruz.
Değerli hocamızın yaptığı bu çalışmanın dünümüzü, bugünümüzü ve geleceğimizi ışıklandıracağına, kültür hayatımıza önemli katkılar sağlayacağına inanıyoruz.
Büyük düşünür Mevlana’nın, “ İnsan her yerde bırakmalı bir eser, eser bırakmayanın yerinde yeller eser…” ve bilge halkımızın söylediği, “ Söz uçar, yazı kalır…” anlayışı doğrultusunda, güzel İznik’imizin 7200 yıllık görkemli tarihini dile getiren bu kitabı sizlere sunmaktan mutluluk duymaktayız.
Yazarımızın diğer eserlerinde de buluşmak dileğiyle….
İznik Mavi Çini ve Seramik Atölyesi
Mahmut Çalışkan
Serap Şakar Ereyli
İsmail Kaya “
İznik için yazdıklarından dolayı sevgili dostum Recep BOZKURT ’a
teşekkür ediyorum. Bu kitabı İznik kültürüne kazandırdıkları için de İznik Mavi Çini ve Seramik Atölyesi ortakları ve çalışanlarını da yürekten kutluyorum.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 ARALIK 08
“ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ”
12 Kasım 08 tarihli “İZNİK VE GOLF” başlıklı yazımda sözünü etmiştim.
“Bu arada iki hafta önce sözünü ettiğim Müşküleli Fevzi KAVUK’un yaşamının anlatıldığı “Çınarlı Köyün Muhtarı” kitabını okumayı bitirdim. Şimdi İznikli tarihçi araştırmacı dostum Recep BOZKURT’un İznik Mavi Çini yayını olarak çıkan “İZNİK Dün-Bugün-Yarın I ” kitabını okuyorum. Bir fırsatını bulduğumda bu iki kitapla ilgili de yazmak istiyorum.”
İznikli tarihçi, araştırmacı, yazar ve dostum Recep BOZKURT ’un büyük çoğunluğu 93 – 94 ve 95 yıllarında İznik DOĞUŞ Gazetesi’nde, bölge ve ulusal basında yayınlanmış yazılarından oluşan kitabını geçtiğimiz bayram tatilinden de yararlanarak bazı yazıları tekrar ve büyük bir keyifle okudum. Recep Hocam 15 yıl önceki İznik’le ilgili yazılarına kitabı hazırladığı 07 yılına ait notlar da düşmüş.
Recep BOZKURT ’u İzniklilere anlatacak değilim. Kendisi inanılmaz derecede bir İznik sevdalısıdır. Onun İznik sevdası bazılarınınki gibi sözde değil özde bir İznik sevdasıdır. Yüreğini, bilgisini, zamanını, emeğini İznik için karşılıksız ortaya koyar. Bunu yazdığı tüm kitaplarında ve yazılarında görürsünüz.
Onun İznik sevdasını biz dostları, İznikliler bilir de İznik yerel yönetimi asla bilmez. Örneğin Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ bu İznik sevdalısı İznikli araştırmacı ve yazar Recep BOZKURT ’la ne makamında ne de başka hiçbir yerde oturup 10 dakika İznik için konuşmamıştır. Onunla bir kahve bile içmemiştir… Neden bu kadar kesin konuşuyor ve yazıyorum ?
Çünkü aynı şey benim için de geçerli… Ben biraz daha şanslıyım. 05 yılında bu gazetede yayınladığım açık bir çağrı sonucu kendisiyle göl kenarında bir saat yürüyüş yaparak konuşabilmiştim. Hepsi o kadar.
İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ ; Recep BOZKURT ’u da Hüseyin AY ’ı da sevmez, bizlerin yazılarını okumaz… Aslına bakarsanız bizim de onun sevgisine, ilgisine hiç gereksinmemiz olmadığı gibi yazılarımızı okuyup okumaması da hiç umurumuzda değil…
İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ ; Görev yaptığı son 5 yıl içinde İznik’te kültür ve sanat adına hiç bir iş yapmamıştır. Kültür ve sanat anlayışı ramazanlarda “iftar çadırı” açmak ve “ ilahi dinlemek” ten ibaret olan Başkanın hakkını da yemeyelim. Onun yaptırdığı golf sahasında yetişecek İznikli golf şampiyonlarının başarılarını hayal etmek bile güzel değil mi ?
“İZNİK Dün – Bugün – Yarın I “ adını taşıyan bir kitabın basımını normal koşullarda İznik Belediyesi tarafından üstlenilmeliydi. İznik Belediyesi İznik’le ilgili bir kitabın basımını üstlenmedi ama kitap yine de okuyucuyla buluştu. Kimin sayesinde ? İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi sayesinde…
Bu kitabı yayınlayan İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi
( http://www.iznikmavicini.com/ ) kitabın tanıtımı için 29 Kasım 08 tarihinde İznik Süleyman Paşa Medresesi Çiniciler Çarşısı’nda bir imza günü düzenledi. İznik Mavi Çini ortaklarından Sevgili Mahmut ÇALIŞKAN beni de haberdar etti ama o etkinliğe katılamadım. Kırgızistan Kültür Bakanı’nın da tesadüfen katıldığı bu etkinliğin haberlerini yerel basından okudum.
Duyduğuma göre ; Bu imza gününde konuk bakanın yanında bulunan İznik Belediye Başkanı Kadri ERYILMAZ, beş yıldır beş dakika bile konuşmadığı, sokakta görse bir selam bile vermediği yazarımız hakkında öyle sözler söylemiş ki duyanlar kulaklarına inanamamış… Ben de inanamadım.
Sevgili Dostum Recep BOZKURT ’un affına sığınarak bu kitap tanıtım yazısında kitabın içindeki yazılardan ziyade kitabı basan İznik Mavi Çini’nin bu kitabı basmakla İznik kültürüne yaptığı katkıyı öne çıkarmak istedim…
İznik Belediyesi’nin yapamadığını yapan İznik Mavi Çini ve Seramik İşletmesi ortaklarını ve çalışanlarını özellikle kutlamak istiyorum.
Son yıllarda uzun bir emek sonucu ürettikleri yeni İznik çinilerini ülkemizde ve dünyada çeşitli fuarlara katılarak İznik’i tanıtmada önemli işler yapan İznik Mavi Çini geçen yıl da Bursa’nın ünlü ressamı İbrahim BALABAN resimlerini İznik çinisi ile buluşturarak kültür ve sanata katkı sağlamıştı. İznik Mavi Çini bu yıl da Recep BOZKURT Hocamızın “İZNİK Dün – Bugün – Yarın I “ kitabının basımını üstlenmekle İznik kültür ve sanatına çok büyük bir katkıda bulunmuştur.
Kitabın sunuş yazısından bir bölümü hem İznikli okurlarımla hem de internet ortamındaki okurlarımla paylaşmak istiyorum…
“İznik Mavi Çini Atölyesi olarak tarih bilincimiz ve kültürel birikimimizle, gelecek kuşaklara sanatçılarıyla övünebilecek eserler bırakmak en büyük heyecanımız ve hayalimizdir.
İşte tüm bu nedenlerle, araştırmacı yazar Recep Bozkurt’un belgelere ve gözlemlere dayanarak hazırladığı “İZNİK : Dün – Bugün – Yarın “ adlı eserini yayınlıyoruz.
Değerli hocamızın yaptığı bu çalışmanın dünümüzü, bugünümüzü ve geleceğimizi ışıklandıracağına, kültür hayatımıza önemli katkılar sağlayacağına inanıyoruz.
Büyük düşünür Mevlana’nın, “ İnsan her yerde bırakmalı bir eser, eser bırakmayanın yerinde yeller eser…” ve bilge halkımızın söylediği, “ Söz uçar, yazı kalır…” anlayışı doğrultusunda, güzel İznik’imizin 7200 yıllık görkemli tarihini dile getiren bu kitabı sizlere sunmaktan mutluluk duymaktayız.
Yazarımızın diğer eserlerinde de buluşmak dileğiyle….
İznik Mavi Çini ve Seramik Atölyesi
Mahmut Çalışkan
Serap Şakar Ereyli
İsmail Kaya “
İznik için yazdıklarından dolayı sevgili dostum Recep BOZKURT ’a
teşekkür ediyorum. Bu kitabı İznik kültürüne kazandırdıkları için de İznik Mavi Çini ve Seramik Atölyesi ortakları ve çalışanlarını da yürekten kutluyorum.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 ARALIK 08
28 Kasım 2008 Cuma
KÖMÜR VE ÇARŞAF KARASI
KÖMÜR VE ÇARŞAF KARASI
Yerel seçimlere dört aydan az bir zaman kaldı… 29 Mart 09 tarihinde yapılacak yerel seçimler için partilerin seçim kampanyaları, seçmen tavlama çalışmaları sınır tanımıyor. Seçime sayılı günler kala partiler akıl almaz işlere imza atıyorlar. Bu akıl almaz işleri televizyon kanallarında canlı canlı izliyorsunuz…
Yıllardır alevileri yok sayan Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’si bir “alevi açılımı” dır tutturdular ki sormayın… Bu iki parti şimdi alevilere nasıl yalakalık yapıyorlar izlerken ben utanıyorum. Tayyip Erdoğan alevilerin ünlü deyişi “gelin canlar bir olalım…” derken Devlet Bahçeli “ alevi kardeşlerim” nutukları atıyor…
Tamam insan bazı şeyleri unutur, unutmak zorunda ama yakın tarihte yaşadığımız, tanık olduğumuz bazı olaylar var ki doğrusu ben unutamıyorum. Bu partilerin hedefindeki aleviler unutur mu, unutmaz mı bilemem…
15 yıl önce Sivas’taki olaylar sırasında Madımak Oteli’nde 33 aydını kimler yaktı ? 30 yıl önce Kahramanmaraş’ta yaşanan ve aralarında çocukların da olduğu 105 kişinin hunharca öldürüldüğü katliamı kimler yaptı ?
Elbette bu katliamlardan bu iki partiyi ve liderini sorumlu tutamayız. Bu doğru olmaz. Ama bu katliamlara katılan bazı unsurların hangi siyasi partilerde siyaset yaptığını, bu katliamları düşünce düzeyinde bile olsa hoş görenlerin kimler olduğunu hafızasını kaybetmeyen herkes biliyor…
İşte bu nedenle ben kendi adıma bu iki partinin yani Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin “alevi açılımı” nı samimi bulmuyorum…
Aynı samimiyetsizlik Deniz Baykal’ın CHP’sinin “kara çarşaf açılımı”nda da söz konusu. Bir belde başkanlığını kazanmak için bir aday adayının kara çarşaflı aile efradına CHP’nin altı oklu rozetini takan Deniz Baykal’ın bu “ kara çarşaf açılımı “ nı medyada ve partide destekleyen çok sayıda yalaka var.
Sol ve sosyal demokrat değerlerden bütünüyle uzaklaştığı için işçilerden, köylülerden, emekçilerden umudu kesen ve üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal üyeliğinden atılma noktasına gelen Deniz Baykal’ın CHP’si geçen seçimlerde MHP ile milliyetçilik yarışına girmişti. Bu yetmedi şimdi AKP ile “kara çarşaf ve türban” yarışına giriyor. Yani Atatürk’ün CHP’si AKP’lileşerek seçim kazanacağını sanıyor…
29 Mart 09’da yapılacak yerel seçimleri kimin kazanacağı şimdiden belli… Ne “alevi açılımı”, ne “kara çarşaf açılımı”… Bu yerel seçimlerde sandıktan “kara kömür açılımı” çıkacaktır. AKP başta İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere tüm il ve ilçelerde Valilikler ve Kaymakamlıklar aracılığı ile yandaşlarına torba torba kara kömür dağıtıyor. Kömürü alan vatandaş açıktan söylüyor oyunun rengini. “Kömürü kim getirdiyse oyum ona” diyor vatandaş…
AKP seçim kazanmak için bu kömürleri kimin parası ile dağıtıyor ? Parti bütçesinden dağıtmadığı kesin. Belediyelerin ve Devletin bütçesinden dağıtıyor. Peki belediyelerin ve devletin bütçesi hangi paralardan oluşuyor ? İşçinin, köylünün, emeklinin, esnafın cebinden çıkan vergilerden oluşuyor. Yani o kömürlerin parası senin, benim, onun parası… Bizim paramızla alınan kömürler AKP seçim kazansın diye bu partinin yandaşlarına dağıtılıyor. İşin bu yanı ne demokratiktir, ne yasaldır, ne de ahlaklıdır. AKP benim paramla yandaşlarına kömür dağıtacak ve seçim kazanacak. Bunun adı da demokrasi olacak… Hadi yaa…
Bu kara kömürün bir de başka yönü var… Kara kömür bedava dağıtılırken doğal gaza yılbaşından bu yana yüzde 82 zam yapıldı. Yoldaki yüzde 18’lik yeni zamla bu oran yıl sonunda yüzde yüz olacak… Doğal gaza yüzde yüz zam… Kara kömür bedava…
Peki yıllardır bu devlet, bu belediyeler kentlerin havası kara kömür dumanı ile kirlenmesin diye bunca doğal gaz yatırımını niye yaptı ? Şimdi bunca kara kömür yanınca işin çevre sağlığı, hava sağlığı yönünde neler oluyor ? Doğal gazlar iptal ve kara kömüre devam…
AKP fakir vatandaşlara seçim yardımı yapmak istiyorsa kara kömür dağıtmak yerine neden doğal gaz zamlarını durdurmuyor ? Doğal gaz kullanan vatandaşın günahı ne ?
Diğer partiler “alevi açılımı”, “kara çarşaf açılımı” ile oyalanıp dursunlar doğal gaza yüzde yüz zam yapıp bedava kara kömür dağıtan AKP bu seçimleri kazanmaya daha yakındır. Bir de “kürt açılımı” ve kürt milliyetçiliği ile güney doğuda gerilimi tırmandırarak seçim kazanmak isteyen DTP var. Onların yolu da yol değil.
Kısacası yerel seçimler yaklaşırken siyasi partilerin “alevi açılımı”, “kara çarşaf açılımı”, “kürt açılımı” , “doğal gaza yüzde yüz zam, bedava kara kömür açılımı” gibi sahte açılımlarla Türkiye’nin bir yere varması mümkün değildir.
Bir de işin “ DEMOKRASİ VE TARİKATLAR” yönü var. Bu başlıkta yayınladığım yazı dizisinde anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye’deki dini tarikatlar artık sadece siyasi partileri etkilemekle kalmıyor. Siyasi partilerimiz birer tarikat haline, parti liderleri şeyhlere, parti üyeleri ve seçmenleri de müritlere dönüşüyor. Dini tarikatların yerini siyasi tarikatlar alıyor. Asıl tehlike burada… ABD İstihbarat Örgütleri Konseyi 2025 yılında nasıl bir Türkiye hedeflediklerini geçen ay açıkladılar. Haberiniz var mı ?
Hafta sonunda Kurban Bayramı… Kurban derileri mücadelesinden THK çekildi sayılır. Bu bayram da da kurban derileri Deniz Feneri’ne ve tarikat Kur’an kurslarına gidecek… Bayramda televizyonlarımız kasapların elinden kaçan danaların ve koçların nasıl yakalanıp boğazlandığını gösterecek. Bir de yollarda trafiğe kurban gidecek vatandaşlarımızı… Ama karamsar olmayın…
Televizyonlarda bayram türküleri ve oyun havaları da var. Vur patlasın, çal oynasın… Bayramınız kutlu olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 ARALIK 08
Yerel seçimlere dört aydan az bir zaman kaldı… 29 Mart 09 tarihinde yapılacak yerel seçimler için partilerin seçim kampanyaları, seçmen tavlama çalışmaları sınır tanımıyor. Seçime sayılı günler kala partiler akıl almaz işlere imza atıyorlar. Bu akıl almaz işleri televizyon kanallarında canlı canlı izliyorsunuz…
Yıllardır alevileri yok sayan Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’si bir “alevi açılımı” dır tutturdular ki sormayın… Bu iki parti şimdi alevilere nasıl yalakalık yapıyorlar izlerken ben utanıyorum. Tayyip Erdoğan alevilerin ünlü deyişi “gelin canlar bir olalım…” derken Devlet Bahçeli “ alevi kardeşlerim” nutukları atıyor…
Tamam insan bazı şeyleri unutur, unutmak zorunda ama yakın tarihte yaşadığımız, tanık olduğumuz bazı olaylar var ki doğrusu ben unutamıyorum. Bu partilerin hedefindeki aleviler unutur mu, unutmaz mı bilemem…
15 yıl önce Sivas’taki olaylar sırasında Madımak Oteli’nde 33 aydını kimler yaktı ? 30 yıl önce Kahramanmaraş’ta yaşanan ve aralarında çocukların da olduğu 105 kişinin hunharca öldürüldüğü katliamı kimler yaptı ?
Elbette bu katliamlardan bu iki partiyi ve liderini sorumlu tutamayız. Bu doğru olmaz. Ama bu katliamlara katılan bazı unsurların hangi siyasi partilerde siyaset yaptığını, bu katliamları düşünce düzeyinde bile olsa hoş görenlerin kimler olduğunu hafızasını kaybetmeyen herkes biliyor…
İşte bu nedenle ben kendi adıma bu iki partinin yani Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin “alevi açılımı” nı samimi bulmuyorum…
Aynı samimiyetsizlik Deniz Baykal’ın CHP’sinin “kara çarşaf açılımı”nda da söz konusu. Bir belde başkanlığını kazanmak için bir aday adayının kara çarşaflı aile efradına CHP’nin altı oklu rozetini takan Deniz Baykal’ın bu “ kara çarşaf açılımı “ nı medyada ve partide destekleyen çok sayıda yalaka var.
Sol ve sosyal demokrat değerlerden bütünüyle uzaklaştığı için işçilerden, köylülerden, emekçilerden umudu kesen ve üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal üyeliğinden atılma noktasına gelen Deniz Baykal’ın CHP’si geçen seçimlerde MHP ile milliyetçilik yarışına girmişti. Bu yetmedi şimdi AKP ile “kara çarşaf ve türban” yarışına giriyor. Yani Atatürk’ün CHP’si AKP’lileşerek seçim kazanacağını sanıyor…
29 Mart 09’da yapılacak yerel seçimleri kimin kazanacağı şimdiden belli… Ne “alevi açılımı”, ne “kara çarşaf açılımı”… Bu yerel seçimlerde sandıktan “kara kömür açılımı” çıkacaktır. AKP başta İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere tüm il ve ilçelerde Valilikler ve Kaymakamlıklar aracılığı ile yandaşlarına torba torba kara kömür dağıtıyor. Kömürü alan vatandaş açıktan söylüyor oyunun rengini. “Kömürü kim getirdiyse oyum ona” diyor vatandaş…
AKP seçim kazanmak için bu kömürleri kimin parası ile dağıtıyor ? Parti bütçesinden dağıtmadığı kesin. Belediyelerin ve Devletin bütçesinden dağıtıyor. Peki belediyelerin ve devletin bütçesi hangi paralardan oluşuyor ? İşçinin, köylünün, emeklinin, esnafın cebinden çıkan vergilerden oluşuyor. Yani o kömürlerin parası senin, benim, onun parası… Bizim paramızla alınan kömürler AKP seçim kazansın diye bu partinin yandaşlarına dağıtılıyor. İşin bu yanı ne demokratiktir, ne yasaldır, ne de ahlaklıdır. AKP benim paramla yandaşlarına kömür dağıtacak ve seçim kazanacak. Bunun adı da demokrasi olacak… Hadi yaa…
Bu kara kömürün bir de başka yönü var… Kara kömür bedava dağıtılırken doğal gaza yılbaşından bu yana yüzde 82 zam yapıldı. Yoldaki yüzde 18’lik yeni zamla bu oran yıl sonunda yüzde yüz olacak… Doğal gaza yüzde yüz zam… Kara kömür bedava…
Peki yıllardır bu devlet, bu belediyeler kentlerin havası kara kömür dumanı ile kirlenmesin diye bunca doğal gaz yatırımını niye yaptı ? Şimdi bunca kara kömür yanınca işin çevre sağlığı, hava sağlığı yönünde neler oluyor ? Doğal gazlar iptal ve kara kömüre devam…
AKP fakir vatandaşlara seçim yardımı yapmak istiyorsa kara kömür dağıtmak yerine neden doğal gaz zamlarını durdurmuyor ? Doğal gaz kullanan vatandaşın günahı ne ?
Diğer partiler “alevi açılımı”, “kara çarşaf açılımı” ile oyalanıp dursunlar doğal gaza yüzde yüz zam yapıp bedava kara kömür dağıtan AKP bu seçimleri kazanmaya daha yakındır. Bir de “kürt açılımı” ve kürt milliyetçiliği ile güney doğuda gerilimi tırmandırarak seçim kazanmak isteyen DTP var. Onların yolu da yol değil.
Kısacası yerel seçimler yaklaşırken siyasi partilerin “alevi açılımı”, “kara çarşaf açılımı”, “kürt açılımı” , “doğal gaza yüzde yüz zam, bedava kara kömür açılımı” gibi sahte açılımlarla Türkiye’nin bir yere varması mümkün değildir.
Bir de işin “ DEMOKRASİ VE TARİKATLAR” yönü var. Bu başlıkta yayınladığım yazı dizisinde anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye’deki dini tarikatlar artık sadece siyasi partileri etkilemekle kalmıyor. Siyasi partilerimiz birer tarikat haline, parti liderleri şeyhlere, parti üyeleri ve seçmenleri de müritlere dönüşüyor. Dini tarikatların yerini siyasi tarikatlar alıyor. Asıl tehlike burada… ABD İstihbarat Örgütleri Konseyi 2025 yılında nasıl bir Türkiye hedeflediklerini geçen ay açıkladılar. Haberiniz var mı ?
Hafta sonunda Kurban Bayramı… Kurban derileri mücadelesinden THK çekildi sayılır. Bu bayram da da kurban derileri Deniz Feneri’ne ve tarikat Kur’an kurslarına gidecek… Bayramda televizyonlarımız kasapların elinden kaçan danaların ve koçların nasıl yakalanıp boğazlandığını gösterecek. Bir de yollarda trafiğe kurban gidecek vatandaşlarımızı… Ama karamsar olmayın…
Televizyonlarda bayram türküleri ve oyun havaları da var. Vur patlasın, çal oynasın… Bayramınız kutlu olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 ARALIK 08
24 Kasım 2008 Pazartesi
KURBANLIK KOÇ VE KURBAĞA
KURBANLIK KOÇ VE KURBAĞA
Yazının başlığını ben de sevmedim ama yazıyı okuyunca niye bu başlığı kullandığımı anlayacaksınız.
Bu sütunlarda 15 Ekim 08 tarihli “KAPİTALİZMİN KÜRESEL KRİZİ” başlıklı yazımda dünyayı etkisi altına alan bu krizden Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söyleyen Başbakanımızın bu davranışını şöyle açıklamıştık…
“Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız her şeye ve herkese kızdığı gibi bu kez de “Bu küresel krizden Türkiye de etkilenecek.” diyenlere kızıyor… Ve de ekliyor : "Kimse merak etmesin, evvel Allah bize bir şey olmaz..." Dünyaya ve krizine meydan okuyan Kasımpaşalı Başbakan neye güveniyor acaba ? Herhalde Türkiye de bol miktarda bulunan Şeyhlerin mucizelerine güveniyor gibi geliyor bana.”
Aynı yazımda IMF’ye de bir paragraf açmış ve şöyle yazmıştım…
“Dönelim kapitalizmin şu küresel krizine. Devletler, liderler krizden kurtulmak için uğraşıyor. Batan şirketlere, bankalara destek paketleri hazırlıyorlar. Olmadı zordaki bankalara devletler el koyuyor… Sahi bu arada bir IMF vardı. Türkiye’ye 01 krizinde acı reçetelerle kriz önlemeye çalışan…Kurallarını Türkiye’nin liderlerine dikte ettiren. O IMF’nin bu krizde hiç sesi çıkmıyor… Neden acaba ? Bizim devlet bankalarını kapattıran, devlet bankacılık yapamaz diyen IMF özel bankaları devletleştiren ABD’ye ve AB ülkelerine niye karşı çıkmıyor dersiniz ? “
Kapitalizmin küresel krizi büyüdü ve dünyayı sarsmaya devam ediyor…Her ülke kendi koşullarına göre önlemler almaya çalışıyor. Bizde ise ekonomiyi yönlendirecek siyasi kadrolar olmadığı için ve de sermaye kesiminin siyasilere güveni olmadığı için hep dışarıdan bir kurtarıcı arayışına girişilir. 01 krizinde olduğu gibi gözler yine IMF’ye çevrildi… IMF en önemli müşterisi olan Türkiye’yi bir kere daha kurtarır mıydı ? Bize bir Kemal Derviş daha gönderir miydi ? Sermaye çevreleri yani TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi kuruluşlar bir araya gelip “krizden nasıl çıkarız ?” ı konuştular. Sonuçta IMF’yle anlaşması için Hükümete baskı yapmaya başladılar…
Sonra ne oldu ? Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız kurbanlık koçlar gibi direndi bu isteğe… Ekim ayının sonunda siyasi literatüre bir söz daha kattı… “IMF’nin ümüğümüzü sıkmasına izin vermeyiz”
Sonuç mu ? Bizim kurbanlık koçumuz ulusal ekonominin kasabı IMF’yle anlaştı. Kasap IMF sadece ümük sıkmakla kalmayacak o ümüğü tümden kesecek ve derimizi bile yüzecektir. Bilirsiniz kurbanlık koçlar başları kesildikten sonra bile birkaç defa daha diklenir ama sonra ölüme teslim olur… Allah kurbanınızı kabul etsin…
Yazının başlığında “KURBANLIK KOÇ” ile bunu anlatmaya çalıştım. Gelelim “KURBAĞA” ya… Bu geçen haftalarda internette çok dolaşan bir fıkra…
Ayran ve kaymak
İki arkadaş bir köşede oturmuş konuşuyorlarmış; biri diğerine :
- IMF hakkında ne düşünüyorsun?
- Bir fıkra ile anlatsam, olur mu?
- Olur.
- Bir gün iki tane kurbağa ayran bakracına düşmüş. Çırpınmaya başlamışlar.
Bir tanesi bir süre çırpındıktan sonra kurtuluş olmayacağını
anlayıp, kendini salıvermiş. Boğulup gitmiş.Diğeri ise
çırpınmaya devam etmiş.
Çırpındıkça, ayranın yaği üstte birikmeye başlamış.
Kurbağa, üzerine oturabileceği kadar yağ birikince, çıkıp yağın üzerine oturmuş.
- Kurtulmuş mu?
- Hayır. Aksine o zaman yanmış...
Ayran sahibi kurbağayı diğer bakraca atmış. Kurbağa çırpındıkça ayranın üzerinde yağ tabakası oluşuyormuş. Kurbağa tam kurtulduğunu zannederken, ayran sahibi, biriken yağları toplayıp kurbağayı diğer bakraca atıyormuş.Bu böylece sürüp gitmiş.
- Eeee?
- Ee si şu. Biz çırpındıkça, IMF, 'sizi kurtarıyorum' diye bizi alıyor
diğer bakraca atıyor. Ve biriken yağları topluyor.
Hepsi bu kadar.
Kapitalizmin küresel ekonomik krizi sermayedarlar için bankaların ve şirketlerin iflası, fabrikaların kapanması, üretimin durması, karların azalmasıdır. İşçiler içinse işsizlik demektir. İşsizlik ise açlık… Aç insanların ise neler yapabileceğini bir düşünün. Karl Marx bu gerçeği 130 yıl önce söylemişti… Onun için şimdilerde başta ABD olmak üzere dünyanın bir çok yerinde ekonomistler Karl Marx okumaya başladılar… Bizim koçlar ve kurbağalar da okur mu acaba ?
Bu arada yerel seçimler öncesi CHP’nin çarşaf operasyonunu ve bu konudaki tartışmaları izlemeye devam ediyoruz… Bir de ABD İstihbarat Konseyi’nin 17 yıl sonra yani 25 yılında Türkiye için senaryolarını…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 26 KASIM 08
Yazının başlığını ben de sevmedim ama yazıyı okuyunca niye bu başlığı kullandığımı anlayacaksınız.
Bu sütunlarda 15 Ekim 08 tarihli “KAPİTALİZMİN KÜRESEL KRİZİ” başlıklı yazımda dünyayı etkisi altına alan bu krizden Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söyleyen Başbakanımızın bu davranışını şöyle açıklamıştık…
“Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız her şeye ve herkese kızdığı gibi bu kez de “Bu küresel krizden Türkiye de etkilenecek.” diyenlere kızıyor… Ve de ekliyor : "Kimse merak etmesin, evvel Allah bize bir şey olmaz..." Dünyaya ve krizine meydan okuyan Kasımpaşalı Başbakan neye güveniyor acaba ? Herhalde Türkiye de bol miktarda bulunan Şeyhlerin mucizelerine güveniyor gibi geliyor bana.”
Aynı yazımda IMF’ye de bir paragraf açmış ve şöyle yazmıştım…
“Dönelim kapitalizmin şu küresel krizine. Devletler, liderler krizden kurtulmak için uğraşıyor. Batan şirketlere, bankalara destek paketleri hazırlıyorlar. Olmadı zordaki bankalara devletler el koyuyor… Sahi bu arada bir IMF vardı. Türkiye’ye 01 krizinde acı reçetelerle kriz önlemeye çalışan…Kurallarını Türkiye’nin liderlerine dikte ettiren. O IMF’nin bu krizde hiç sesi çıkmıyor… Neden acaba ? Bizim devlet bankalarını kapattıran, devlet bankacılık yapamaz diyen IMF özel bankaları devletleştiren ABD’ye ve AB ülkelerine niye karşı çıkmıyor dersiniz ? “
Kapitalizmin küresel krizi büyüdü ve dünyayı sarsmaya devam ediyor…Her ülke kendi koşullarına göre önlemler almaya çalışıyor. Bizde ise ekonomiyi yönlendirecek siyasi kadrolar olmadığı için ve de sermaye kesiminin siyasilere güveni olmadığı için hep dışarıdan bir kurtarıcı arayışına girişilir. 01 krizinde olduğu gibi gözler yine IMF’ye çevrildi… IMF en önemli müşterisi olan Türkiye’yi bir kere daha kurtarır mıydı ? Bize bir Kemal Derviş daha gönderir miydi ? Sermaye çevreleri yani TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi kuruluşlar bir araya gelip “krizden nasıl çıkarız ?” ı konuştular. Sonuçta IMF’yle anlaşması için Hükümete baskı yapmaya başladılar…
Sonra ne oldu ? Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız kurbanlık koçlar gibi direndi bu isteğe… Ekim ayının sonunda siyasi literatüre bir söz daha kattı… “IMF’nin ümüğümüzü sıkmasına izin vermeyiz”
Sonuç mu ? Bizim kurbanlık koçumuz ulusal ekonominin kasabı IMF’yle anlaştı. Kasap IMF sadece ümük sıkmakla kalmayacak o ümüğü tümden kesecek ve derimizi bile yüzecektir. Bilirsiniz kurbanlık koçlar başları kesildikten sonra bile birkaç defa daha diklenir ama sonra ölüme teslim olur… Allah kurbanınızı kabul etsin…
Yazının başlığında “KURBANLIK KOÇ” ile bunu anlatmaya çalıştım. Gelelim “KURBAĞA” ya… Bu geçen haftalarda internette çok dolaşan bir fıkra…
Ayran ve kaymak
İki arkadaş bir köşede oturmuş konuşuyorlarmış; biri diğerine :
- IMF hakkında ne düşünüyorsun?
- Bir fıkra ile anlatsam, olur mu?
- Olur.
- Bir gün iki tane kurbağa ayran bakracına düşmüş. Çırpınmaya başlamışlar.
Bir tanesi bir süre çırpındıktan sonra kurtuluş olmayacağını
anlayıp, kendini salıvermiş. Boğulup gitmiş.Diğeri ise
çırpınmaya devam etmiş.
Çırpındıkça, ayranın yaği üstte birikmeye başlamış.
Kurbağa, üzerine oturabileceği kadar yağ birikince, çıkıp yağın üzerine oturmuş.
- Kurtulmuş mu?
- Hayır. Aksine o zaman yanmış...
Ayran sahibi kurbağayı diğer bakraca atmış. Kurbağa çırpındıkça ayranın üzerinde yağ tabakası oluşuyormuş. Kurbağa tam kurtulduğunu zannederken, ayran sahibi, biriken yağları toplayıp kurbağayı diğer bakraca atıyormuş.Bu böylece sürüp gitmiş.
- Eeee?
- Ee si şu. Biz çırpındıkça, IMF, 'sizi kurtarıyorum' diye bizi alıyor
diğer bakraca atıyor. Ve biriken yağları topluyor.
Hepsi bu kadar.
Kapitalizmin küresel ekonomik krizi sermayedarlar için bankaların ve şirketlerin iflası, fabrikaların kapanması, üretimin durması, karların azalmasıdır. İşçiler içinse işsizlik demektir. İşsizlik ise açlık… Aç insanların ise neler yapabileceğini bir düşünün. Karl Marx bu gerçeği 130 yıl önce söylemişti… Onun için şimdilerde başta ABD olmak üzere dünyanın bir çok yerinde ekonomistler Karl Marx okumaya başladılar… Bizim koçlar ve kurbağalar da okur mu acaba ?
Bu arada yerel seçimler öncesi CHP’nin çarşaf operasyonunu ve bu konudaki tartışmaları izlemeye devam ediyoruz… Bir de ABD İstihbarat Konseyi’nin 17 yıl sonra yani 25 yılında Türkiye için senaryolarını…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 26 KASIM 08
16 Kasım 2008 Pazar
İZNİK VE AYASOFYA " Sorumlu Kim ? "
İZNİK VE AYASOFYA
“ Sorumlu Kim ? “
Türk toplumunda “hemşehrilik” duygusu çok yoğun yaşanır. Dünyanın en uzak yerlerinde bile iki Türk karşılaştığı zaman birbirlerine sordukları ilk soru “Nerelisin ?” dir.
İnsanların kendilerini bir kente ait saymaları ve o kenti sahiplenmeleri güzeldir. Bu sahiplenmeyi bilinçle, bilgiyle birleştirip “kentlilik bilinci” ni geliştirmeleri ise daha güzeldir. Bir kente sadece hemşerilik duygusuyla bağlanmak yeterli değildir. Önemli olan kentlilik bilinci ile o kentin sorunlarına da sahip çıkmak gerekir.
Çocukluğumu geçirdiğim, baba ocağımın, annemin ve babamın mezarlarının bulunduğu İznik bu nedenle benim kentimdir. Kentlilik bilincimle İznik’te olup biteni izler, sorunlarının çözümü için elimden gelen katkıyı yapmaya çalışırım.
Beni İznik’in doğası, gölü, tarihi eserleri çok ilgilendirir. İznik’te bir ağacın dalı kurusa, tarihi eserlerinden bir taş eksilse benim yüreğim kanar. Bu kentlilik bilincimin, İznik sevgimin doğal sonucudur. İznik’te gördüğüm olumsuzlukları yazı ve fotoğraf ile saptar, yerel basın aracılığı ile ilgililere duyurmaya çalışırım. Bu nedenle de yaklaşık 22 yıldır bu gazetede yazılar yazarım…
Geçen hafta İznik Gölü’nün durumundan söz ettim. Bu hafta ise Ayasofya’daki restorasyon rezaletini bir kere daha yazacağım. Bir kere daha diyorum. Çünkü bu restorasyon başlamadan önce de burada yazılar yazdım ve ilgilileri uyardım.
İznik’teki Ayasofya’nın değerini İznik’in yerel yönetimi, Bursa’nın bölge yönetimi ve bu eserden sorumlu Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden başka tüm dünya biliyor. İznik’e gelen turistlerin yüzde doksanı bu eseri görmek için geliyor… Bunun böyle olduğunu İznik esnafı da son iki yılda anladı.
İznik için bu kadar önemli bu tarihi eserimiz iki yıldır kapalı. İçine girmek resmen yasak… Burada restorasyon olduğunu bilmeden gelen turistler bu eseri göremeden geri dönüyor. Bırakın turistleri İznik Ayasofya’ya iki yıldır ne yerel ve ulusal basın, ne de ilgililer girebiliyor… İznik yerel yönetimi ve Bursa Bölge yönetimi ise sadece seyrediyor.
İznik Ayasofya’daki restorasyon rezaleti yerel basının birkaç haberinden sonra Eylül ayında ulusal basına da yansıdı. Kanal D ve Milliyet bu rezaleti haber yaptı.
Ben ise bu gazetede İznik Ayasofya’da restorasyon başlamadan önce 17 Şubat 07’de “ACEMİ BERBER FIKRASI ve RESTORASYON REZALETİ !” başlıklı yazımda bugün olanları iki yıl önceden gördüm ve yazdım… O yazımda Aydın’ın Didim ilçesindeki bir kilisenin restorasyon adı altında nasıl tahrip edildiğini anımsattıktan sonra sözü İznik Ayasofya’ya getirdim ve bir fıkra ile de olacakları anlatmaya çalıştım…
İşte 14 Şubat 07 tarihinde DOĞUŞ’ta yazdıklarım :
“İznik’te de bazılarının alkışlarla karşıladığı tam bir restorasyon seferberliği yaşanıyor. Bu restorasyonların bilimsel kurallara ve yasalara uygun olarak yetkililerin denetiminde yapılmasına elbette hiçbir itirazımız olamaz.Yapanları biz de alkışlarız…
Ancak önceki uygulamaları, Şeyh Kudbeddin Camii, Kırgızlar Türbesi örneklerini gördükten sonra doğrusu yetkisiz , bilgisiz, kural tanımaz kişiler ve şirketler tarafından yapılacak bu restorasyonlara kuşkuyla yaklaşıyoruz…
Yerel basından öğrendiğimize göre İznik’in en önemli tarihi eseri bir dünya mirası olan 1300 yıllık Ayasofya’nın restorasyonu da İznik Köylere Hizmet Birliği tarafından yaptırılacakmış… Bu ülkede Vakıflar Genel Müdürlüğü ne iş yapıyorsa…
Didim’de 200 yıllık kiliseyi restorasyon adına tahrip edenler gibi umarım İznik’in Ayasofya’sını da tahrip etmezler ve benzer haberler okumayız. Ben şimdiden uyarayım dedim. Eğer bu restorasyon işi yetkililerin kontrolünde ehil insanlar tarafından yapılmayacaksa, sırf birilerine iş çıksın, para kazansınlar diye yapılacaksa,tarihi eserimiz tahrip edilecekse hiç yapılmasın daha iyi…
Acemi berberler son sözüm size…BIRAKIN DAĞINIK KALSIN !... “
Uyarılarım bu yazı ile sınırlı kalmadı…
5 Aralık 07’de yazdığım yazımda :
“ Bu arada yerel ve bölge basınında Ayasofya Müzesi’nin restorasyon ihalesinin yapıldığını, restorasyonun yakında başlayacağını okuyorum.
Restorasyon adı altında Kırgızlar Türbesi’nin mezarlarını yok edenlere hiç güvenim yok. İznik’in en eski tarihi eseri Ayasofya Müzesi’ni de restorasyon adı altında,1700 yıllık mozaik ve freskleri tahrip ederek, burayı da camiye çevirmelerinden kuşku duyarım.”
26 Aralık 07 tarihli yazımda şu satırları yazdım.
“Ayasofya’nın restorasyonundaki ilk göze çarpan olumsuzluk ise yapının önüne ve cadde tarafına çekilen çirkin perde. Binanın önünü kapatan bu çirkin perde nedense arkasına çekilmemiş…Yani yarısı perdeli yarısı perdesiz.Aslında hiç olmasa daha iyi olacak…
İzniklilerin bu Ayasofya restorasyonunu dikkatle izlemelerini öneririm. Bakalım yarım perdenin arkasından ne çıkacak ?”
Atalarımız boşuna dememiş… “Söz uçar, yazı kalır…”
Peki İznik Ayasofya’daki bu restorasyon rezaletinin sorumlusu kim ? Yoksa burası Türkiye… Sorumluluk da neymiş ? Yapanın yanına kar kalır mı diyorsunuz… Her demokratik ülkede bu rezaletin hesabı sorulur. Sorumlular yargı önünde hesap verir.
Bizde ise sorumlular hesap vermek bir yana şov yapmaya devam ediyorlar…
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Bursa Anıtlar Kurulu üyeleri İznik Ayasofya’daki restorasyon rezaleti sizin gözlerinizin önünde yaşandı, yaşanıyor… Siz hiçbir şey görmediniz mi, duymadınız mı ? Kim bu projeye ne aşamada olursa olsun imza attıysa bu rezaletten onlar sorumludur.
Peki kamu adına bu rezaletin ve sorumluluğun hesabını kim soracak ? Bu sorunun yanıtını da ben vereceksem siz o koltukta niye oturuyorsunuz ?
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 19 KASIM 08
“ Sorumlu Kim ? “
Türk toplumunda “hemşehrilik” duygusu çok yoğun yaşanır. Dünyanın en uzak yerlerinde bile iki Türk karşılaştığı zaman birbirlerine sordukları ilk soru “Nerelisin ?” dir.
İnsanların kendilerini bir kente ait saymaları ve o kenti sahiplenmeleri güzeldir. Bu sahiplenmeyi bilinçle, bilgiyle birleştirip “kentlilik bilinci” ni geliştirmeleri ise daha güzeldir. Bir kente sadece hemşerilik duygusuyla bağlanmak yeterli değildir. Önemli olan kentlilik bilinci ile o kentin sorunlarına da sahip çıkmak gerekir.
Çocukluğumu geçirdiğim, baba ocağımın, annemin ve babamın mezarlarının bulunduğu İznik bu nedenle benim kentimdir. Kentlilik bilincimle İznik’te olup biteni izler, sorunlarının çözümü için elimden gelen katkıyı yapmaya çalışırım.
Beni İznik’in doğası, gölü, tarihi eserleri çok ilgilendirir. İznik’te bir ağacın dalı kurusa, tarihi eserlerinden bir taş eksilse benim yüreğim kanar. Bu kentlilik bilincimin, İznik sevgimin doğal sonucudur. İznik’te gördüğüm olumsuzlukları yazı ve fotoğraf ile saptar, yerel basın aracılığı ile ilgililere duyurmaya çalışırım. Bu nedenle de yaklaşık 22 yıldır bu gazetede yazılar yazarım…
Geçen hafta İznik Gölü’nün durumundan söz ettim. Bu hafta ise Ayasofya’daki restorasyon rezaletini bir kere daha yazacağım. Bir kere daha diyorum. Çünkü bu restorasyon başlamadan önce de burada yazılar yazdım ve ilgilileri uyardım.
İznik’teki Ayasofya’nın değerini İznik’in yerel yönetimi, Bursa’nın bölge yönetimi ve bu eserden sorumlu Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden başka tüm dünya biliyor. İznik’e gelen turistlerin yüzde doksanı bu eseri görmek için geliyor… Bunun böyle olduğunu İznik esnafı da son iki yılda anladı.
İznik için bu kadar önemli bu tarihi eserimiz iki yıldır kapalı. İçine girmek resmen yasak… Burada restorasyon olduğunu bilmeden gelen turistler bu eseri göremeden geri dönüyor. Bırakın turistleri İznik Ayasofya’ya iki yıldır ne yerel ve ulusal basın, ne de ilgililer girebiliyor… İznik yerel yönetimi ve Bursa Bölge yönetimi ise sadece seyrediyor.
İznik Ayasofya’daki restorasyon rezaleti yerel basının birkaç haberinden sonra Eylül ayında ulusal basına da yansıdı. Kanal D ve Milliyet bu rezaleti haber yaptı.
Ben ise bu gazetede İznik Ayasofya’da restorasyon başlamadan önce 17 Şubat 07’de “ACEMİ BERBER FIKRASI ve RESTORASYON REZALETİ !” başlıklı yazımda bugün olanları iki yıl önceden gördüm ve yazdım… O yazımda Aydın’ın Didim ilçesindeki bir kilisenin restorasyon adı altında nasıl tahrip edildiğini anımsattıktan sonra sözü İznik Ayasofya’ya getirdim ve bir fıkra ile de olacakları anlatmaya çalıştım…
İşte 14 Şubat 07 tarihinde DOĞUŞ’ta yazdıklarım :
“İznik’te de bazılarının alkışlarla karşıladığı tam bir restorasyon seferberliği yaşanıyor. Bu restorasyonların bilimsel kurallara ve yasalara uygun olarak yetkililerin denetiminde yapılmasına elbette hiçbir itirazımız olamaz.Yapanları biz de alkışlarız…
Ancak önceki uygulamaları, Şeyh Kudbeddin Camii, Kırgızlar Türbesi örneklerini gördükten sonra doğrusu yetkisiz , bilgisiz, kural tanımaz kişiler ve şirketler tarafından yapılacak bu restorasyonlara kuşkuyla yaklaşıyoruz…
Yerel basından öğrendiğimize göre İznik’in en önemli tarihi eseri bir dünya mirası olan 1300 yıllık Ayasofya’nın restorasyonu da İznik Köylere Hizmet Birliği tarafından yaptırılacakmış… Bu ülkede Vakıflar Genel Müdürlüğü ne iş yapıyorsa…
Didim’de 200 yıllık kiliseyi restorasyon adına tahrip edenler gibi umarım İznik’in Ayasofya’sını da tahrip etmezler ve benzer haberler okumayız. Ben şimdiden uyarayım dedim. Eğer bu restorasyon işi yetkililerin kontrolünde ehil insanlar tarafından yapılmayacaksa, sırf birilerine iş çıksın, para kazansınlar diye yapılacaksa,tarihi eserimiz tahrip edilecekse hiç yapılmasın daha iyi…
Acemi berberler son sözüm size…BIRAKIN DAĞINIK KALSIN !... “
Uyarılarım bu yazı ile sınırlı kalmadı…
5 Aralık 07’de yazdığım yazımda :
“ Bu arada yerel ve bölge basınında Ayasofya Müzesi’nin restorasyon ihalesinin yapıldığını, restorasyonun yakında başlayacağını okuyorum.
Restorasyon adı altında Kırgızlar Türbesi’nin mezarlarını yok edenlere hiç güvenim yok. İznik’in en eski tarihi eseri Ayasofya Müzesi’ni de restorasyon adı altında,1700 yıllık mozaik ve freskleri tahrip ederek, burayı da camiye çevirmelerinden kuşku duyarım.”
26 Aralık 07 tarihli yazımda şu satırları yazdım.
“Ayasofya’nın restorasyonundaki ilk göze çarpan olumsuzluk ise yapının önüne ve cadde tarafına çekilen çirkin perde. Binanın önünü kapatan bu çirkin perde nedense arkasına çekilmemiş…Yani yarısı perdeli yarısı perdesiz.Aslında hiç olmasa daha iyi olacak…
İzniklilerin bu Ayasofya restorasyonunu dikkatle izlemelerini öneririm. Bakalım yarım perdenin arkasından ne çıkacak ?”
Atalarımız boşuna dememiş… “Söz uçar, yazı kalır…”
Peki İznik Ayasofya’daki bu restorasyon rezaletinin sorumlusu kim ? Yoksa burası Türkiye… Sorumluluk da neymiş ? Yapanın yanına kar kalır mı diyorsunuz… Her demokratik ülkede bu rezaletin hesabı sorulur. Sorumlular yargı önünde hesap verir.
Bizde ise sorumlular hesap vermek bir yana şov yapmaya devam ediyorlar…
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Bursa Anıtlar Kurulu üyeleri İznik Ayasofya’daki restorasyon rezaleti sizin gözlerinizin önünde yaşandı, yaşanıyor… Siz hiçbir şey görmediniz mi, duymadınız mı ? Kim bu projeye ne aşamada olursa olsun imza attıysa bu rezaletten onlar sorumludur.
Peki kamu adına bu rezaletin ve sorumluluğun hesabını kim soracak ? Bu sorunun yanıtını da ben vereceksem siz o koltukta niye oturuyorsunuz ?
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 19 KASIM 08
8 Kasım 2008 Cumartesi
İZNİK VE GOLF
İZNİK VE GOLF
Uzunca zamandır İznik’te yaşamadığım için bilinçli olarak İznik’le ilgili yazı yazmamaya özen gösteriyorum. Ancak bir İznikli olarak İznik’te neler olup bittiğini çeşitli kanallardan izliyorum.
Geçen hafta üç gün İznik’te idim. Kasabamla ve dostlarımla hasret giderdim. İznik’teki doğa ve tarih tahribatını bir kere daha gördüm ve kahroldum… Yazılarımı internetten izleyen okurlarımın, dostlarımın hoşgörüsüne sığınarak bu hafta ve birkaç hafta daha İznik yazacağım.
Önce doğa tahribatından, İznik Gölü’nden söz edeyim.
İznik’e adım atar atmaz her zaman yaptığım gibi fotoğraf makinemi kaptım ve göl kenarına gün batımı fotoğrafları çekmeye koştum. Balıkçı barınağının olduğu yerde göldeki su çekilmesini görünce çok şaşırdım. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum…
Küresel ısınma, kuraklık benim yabancısı olmadığım çevre sorunları… İki hafta önce KKTC’nin Girne kentinde VIII. Ulusal Ekoloji ve Çevre Kongresi’ndeydim. Yolculuğum sırasında uçaktan çölleşen Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın fotoğraflarını çektim.
İnsanoğlu ölümü bilir, tanır. Her ölüme üzülür ama kendi yakınlarının ölümü insanı daha çok sarsar. Benimki de öyle oldu. Genel olarak güzel yurdumun göllerinin, nehirlerinin kurumasına üzülüyorum ama İznik Gölü’nün ölümü beni ayrı kahretti… Çünkü çocukluğum, gençliğim bu gölde geçti. Ne güzel fotoğraflarını çektim. Fotoğraf dostlarımla gururla paylaştım. İlk akşam fotoğraf çekemeden döndüm.
Balıkçı barınağından Darka yönüne yürümek, sazlıklardaki mekelerin, balıkçılların fotoğraflarını çekmek istedim ama hevesim kursağımda kaldı. Gölde küresel ısınmanın, kuraklığın tahribatı yetmiyormuş gibi gölümüzün bir düşmanı daha varmış meğer… İznik’in yerel yönetimi…
Bu alandaki tüm sazlıkları kesmişler, göl kuşlarının yuvalarını yıkmışlar…Halkın piknik alanını da tel örgüyle çevirmişler… Birilerine golf sahası yapmak için ihale ile kiraya vermişler… Olacak şey değil.
İznik Gölü kenarında halkın en çok kullandığı alanlarda 5 yıldır 5 kuruşluk yatırım yapmayan İznik Belediyesi gölün en güzel yerine golf sahası yaptıracakmış…
Buradan bir soru soruyorum. İznik’te kaç kişi golf oynuyor Allah aşkına ? Bırakın İznik’i Türkiye’de kaç kişi golf oynuyor ? İznik’in bütün sorunlarını çözdünüz de bir golf sahası mı eksik kaldı ?
Beş yıldır İznik’te söz verdiği hiçbir işi gerçekleştiremeyen, İznik tarihinin en beceriksiz Belediye yönetimi İznik halkına golf sahası yapıyor… Artık İznik’e ne çok turist gelir, İznik’ten ne golf şampiyonları yetişir kim bilir…
Gelecek yıl Mart ayında yerel seçimler yapılacak… Bütün yurtta siyaset kazanı kaynıyor. Anladığım kadarıyla AKP’nin önümüzdeki yerel seçimde de adayı golf şampiyonu Kadri Eryılmaz…Karşısına yine CHP’den seçim kaybetme şampiyonu Erdoğan Savaş çıkacak… Diğer partiler ise geçen seçimden beri uykudalar…Vah İznik’im vah…
İleriki haftalarda hem bu yerel seçim konusuna hem de Ayasofya’nın restorasyonunda yaşanan rezalete değineceğim…
Bu arada iki hafta önce sözünü ettiğim Müşküleli Fevzi KAVUK’un yaşamının anlatıldığı “Çınarlı Köyün Muhtarı” kitabını okumayı bitirdim. Şimdi İznikli tarihçi araştırmacı dostum Recep BOZKURT’un İznik Mavi Çini yayını olarak çıkan “İZNİK Dün-Bugün-Yarın 1” kitabını okuyorum. Bir fırsatını bulduğumda bu iki kitapla ilgili de yazmak istiyorum.
Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının üzerinden tam 70 yıl geçti. Ama Türkiye bu günlerde Atatürk’ü değil “Mustafa” yı tartışıyor… Bu cümleden sonra 70’li yıllarda çok anlatılan bir Lenin fıkrası aklıma geliyor… Mustafa filmini görünce bu konuda yazarken bu fıkrayı da anlatırım…
Gördüğünüz gibi ne kadar çok yazılacak konu var…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 12 KASIM 08
Uzunca zamandır İznik’te yaşamadığım için bilinçli olarak İznik’le ilgili yazı yazmamaya özen gösteriyorum. Ancak bir İznikli olarak İznik’te neler olup bittiğini çeşitli kanallardan izliyorum.
Geçen hafta üç gün İznik’te idim. Kasabamla ve dostlarımla hasret giderdim. İznik’teki doğa ve tarih tahribatını bir kere daha gördüm ve kahroldum… Yazılarımı internetten izleyen okurlarımın, dostlarımın hoşgörüsüne sığınarak bu hafta ve birkaç hafta daha İznik yazacağım.
Önce doğa tahribatından, İznik Gölü’nden söz edeyim.
İznik’e adım atar atmaz her zaman yaptığım gibi fotoğraf makinemi kaptım ve göl kenarına gün batımı fotoğrafları çekmeye koştum. Balıkçı barınağının olduğu yerde göldeki su çekilmesini görünce çok şaşırdım. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum…
Küresel ısınma, kuraklık benim yabancısı olmadığım çevre sorunları… İki hafta önce KKTC’nin Girne kentinde VIII. Ulusal Ekoloji ve Çevre Kongresi’ndeydim. Yolculuğum sırasında uçaktan çölleşen Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın fotoğraflarını çektim.
İnsanoğlu ölümü bilir, tanır. Her ölüme üzülür ama kendi yakınlarının ölümü insanı daha çok sarsar. Benimki de öyle oldu. Genel olarak güzel yurdumun göllerinin, nehirlerinin kurumasına üzülüyorum ama İznik Gölü’nün ölümü beni ayrı kahretti… Çünkü çocukluğum, gençliğim bu gölde geçti. Ne güzel fotoğraflarını çektim. Fotoğraf dostlarımla gururla paylaştım. İlk akşam fotoğraf çekemeden döndüm.
Balıkçı barınağından Darka yönüne yürümek, sazlıklardaki mekelerin, balıkçılların fotoğraflarını çekmek istedim ama hevesim kursağımda kaldı. Gölde küresel ısınmanın, kuraklığın tahribatı yetmiyormuş gibi gölümüzün bir düşmanı daha varmış meğer… İznik’in yerel yönetimi…
Bu alandaki tüm sazlıkları kesmişler, göl kuşlarının yuvalarını yıkmışlar…Halkın piknik alanını da tel örgüyle çevirmişler… Birilerine golf sahası yapmak için ihale ile kiraya vermişler… Olacak şey değil.
İznik Gölü kenarında halkın en çok kullandığı alanlarda 5 yıldır 5 kuruşluk yatırım yapmayan İznik Belediyesi gölün en güzel yerine golf sahası yaptıracakmış…
Buradan bir soru soruyorum. İznik’te kaç kişi golf oynuyor Allah aşkına ? Bırakın İznik’i Türkiye’de kaç kişi golf oynuyor ? İznik’in bütün sorunlarını çözdünüz de bir golf sahası mı eksik kaldı ?
Beş yıldır İznik’te söz verdiği hiçbir işi gerçekleştiremeyen, İznik tarihinin en beceriksiz Belediye yönetimi İznik halkına golf sahası yapıyor… Artık İznik’e ne çok turist gelir, İznik’ten ne golf şampiyonları yetişir kim bilir…
Gelecek yıl Mart ayında yerel seçimler yapılacak… Bütün yurtta siyaset kazanı kaynıyor. Anladığım kadarıyla AKP’nin önümüzdeki yerel seçimde de adayı golf şampiyonu Kadri Eryılmaz…Karşısına yine CHP’den seçim kaybetme şampiyonu Erdoğan Savaş çıkacak… Diğer partiler ise geçen seçimden beri uykudalar…Vah İznik’im vah…
İleriki haftalarda hem bu yerel seçim konusuna hem de Ayasofya’nın restorasyonunda yaşanan rezalete değineceğim…
Bu arada iki hafta önce sözünü ettiğim Müşküleli Fevzi KAVUK’un yaşamının anlatıldığı “Çınarlı Köyün Muhtarı” kitabını okumayı bitirdim. Şimdi İznikli tarihçi araştırmacı dostum Recep BOZKURT’un İznik Mavi Çini yayını olarak çıkan “İZNİK Dün-Bugün-Yarın 1” kitabını okuyorum. Bir fırsatını bulduğumda bu iki kitapla ilgili de yazmak istiyorum.
Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının üzerinden tam 70 yıl geçti. Ama Türkiye bu günlerde Atatürk’ü değil “Mustafa” yı tartışıyor… Bu cümleden sonra 70’li yıllarda çok anlatılan bir Lenin fıkrası aklıma geliyor… Mustafa filmini görünce bu konuda yazarken bu fıkrayı da anlatırım…
Gördüğünüz gibi ne kadar çok yazılacak konu var…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 12 KASIM 08
3 Kasım 2008 Pazartesi
Ölümünden bir yıl sonra ERDAL İNÖNÜ
*
*
Ölümünden bir yıl sonra ERDAL İNÖNÜ
Geçen yıl bugün yani 5 Kasım 07 tarihli DOĞUŞ’ taki yazımın başlığı “ERDAL İNÖNÜ” idi.
Erdal İnönü, fizikçi, bilim adamı, bilge ve siyasetçi olduğu kadar davranışları ve esprileriyle kendini topluma sevdirmiş mükemmel bir insandı. O’nu tanıyan herkesin onunla ilgili mutlaka insanı gülümseten bir anısı vardır…
Geçen yıl 31 Ekim’de ABD’de kanser tedavisi görürken zatürreden kaybettiğimiz ve 4 Kasım’da İstanbul’da toprağa verdiğimiz Erdal İnönü için bu yıl 2 Kasım Pazar günü İstanbul’da 10 Aralık Hareketi’nin düzenlediği “ERDAL İNÖNÜ’YÜ ANIYORUZ” toplantısına katıldım.
Eşi Sevinç İnönü’nün de katıldığı anma toplantısının ilk bölümünde Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu onun bilim adamı yönünü, siyasetçi Şule Bucak siyasetçi yönünü ve DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi sendikal harekete verdiği desteği ile ilgili anılarını anlattılar.
Toplantının ikinci bölümünde 10 Aralık Hareketi sözcüsü Prof. Dr. Burhan Şenatalar’ın yönettiği panelde ;
AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) eski yargıcı Rıza Tülümen, Prof.Dr. Şule Kut ve Koral Göymen konuşmacı olarak katıldılar. Türkiye’nin ve sosyal demokrasinin geleceği ile ilgili sorunlara değindiler.
Bu toplantıdan edindiğim kişisel izlenimimi paylaşmak isterim.
Mevcut yönetimiyle CHP sosyal demokrasiden uzaklaşıp milliyetçi bir çizgiye kaymıştır. Bu milliyetçi çizgisi ile ana muhalefet partisi CHP’nin AKP’ye alternatif olması mümkün olmadığı gibi Türkiye’nin sorunlarına proje ve çözüm üretmesi de mümkün görünmüyor.
Türkiye’nin acilen gerçekten sosyal demokrat bir partiye gereksinmesi var. Sosyal demokrat bir partiyi gerektiğinde eleştirecek, gerektiğinde onunla işbirliği yapacak sosyalist bir partinin kurulması da kaçınılmazdır.
Türkiye’de sol bir çıkış arıyor. Bu çıkışın kişilerin kaprisleri, günlük politikaları ve pazarlıkları ile olması mümkün değildir. Sözüm ona milliyetçi ve ulusalcı söylemlerle ne Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulunur ne de iktidar olunur.
Günümüz Türkiye’si ABD ve AB emperyalizminin işbirlikçisi politikaların tutsağı olarak siyasi partilerinin dini tarikatlara ve cemaatlere dönüştüğü, parti liderlerinin şeyhleştiği, seçmenlerin ise özgür birey olmak yerine şeyhe kendini teslim etmiş müritlere dönüştüğü karanlık bir yoldan ortaçağın karanlığına doğru sürüklenmektedir.
Dini tarikat ve cemaatlerin, şeyhlerin, müritlerin egemen olduğu bir ülkede özgürlükten ve demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Dini bağnazlıktan kurtulmanın yolu dini bağnazlığın yedek lastiği milliyetçilik olmadığı gibi ulusalcılığı milliyetçilikle karıştıran bir sosyal demokrasi de olamaz.
Anti emperyalist ve anti kapitalist olmadan, emeğe, demokrasiye, evrensel hukuka saygılı olmadan solcu, sosyal demokrat ve sosyalist de olunamaz. Günümüz dünyasında küresel emperyalist savaş çılgınlığına, vahşi kapitalist sömürü sistemine karşı kitlelere ancak ilkeli bir sol ve sosyalist örgütlülük çözüm ve umut olabilir. Tartışılması gereken bunun ilkeleri ve nasıl olabilirliğidir. Ben böyle düşünüyorum. Farklı düşünen arkadaşlarıma da saygı duyarım.
47 yıl sonra DEVRİM…
Bugünlerde Can Dündar’ın yaptığı “ Mustafa” filmi çok tartışılıyor. Doğal olarak filmi beğenenler de beğenmeyenler de var. Ben filmi henüz görmediğim için görüş bildirmem mümkün değil. Ancak “Mustafa” filmi kadar ilgiyi ve tartışmayı hak eden bir film gördüm. Tolga Örnek’in “ DEVRİM ARABALARI - Ya yaparsak !...” Ben filmi çok beğendim. Tüm dostlarımın da izlemesini dilerim. Filmin kendi tanıtım sitesinden kısa öyküsünü sizinle paylaşmak isterim.
“ 16 Haziran 1961 . Devlet Başkanı Cemal Gürsel tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreder ve görevin TCDD işletmesine verildiği bildirilir. O gün orada bulunan 23 mühendis bu emri "Türk insanının makûs talihine karşı bir meydan okuma" olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlanır. Çalışma mekanı olarak Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atölyesi seçilir.
Zaman müthiş dardır. Ekibin Cumhuriyet Bayramı' na kadar yalnızca 130 günü vardır. Türkiye’nin ilk yerli otomobili olacak eserin adı da konmuştur: “Devrim”.
“Devrim Arabaları” azmin ve birbirine inanan insanların neleri başarabileceğini gösteren, bu topraklarda yaşanmış bir başarı öyküsüdür… Hikaye, bu aracı üretme görevini üstlenmiş 23 mühendisin kariyerlerini ve aile hayatlarını riske atarak girdikleri bu üretim macerasında zamanla, yoklukla, politikayla, karşılarına çıkan sayısız engelle mücadelelerini anlatır. Aslında anlatılan bir inanç ve azim öyküsüdür.
“Devrim Arabaları” Türk mühendisinin ve işçisinin, 20 sene öncesine kadar toplu iğne dahi üretemeyen bir ülkede kalkıştıkları bu meydan okumayı, bugün her şeye kolayca sahip olan nesillere, idealist zihniyeti ve zaferi de aktararak yaşattıkları bir birlik ve başarı öyküsüdür.”
47 yıl önce zor koşullarda kapitalist sistemin işbirlikçisi dönem bürokratlarının ve siyasilerinin engellerine karşın azim ve kararlılıkla “DEVRİM” isimli arabaları imal etmeyi başaran mühendis ve işçilerimiz bugün gereksinim duyduğumuz toplumsal devrimi inşa edecek bir sosyalist partiyi neden inşa edemesin ? Yeter ki toplum olarak emeğe, emekçiye saygı duyalım, inanalım ve güvenelim. Bugün bu koşullarda zor hatta imkansız gibi görünüyor ama “ Ya yaparsak !...”
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 5 KASIM 08
*
Ölümünden bir yıl sonra ERDAL İNÖNÜ
Geçen yıl bugün yani 5 Kasım 07 tarihli DOĞUŞ’ taki yazımın başlığı “ERDAL İNÖNÜ” idi.
Erdal İnönü, fizikçi, bilim adamı, bilge ve siyasetçi olduğu kadar davranışları ve esprileriyle kendini topluma sevdirmiş mükemmel bir insandı. O’nu tanıyan herkesin onunla ilgili mutlaka insanı gülümseten bir anısı vardır…
Geçen yıl 31 Ekim’de ABD’de kanser tedavisi görürken zatürreden kaybettiğimiz ve 4 Kasım’da İstanbul’da toprağa verdiğimiz Erdal İnönü için bu yıl 2 Kasım Pazar günü İstanbul’da 10 Aralık Hareketi’nin düzenlediği “ERDAL İNÖNÜ’YÜ ANIYORUZ” toplantısına katıldım.
Eşi Sevinç İnönü’nün de katıldığı anma toplantısının ilk bölümünde Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu onun bilim adamı yönünü, siyasetçi Şule Bucak siyasetçi yönünü ve DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi sendikal harekete verdiği desteği ile ilgili anılarını anlattılar.
Toplantının ikinci bölümünde 10 Aralık Hareketi sözcüsü Prof. Dr. Burhan Şenatalar’ın yönettiği panelde ;
AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) eski yargıcı Rıza Tülümen, Prof.Dr. Şule Kut ve Koral Göymen konuşmacı olarak katıldılar. Türkiye’nin ve sosyal demokrasinin geleceği ile ilgili sorunlara değindiler.
Bu toplantıdan edindiğim kişisel izlenimimi paylaşmak isterim.
Mevcut yönetimiyle CHP sosyal demokrasiden uzaklaşıp milliyetçi bir çizgiye kaymıştır. Bu milliyetçi çizgisi ile ana muhalefet partisi CHP’nin AKP’ye alternatif olması mümkün olmadığı gibi Türkiye’nin sorunlarına proje ve çözüm üretmesi de mümkün görünmüyor.
Türkiye’nin acilen gerçekten sosyal demokrat bir partiye gereksinmesi var. Sosyal demokrat bir partiyi gerektiğinde eleştirecek, gerektiğinde onunla işbirliği yapacak sosyalist bir partinin kurulması da kaçınılmazdır.
Türkiye’de sol bir çıkış arıyor. Bu çıkışın kişilerin kaprisleri, günlük politikaları ve pazarlıkları ile olması mümkün değildir. Sözüm ona milliyetçi ve ulusalcı söylemlerle ne Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulunur ne de iktidar olunur.
Günümüz Türkiye’si ABD ve AB emperyalizminin işbirlikçisi politikaların tutsağı olarak siyasi partilerinin dini tarikatlara ve cemaatlere dönüştüğü, parti liderlerinin şeyhleştiği, seçmenlerin ise özgür birey olmak yerine şeyhe kendini teslim etmiş müritlere dönüştüğü karanlık bir yoldan ortaçağın karanlığına doğru sürüklenmektedir.
Dini tarikat ve cemaatlerin, şeyhlerin, müritlerin egemen olduğu bir ülkede özgürlükten ve demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Dini bağnazlıktan kurtulmanın yolu dini bağnazlığın yedek lastiği milliyetçilik olmadığı gibi ulusalcılığı milliyetçilikle karıştıran bir sosyal demokrasi de olamaz.
Anti emperyalist ve anti kapitalist olmadan, emeğe, demokrasiye, evrensel hukuka saygılı olmadan solcu, sosyal demokrat ve sosyalist de olunamaz. Günümüz dünyasında küresel emperyalist savaş çılgınlığına, vahşi kapitalist sömürü sistemine karşı kitlelere ancak ilkeli bir sol ve sosyalist örgütlülük çözüm ve umut olabilir. Tartışılması gereken bunun ilkeleri ve nasıl olabilirliğidir. Ben böyle düşünüyorum. Farklı düşünen arkadaşlarıma da saygı duyarım.
47 yıl sonra DEVRİM…
Bugünlerde Can Dündar’ın yaptığı “ Mustafa” filmi çok tartışılıyor. Doğal olarak filmi beğenenler de beğenmeyenler de var. Ben filmi henüz görmediğim için görüş bildirmem mümkün değil. Ancak “Mustafa” filmi kadar ilgiyi ve tartışmayı hak eden bir film gördüm. Tolga Örnek’in “ DEVRİM ARABALARI - Ya yaparsak !...” Ben filmi çok beğendim. Tüm dostlarımın da izlemesini dilerim. Filmin kendi tanıtım sitesinden kısa öyküsünü sizinle paylaşmak isterim.
“ 16 Haziran 1961 . Devlet Başkanı Cemal Gürsel tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreder ve görevin TCDD işletmesine verildiği bildirilir. O gün orada bulunan 23 mühendis bu emri "Türk insanının makûs talihine karşı bir meydan okuma" olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlanır. Çalışma mekanı olarak Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atölyesi seçilir.
Zaman müthiş dardır. Ekibin Cumhuriyet Bayramı' na kadar yalnızca 130 günü vardır. Türkiye’nin ilk yerli otomobili olacak eserin adı da konmuştur: “Devrim”.
“Devrim Arabaları” azmin ve birbirine inanan insanların neleri başarabileceğini gösteren, bu topraklarda yaşanmış bir başarı öyküsüdür… Hikaye, bu aracı üretme görevini üstlenmiş 23 mühendisin kariyerlerini ve aile hayatlarını riske atarak girdikleri bu üretim macerasında zamanla, yoklukla, politikayla, karşılarına çıkan sayısız engelle mücadelelerini anlatır. Aslında anlatılan bir inanç ve azim öyküsüdür.
“Devrim Arabaları” Türk mühendisinin ve işçisinin, 20 sene öncesine kadar toplu iğne dahi üretemeyen bir ülkede kalkıştıkları bu meydan okumayı, bugün her şeye kolayca sahip olan nesillere, idealist zihniyeti ve zaferi de aktararak yaşattıkları bir birlik ve başarı öyküsüdür.”
47 yıl önce zor koşullarda kapitalist sistemin işbirlikçisi dönem bürokratlarının ve siyasilerinin engellerine karşın azim ve kararlılıkla “DEVRİM” isimli arabaları imal etmeyi başaran mühendis ve işçilerimiz bugün gereksinim duyduğumuz toplumsal devrimi inşa edecek bir sosyalist partiyi neden inşa edemesin ? Yeter ki toplum olarak emeğe, emekçiye saygı duyalım, inanalım ve güvenelim. Bugün bu koşullarda zor hatta imkansız gibi görünüyor ama “ Ya yaparsak !...”
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 5 KASIM 08
29 Ekim 2008 Çarşamba
Cumhuriyet’in 85.Yılında NEREYE GİDİYORUZ ?
*
Türkiye Cumhuriyeti bugün 85.yılını kutluyor… Bugün Ankara’da, tüm illerde ve ilçelerde, meydanlarda, hipodromlarda, stadyumlarda resmi törenler yapılacak. Askerler, polisler, öğrenciler bu törenlerde askeri ve sivil erkanın bulunduğu tribünleri selamlayarak geçit resmi yapacaklar. Askeri ve sivil erkanda yan yana kimi yerde bir araç üstünde kimi yerde yürüyerek törenlere katılanların ve halkın bayramlarını kutlayacaklar. Hamasi kahramanlık ve birlik, beraberlik nutukları atılacak, şiirler okunacak. Anıtkabir yine bayraklı insanlarla dolup taşacak. Televizyonlar bu törenleri naklen verecek. Yarın tüm gazeteler “Cumhuriyet Bayramını Coşkuyla Kutladık !” başlıkları atacak…
Gerçekten bu yıl da Cumhuriyet Bayramı coşkuyla mı kutlanacak ? Yani bu bayram da tüm ulus askeri ve sivili ile birlik ve beraberlik içinde mi ? Bana hiç öyle gelmiyor…
Gelin şu birlik ve beraberlik manzarasını birlikte seyredelim…
Ülkenin güney doğusundaki dağlarda 25 yıldır kirli bir savaş sürüyor. Şehit cenazeleri geliyor. Bazen 15 , bazen 20… Kentlerde bir haftadır çatışmalar sürüyor…
Geçen yıl Cumhuriyet mitingleri düzenleyenler, bu mitinglerde bayrak sallayanlar “ Türkiye laiktir, laik kalacaktır ! “ diye slogan atanlar Silivri’de Ergenekon Davası’nda yargılanıyor…
Geçen yıl 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47 oy olan iktidar partisi AKP daha bir yıl dolmadan Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak saptanıyor ve kapatılmaktan kıl payı kurtuluyor. Hafta sonu 8 ilde türbanı yasaklayan Anayasa Mahkemesi lanetleniyor.
İktidar, muhalefet ilişkilerine bakın… Gazetelerin başlıklarına bakın… Ülkedeki kavganın, ayrışmanın boyutlarını görün.
Bütün bunlar bu Cumhuriyet Bayramı’nda sergilenen birlik ve beraberlik sahnelerinin ne kadar yapmacık olduğunu göstermiyor mu ?
İşte bu nedenle bu bayram için yapılan resmi törenlerin benim gözümde hiçbir anlamı yok. Çünkü bu kutlamalarda konuşan bazı siyasilerin, bürokratların hamasi nutuklarının sahte olduğunu, bizzat kendilerinin Cumhuriyet’e inanmadıklarını, Cumhuriyet’i yıkmak için yemin etmiş tarikat şeyhleri ile ilişkilerini bilmek doğrusu midemi bulandırıyor.
Cumhuriyet’in 85.yılındaki bu manzara sizi mutlu ediyor mu ? Doğrusu beni hiç mutlu etmiyor. Oysa biz Cumhuriyet’in 85.yılında bunları mı tartışmalıydık ?
Bu 85 yılda geldiğimiz noktada Cumhuriyet’in temel hedeflerinden biri olan çağdaşlaşma kavramını tartışmak isterdim. Bu tartışma için bundan 35 yıl önce yani 1973 yılında Cumhuriyet’in 50. yılı için Prof.Dr. Niyazi Berkes’in “ Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabından ve Prof. Dr. Emre Kongar’ın 99 yılında Kıbrıs’ta yapılan Niyazi Berkes Sempozyumundaki sunumundan alıntılanmış birkaç paragraf okumaya ne dersiniz ? Belki biraz ufkumuz açılır.
“ 3) Berkes'te Çağdaşlaşma Kavramı.
Bütün bu açıklamaları yapan Berkes, sekülerleşme ile çağdaşlaşma arasındaki ilişikiyi kesin bir biçimde, "secularism sözcüğü bu çağdaşlaşma sözcüğüne hem anlam, hem köken açısından daha yakındır, hatta onun tam karşılığıdır," diyerek tanımlamıştır. (s.16).
Berkes, din ve devlet ayrımını vurgulayan laiklik kavramından çok daha kapsamlı olduğunu düşündüğü çağdaşlaşma terimi ile ifade ettiği değişme sürecini şöyle tanımlar:
"Değer ölçüleri olmayan hiç bir toplum yoktur; ancak bazı değerler zamanın gereklerine göre değişeceğine, zamanla katılaşma, kireçleşme eğilimi gösterirler. Bu, bize üç şeyi anlatır: toplumun insanları arasında birbirine çok yapışık bir birlik vardır; kişiler değişmez kurallara uyarak yaşamayı çok rahat ve kolay bulurlar; toplumları, yaşlanan kişilerin damarlarının sertleşmesi gibi katılaşmıştır. Kişiler böyle bir durumu çok beğenirler. Ancak değişme zorunluklarının sillesini yemeyen toplum da yoktur. Zamanın yumrukları altında bazı kişiler, alışık oldukları ölçüleri bırakmaya, bazılarını gizli ya da açıkça çiğnemeye; bazıları da dışardan yeni kurallar almaya, ya da kendileri yeni kurallar geliştirmeye başlarlar. Bunu yapanların iç hayatında ise çatışmalar başlar, bunun da sayısız görüntüleri vardır.
"Bir toplumda en yüksek sayılan değerler, özellikle böyle zamanlarda, dinsel değerler kılığına girmeye de eğilimlidirler. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen bir çok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imiş gibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, ‘layikleşme'sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu, bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imiş gibi gözüküyor ve burada laicisme ile secularism terimlerinin anlamları, ayrı sözcük kökenlerinden geldiği halde, birbirlerine uyuyor". (s.17).
Daha sonra Berkes, "çağdaşlaşma" ile "dinselleşme" arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ederek, "dinselleşme" sürecini esas olarak değişmenin zorladığı "çağdaşlaşma"nın başlattığını belirtir:
"… bir toplumda değişme zorunlukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek, çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok işler, değişme yağmuru karşısında, bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar. Örneğin, ilerde göreceğimiz gibi, sırf devlet işlerinde suçlu görülen bir Sadrazam, ‘dine ihanet etmiş bir kişi olarak' öldürülür. Demek ki, ‘çağdaşlaşma' ile ‘dinselleşme' birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleleşme, çağdaşlaşmaya karşı, kaplumbağanın kabuğuna cekilmesi gibi bir korunma çabasıdır. Bu eserde de göreceğimiz gibi, her çağdaşlaşma döneminin arkasından bir dinselleşme humması başlar". (ss. 17-18).
Berkes için çağdaşlaşma, özet olarak "kutsal kuralların" sarsılması sorunudur. Bu ise, laiklik ile ifade edilen, din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından çok daha kapsamlı bir süreçtir:
"Şu halde, çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, etkisizleşmesi sorunudur. Bu alanın (hiç değilse bazı kişilerin yaşamında) hemen hemen hiçe inmesi eğilimi olduğu için, buna karşı olanlar ‘gerici' adını hak ederler. Bu nitelikle başını kaldırdığı ya da ‘dur, olamaz' diye kolunu kaldırdığı zaman başka çeşitten bir savaş başlar. Bu savaş artık din-devlet savaşı değil, ileri-geri savaşı olur. İlerleme ve gelişme ile tutma ve denge gibi iki amacı gerçekleştirme çabası biçimin alır. Hatta kimi zaman halk-devlet arası çatışma, aydın-yobaz arası çekişme, ya da dengeleşme, millet-devleti, millet-toplumu olma biçimine de girer".(s.20). “
( http://www.kongar.org/makaleler/mak_ni.php )
(* Meraklısına Not : Prof.Dr.Niyazi Berkes’in 1973 baskısı kitabı piyasada bulunmamaktadır. Kitap YKY tarafından 2002 yılında yeniden basılmıştır.)
Tüm olumsuzluklara karşın Cumhuriyet’in 85.yılı ve Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 29 EKİM 08
Türkiye Cumhuriyeti bugün 85.yılını kutluyor… Bugün Ankara’da, tüm illerde ve ilçelerde, meydanlarda, hipodromlarda, stadyumlarda resmi törenler yapılacak. Askerler, polisler, öğrenciler bu törenlerde askeri ve sivil erkanın bulunduğu tribünleri selamlayarak geçit resmi yapacaklar. Askeri ve sivil erkanda yan yana kimi yerde bir araç üstünde kimi yerde yürüyerek törenlere katılanların ve halkın bayramlarını kutlayacaklar. Hamasi kahramanlık ve birlik, beraberlik nutukları atılacak, şiirler okunacak. Anıtkabir yine bayraklı insanlarla dolup taşacak. Televizyonlar bu törenleri naklen verecek. Yarın tüm gazeteler “Cumhuriyet Bayramını Coşkuyla Kutladık !” başlıkları atacak…
Gerçekten bu yıl da Cumhuriyet Bayramı coşkuyla mı kutlanacak ? Yani bu bayram da tüm ulus askeri ve sivili ile birlik ve beraberlik içinde mi ? Bana hiç öyle gelmiyor…
Gelin şu birlik ve beraberlik manzarasını birlikte seyredelim…
Ülkenin güney doğusundaki dağlarda 25 yıldır kirli bir savaş sürüyor. Şehit cenazeleri geliyor. Bazen 15 , bazen 20… Kentlerde bir haftadır çatışmalar sürüyor…
Geçen yıl Cumhuriyet mitingleri düzenleyenler, bu mitinglerde bayrak sallayanlar “ Türkiye laiktir, laik kalacaktır ! “ diye slogan atanlar Silivri’de Ergenekon Davası’nda yargılanıyor…
Geçen yıl 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47 oy olan iktidar partisi AKP daha bir yıl dolmadan Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak saptanıyor ve kapatılmaktan kıl payı kurtuluyor. Hafta sonu 8 ilde türbanı yasaklayan Anayasa Mahkemesi lanetleniyor.
İktidar, muhalefet ilişkilerine bakın… Gazetelerin başlıklarına bakın… Ülkedeki kavganın, ayrışmanın boyutlarını görün.
Bütün bunlar bu Cumhuriyet Bayramı’nda sergilenen birlik ve beraberlik sahnelerinin ne kadar yapmacık olduğunu göstermiyor mu ?
İşte bu nedenle bu bayram için yapılan resmi törenlerin benim gözümde hiçbir anlamı yok. Çünkü bu kutlamalarda konuşan bazı siyasilerin, bürokratların hamasi nutuklarının sahte olduğunu, bizzat kendilerinin Cumhuriyet’e inanmadıklarını, Cumhuriyet’i yıkmak için yemin etmiş tarikat şeyhleri ile ilişkilerini bilmek doğrusu midemi bulandırıyor.
Cumhuriyet’in 85.yılındaki bu manzara sizi mutlu ediyor mu ? Doğrusu beni hiç mutlu etmiyor. Oysa biz Cumhuriyet’in 85.yılında bunları mı tartışmalıydık ?
Bu 85 yılda geldiğimiz noktada Cumhuriyet’in temel hedeflerinden biri olan çağdaşlaşma kavramını tartışmak isterdim. Bu tartışma için bundan 35 yıl önce yani 1973 yılında Cumhuriyet’in 50. yılı için Prof.Dr. Niyazi Berkes’in “ Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabından ve Prof. Dr. Emre Kongar’ın 99 yılında Kıbrıs’ta yapılan Niyazi Berkes Sempozyumundaki sunumundan alıntılanmış birkaç paragraf okumaya ne dersiniz ? Belki biraz ufkumuz açılır.
“ 3) Berkes'te Çağdaşlaşma Kavramı.
Bütün bu açıklamaları yapan Berkes, sekülerleşme ile çağdaşlaşma arasındaki ilişikiyi kesin bir biçimde, "secularism sözcüğü bu çağdaşlaşma sözcüğüne hem anlam, hem köken açısından daha yakındır, hatta onun tam karşılığıdır," diyerek tanımlamıştır. (s.16).
Berkes, din ve devlet ayrımını vurgulayan laiklik kavramından çok daha kapsamlı olduğunu düşündüğü çağdaşlaşma terimi ile ifade ettiği değişme sürecini şöyle tanımlar:
"Değer ölçüleri olmayan hiç bir toplum yoktur; ancak bazı değerler zamanın gereklerine göre değişeceğine, zamanla katılaşma, kireçleşme eğilimi gösterirler. Bu, bize üç şeyi anlatır: toplumun insanları arasında birbirine çok yapışık bir birlik vardır; kişiler değişmez kurallara uyarak yaşamayı çok rahat ve kolay bulurlar; toplumları, yaşlanan kişilerin damarlarının sertleşmesi gibi katılaşmıştır. Kişiler böyle bir durumu çok beğenirler. Ancak değişme zorunluklarının sillesini yemeyen toplum da yoktur. Zamanın yumrukları altında bazı kişiler, alışık oldukları ölçüleri bırakmaya, bazılarını gizli ya da açıkça çiğnemeye; bazıları da dışardan yeni kurallar almaya, ya da kendileri yeni kurallar geliştirmeye başlarlar. Bunu yapanların iç hayatında ise çatışmalar başlar, bunun da sayısız görüntüleri vardır.
"Bir toplumda en yüksek sayılan değerler, özellikle böyle zamanlarda, dinsel değerler kılığına girmeye de eğilimlidirler. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen bir çok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imiş gibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, ‘layikleşme'sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu, bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imiş gibi gözüküyor ve burada laicisme ile secularism terimlerinin anlamları, ayrı sözcük kökenlerinden geldiği halde, birbirlerine uyuyor". (s.17).
Daha sonra Berkes, "çağdaşlaşma" ile "dinselleşme" arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ederek, "dinselleşme" sürecini esas olarak değişmenin zorladığı "çağdaşlaşma"nın başlattığını belirtir:
"… bir toplumda değişme zorunlukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek, çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok işler, değişme yağmuru karşısında, bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar. Örneğin, ilerde göreceğimiz gibi, sırf devlet işlerinde suçlu görülen bir Sadrazam, ‘dine ihanet etmiş bir kişi olarak' öldürülür. Demek ki, ‘çağdaşlaşma' ile ‘dinselleşme' birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleleşme, çağdaşlaşmaya karşı, kaplumbağanın kabuğuna cekilmesi gibi bir korunma çabasıdır. Bu eserde de göreceğimiz gibi, her çağdaşlaşma döneminin arkasından bir dinselleşme humması başlar". (ss. 17-18).
Berkes için çağdaşlaşma, özet olarak "kutsal kuralların" sarsılması sorunudur. Bu ise, laiklik ile ifade edilen, din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından çok daha kapsamlı bir süreçtir:
"Şu halde, çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, etkisizleşmesi sorunudur. Bu alanın (hiç değilse bazı kişilerin yaşamında) hemen hemen hiçe inmesi eğilimi olduğu için, buna karşı olanlar ‘gerici' adını hak ederler. Bu nitelikle başını kaldırdığı ya da ‘dur, olamaz' diye kolunu kaldırdığı zaman başka çeşitten bir savaş başlar. Bu savaş artık din-devlet savaşı değil, ileri-geri savaşı olur. İlerleme ve gelişme ile tutma ve denge gibi iki amacı gerçekleştirme çabası biçimin alır. Hatta kimi zaman halk-devlet arası çatışma, aydın-yobaz arası çekişme, ya da dengeleşme, millet-devleti, millet-toplumu olma biçimine de girer".(s.20). “
( http://www.kongar.org/makaleler/mak_ni.php )
(* Meraklısına Not : Prof.Dr.Niyazi Berkes’in 1973 baskısı kitabı piyasada bulunmamaktadır. Kitap YKY tarafından 2002 yılında yeniden basılmıştır.)
Tüm olumsuzluklara karşın Cumhuriyet’in 85.yılı ve Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 29 EKİM 08
19 Ekim 2008 Pazar
Çınarlı Köyün Muhtarı FEVZİ KAVUK
*
Nazım Hikmet ölümünden 10 yıl önce yazdığı “Vasiyet” isimli şiirinin sonunda şöyle der :
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-Öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani... “
Nazım Hikmet “Şeyh Bedreddin Destanı” nda İznik Gölü ve İznik’e önemli bir yer ayırır.
“ Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.
(…)
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez. “
Nazım Hikmet’in birinci ölüm yıl dönümü olan 3 Haziran 1964 tarihinde İznik’in Müşküle Köyü’nde O’nun vasiyetini yerine getirmek üzere 5-6 kişi bir araya gelir ve İznik Gölü’ne nazır bir zeytinliğin içine bir çınar dikerler. Nazım Hikmet’in mezarı bir gün Türkiye’ye getirilirse Nazım oraya gömülsün diye… Kimdir bu beş kişi… Bursa Hapishanesinde Nazım Hikmet’i tanıyan Müşküleli İsmail Başaran, köyün genç muhtarı Fevzi Kavuk, çınarın dikildiği zeytinliğin sahibi Rıfat Talan ve Bursa’dan gelen yine Nazım Hikmet’in hapishane arkadaşı ressam İbrahim Balaban ve Mimar Emin Canpolat…
O gün dikilen çınar bugün ne yazık ki yaşamıyor. Hikayesi uzun… Tıpkı Müşküle Köyü’nün 20 yıl arlıksız muhtarlığını yapan Fevzi Kavuk’un hikayesi gibi.
Müşküle Köyü’nde muhtarlık yaptığı 20 yıl içinde (25 Ağustos 60 – 12 Eylül 80) ilk sosyalist köy muhtarı olması, 65 ve 69 seçimlerinde Bursa’dan milletvekili adayı olduğu TİP’ in ( Türkiye İşçi Partisi) oyların büyük çoğunluğunu alması nedeniyle Müşküle Köyü Türkiye’nin sosyalistlerinin ve aydınlarının ilgi noktası haline gelmiştir. O yıllardan beri Müşküle Köyü “ Çınarlı Köy “ ve Fevzi Kavuk “Çınarlı Köyün Muhtarı” olarak bilinir.
Gemlikli yazar Hasan Öztürk, Fevzi Kavuk’un çileli yaşam öyküsünü biyografik roman olarak yazmış… TÜSTAV (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) yayınlarından çıkan “Çınarlı Köyün Muhtarı” isimli bu kitabı ben de bugün yani 19 Ekim’de aldım. Bugün Tüstav’ın İstanbul Beyoğlu’nda düzenlediği tanıtım toplantısına katıldım. Kitabın yazarı Hasan Öztürk ve kitabın kahramanı Çınarlı Köyün Muhtarı Fevzi Kavuk’un söyleşisini dinledim… Toplantı sonunda kitabımı ikisine de imzalattım.
Eve gelir gelmez kitabı şöyle bir karıştırdım ve hemen okumaya başladım. Toplantı sırasında Fevzi Abi’yi dinlerken 48 yıl öncesinin İznik’ine gittim, geldim…60’lı,70’li ve 80’li yılları anımsadım… 31 yıl önce İznik Gölü’nün kenarında bir çay bahçesinde İsmail Başaran, Fevzi Kavuk ve birkaç dostla birlikteki sohbetimizi anımsadım. O sohbetimizde de İsmail Başaran bana “Buğday Direniyor” isimli şiir kitabını vermişti. Hala saklarım.
Fevzi Kavuk’un yaşam öyküsünün biyografik olarak anlatıldığı “Çınarlı Köyün Muhtarı” isimli kitabı tüm dostlarımın, İzniklilerin ve kendisini aydın, solcu, sosyalist olarak tanımlayan herkesin okumasını dilerim. Çünkü bu kitap Fevzi Kavuk’un yaşam öyküsü olduğu kadar Müşküle’nin, İznik’in, Bursa’nın ve Türkiye solunun yakın tarihidir.
19 Ekim’deki toplantıda Fevzi Abi’nin sağlığını, özellikle hafızasını çok iyi buldum. Kendisine daha nice sağlıklı yıllar diliyorum.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 22 EKİM 08
13 Ekim 2008 Pazartesi
KAPİTALİZMİN KÜRESEL KRİZİ
*
ABD’de mortgage (morgıç) ev kredi sisteminde başlayan ekonomik kriz ABD’den sonra AB’ni, Uzak Doğu’yu, kısacası tüm dünyayı sarmış durumda. Yani kapitalizmin krizi de küreselleşti. ABD’ de uluslar arası dev şirketler, bankalar batıyor. Borsalar tepe taklak… AB’de de durum aynı. ABD’de Başkan Bush, yeni başkan adayları krizi nasıl duraklatırızın derdinde. Temsiciler Meclisi ve Senato paket üstüne paket görüşüyor. AB ülkelerinin liderleri toplantı üstüne toplantı yapıyor.
Dünyada krizden etkilenmeyen, etkilenmeyecek bir tek ülke var. Bilin bakalım neresi ? Doğru tahmin ettiniz bu küresel krizden etkilenmeyecek tek ülke Türkiye’dir. Dünya yanarken neden Türkiye’ye bir şey olmuyor ? Çünkü bizim Kasımpaşalı Başbakanımız var…
Bugün 13 Ekim 08…Gazetelerin başlıklarına, haberlerine bakıyorum.
İngiltere Başbakanı Gordon Borown krizle ilgili aldıkları tedbirleri açıklıyor.
Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız her şeye ve herkese kızdığı gibi bu kez de “Bu küresel krizden Türkiye de etkilenecek.” diyenlere kızıyor… Ve de ekliyor : "Kimse merak etmesin, evvel Allah bize bir şey olmaz..." Dünyaya ve krizine meydan okuyan Kasımpaşalı Başbakan neye güveniyor acaba ? Herhalde Türkiye de bol miktarda bulunan Şeyhlerin mucizelerine güveniyor gibi geliyor bana.
Bu araya bir parantez açayım. 5 hafta sürdürdüğüm “ TARİKATLAR VE DEMOKRASİ ” yazı dizimde bilerek son sözü söylemedim. Bir uygun zamanda bu konudaki son sözümü de söyleyeceğim. Bazı dost okurlarımın bilgisine…
Dönelim kapitalizmin şu küresel krizine. Devletler, liderler krizden kurtulmak için uğraşıyor. Batan şirketlere, bankalara destek paketleri hazırlıyorlar. Olmadı zordaki bankalara devletler el koyuyor… Sahi bu arada bir IMF vardı. Türkiye’ye 01 krizinde acı reçetelerle kriz önlemeye çalışan…Kurallarını Türkiye’nin liderlerine dikte ettiren. O IMF’nin bu krizde hiç sesi çıkmıyor… Neden acaba ? Bizim devlet bankalarını kapattıran, devlet bankacılık yapamaz diyen IMF özel bankaları devletleştiren ABD’ye ve AB ülkelerine niye karşı çıkmıyor dersiniz ?
Kapitalizmin bu küresel krizinin 29 krizinden daha derin olduğu söyleniyor. En iyi tahminle krizin ABD ekonomisinde büyüme yerine durgunluk getireceği ifade edilerek ABD’de tüketimin düşmesinin bütün dünyayı sıkıntıya sokacağı da belirtiliyor. Ve yapılan değerlendirmeye göre :
“ Avrupa Birliği ile Çin’in Amerika’ya yaptığı yaklaşık 800 milyar dolarlık ihracat azalacak.
Bu durumda Türkiye’nin AB’ye ihracatı da düşecek. Türk ekonomisi de durgunluğa girecek.
Cari açığı aşırı yüksek olan Türkiye, ekonomisini döndürmekte, borçlarını ödemekte büyük sıkıntılara düşecek. “
Son dönemde yıldızı parlayan Başbakanımızın en çok kızdığı analistlerden Erhan Göksel adını duymuş muydunuz ? Bu krizi önceden gören Verso Araştırma Şirketi Sahibi Erhan Göksel daha da ilginç şeyler söylüyor.
Erhan Göksel’in söylediklerinden birkaç satır başı… Bu görüşler tartışmaya açık görüşler. Ben sadece bilginiz olsun diye aktarıyorum. Söz Erhan Göksel’de…
Yeni bir kriz etnik savaş çıkarır
Krizin siyasi sonuçları için 3. dünya savaşı çıkabileceği yorumunda bulunan Erhan Göksel, "Eğer bu kriz, Türkiye'de tsunami etkisi oluşturursa, inşallah olmaz ama, o zaman bir Türk-Kürt savaşı çıkar. En büyük korkum bu" diye konuştu.
Amerika Sosyalist Devletleri!
2005'de ABD mortgage krizi ile 2009'da finans krizinin olacağını nasıl tahmin ettiğini anlatan Göksel, "Çünkü bu bir zincir. Kapitalizmin bugünkü politikaları çökmüştür. Bu kriz, kapitalizmin yapısal sorunudur. ABD bu krizi, para politikaları ile ötelemeye çalışıyor. ABD bir çeşit sosyalistleşiyor. Şimdi çok ilginç bir noktaya doğru gidiyor. Artık ABD'ye, İngilizce USSA, Amerika Birleşik Sosyalist Devletleri demek lazım" dedi.
Bütün bunlar, kapitalizmin küreselleşme politikalarının çöktüğünün işareti" diye konuştu.
Krizin Avrupa'ya yansımasını göstermemek için rakamların saklandığını belirten Göksel, "Avrupa, ABD'den daha kötü durumda. Çünkü ABD'de kriz olursa, ki olacağına kuşku yok, 2009'un başında bu işin olacağı görünüyor. 3-4 ay sonra. O zaman ABD'de yüzde 60'ını ihraç eden AB, en ağır patronu kaybetmiş olacak" dedi.
Aynı tehlikenin Türkiye için de geçerli olduğunu belirten Göksel, " Biz de ihracatımızın yüzde 58'ini Avrupa'ya yapıyoruz. Avrupa çökerse, Türkiye de çökecek. Bu bir zincir. Çünkü bütün dünya düzeni, bir kapitalist düzen. Bütün pazarlar birbirine bağlı. Bunun adı da zaten, küreselleşme veya küresel kapitalizm dedikleri olay" dedi.
Krizin siyasi sonuçları
Finans krizinin dünya ve Türkiye siyasetine etkisini de değerlendiren Erhan Göksel, "Eğer ABD, bugün dünyadaki kapitalizmi kendisine uydurarak komünist devlet olmasına rağmen kapitalist kurallarla oynayan Çin ile yeniden masaya oturup dünyadaki paylaşım alanları yeniden değerlendirmezse 3. dünya savaşı çıkacaktır. Tıpkı kapitalizmin kendi iç çelişkisi nedeniyle çıkan 1 ve 2. dünya savaşında olduğu gibi. Ama ABD küresel dünyanın liderliğinde bunu gördüğünü biliyorum. Genel eğilim Çin ile masaya oturmak yönünde. Dünyayı bir çeşit ikinci Yalta gibi yeniden paylaşacaklardır. Paylaşmazsa ABD kapitalizminin sonu gelecektir" dedi.
Türkiye'ye etkisini de değerlendiren Erhan Göksel, "Benim bir tezim var: 'Siyasette hangi vitesle iktidara çıkarsanız, o vitesle inersiniz'. AKP yolsuzluk ve yoksulluk viteslerine kullanarak iktidar oldu. Şimdi yolsuzluk konusunda ciddi töhmet altına girdi. Yıpranıyor. Ama bundan da önemlisi, yoksulluk vitesiyle inecektir. En büyük kriter bu. Eğer bir kriz olursa, Türk halkı fakirleşecektir, yoksullaşacaktır. Bu AKP'nin ciddi biçimde sonunu getirecektir" dedi.
Göksel, "Türk halkının muhafazakar kimliği, bölge ve İsrail politikalarından dolayı, ben Türkiye'de AKP tabanının üzerine yükselecek başka bir alternatif hareketin yelkenlerinin şişeceğini düşünüyorum. Ama dünyadaki her ekonomik kriz, etnik savaşları ve çatışmaları tetiklemiştir. Şayet, Türkiye'de ekonomik bir deprem olursa, inşallah olmaz ama, o zaman bir Türk-Kürt savaşı çıkar. En büyük korkum bu" dedi.
Erdoğan'a eleştiri
Türkiye'nin bu krizden fırsat çıkarabileceğini söyleyen Başbakan Erdoğan'ı da eleştiren Erhan Göksel, "Sayın Başbakan'a birkaç şeyi hatırlatmak istiyorum. Türkiye'nin anormal bir cari açığı var. Dünya genelinde en büyük cari açık ülkemizde. Miktar olarak önemli değil. GSMH'ye oranı yüzde 7,4'ü bulmuştur. 7'inin üstüne çıkmış bir ülke yönetilemez. Bu cari açığı da biz, yüksek faizle kapatıyoruz. Türkiye, AKP iktidarı döneminde 49 milyar dolar özelleştirme yapmış. Bu özelleştirmenin tamamı, cari açığı finans etmek için faize gitmiştir.
Şimdi Türkiye'nin yaşayabilme olanağının olması, borçlanabilme imkanına bağlıdır. Dünyadaki faizin iki katını ödüyorsunuz uluslar arası tefecilere. Bu faizin karşılığında, size yeni borçlar veriyorlar. Bu nereye kadar sürdürülebilir? " dedi.
Dünya kapitalizminde sıkıntı çıktığında borç veren sermayenin ülkelerine döndüğünü vurgulayan Erhan Göksel, "O zaman Türkiye cari açığını finanse edemez. Yetmiş sente muhtaç duruma düşer" dedi.
Türkiye'de devalüasyon olacak
Bu krizin 2001'dekine benzemeyeceğinin altını çizen Erhan Göksel, "Bu kriz çok daha kötü. Daha farklı sonuçlar doğuracak. Kötülüğünün nedeni, Türkiye'deki özel sektörün, AKP iktidara geldiğinde 27 milyar dolar dış borcu varken, bugün bu borç 176 milyar dolara çıkmıştır. Dışarıya libor artı 3-4 ile borçlanıyorlar. Bunların bir kısmı elbette yatırım için yapılıyor. Ama büyük kısmı bu parayı bozarak gelip devlete satıyor. Devlete faizle borç veriyorlar. Zaten piyasada eşek yüküyle dolar olmasının nedeni bu" dedi.
Kriz ortamındaki olabilecek devalüasyona dikkat çeken Göksel, "Böyle bir ortamda, Türkiye'de olabilecek bir devalüasyon, bütün özel sektörün anahtarının yabancılarına eline geçmesini yol açar. Bunu BDDK başkanı gördü, uyardı. TOBB başkanı Hisarcıklıoğlu da gördü, uyardı. Aslında özel sektörün hepsi bunu biliyor.
Bilmeyen Sayın Başbakan.
Önümüzdeki süreçte, kaçınılmaz bir şekilde devalüasyon tehlikesi var. Bu devalüasyonu dolar, euro olarak düşünmeyin. Topyekün devalüasyon. Tehlikesi var değil, olacak. Falcı değilim, rakamlara bakarak söylüyorum" şeklinde konuştu.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 15 EKİM 08
ABD’de mortgage (morgıç) ev kredi sisteminde başlayan ekonomik kriz ABD’den sonra AB’ni, Uzak Doğu’yu, kısacası tüm dünyayı sarmış durumda. Yani kapitalizmin krizi de küreselleşti. ABD’ de uluslar arası dev şirketler, bankalar batıyor. Borsalar tepe taklak… AB’de de durum aynı. ABD’de Başkan Bush, yeni başkan adayları krizi nasıl duraklatırızın derdinde. Temsiciler Meclisi ve Senato paket üstüne paket görüşüyor. AB ülkelerinin liderleri toplantı üstüne toplantı yapıyor.
Dünyada krizden etkilenmeyen, etkilenmeyecek bir tek ülke var. Bilin bakalım neresi ? Doğru tahmin ettiniz bu küresel krizden etkilenmeyecek tek ülke Türkiye’dir. Dünya yanarken neden Türkiye’ye bir şey olmuyor ? Çünkü bizim Kasımpaşalı Başbakanımız var…
Bugün 13 Ekim 08…Gazetelerin başlıklarına, haberlerine bakıyorum.
İngiltere Başbakanı Gordon Borown krizle ilgili aldıkları tedbirleri açıklıyor.
Bizim Kasımpaşalı Başbakanımız her şeye ve herkese kızdığı gibi bu kez de “Bu küresel krizden Türkiye de etkilenecek.” diyenlere kızıyor… Ve de ekliyor : "Kimse merak etmesin, evvel Allah bize bir şey olmaz..." Dünyaya ve krizine meydan okuyan Kasımpaşalı Başbakan neye güveniyor acaba ? Herhalde Türkiye de bol miktarda bulunan Şeyhlerin mucizelerine güveniyor gibi geliyor bana.
Bu araya bir parantez açayım. 5 hafta sürdürdüğüm “ TARİKATLAR VE DEMOKRASİ ” yazı dizimde bilerek son sözü söylemedim. Bir uygun zamanda bu konudaki son sözümü de söyleyeceğim. Bazı dost okurlarımın bilgisine…
Dönelim kapitalizmin şu küresel krizine. Devletler, liderler krizden kurtulmak için uğraşıyor. Batan şirketlere, bankalara destek paketleri hazırlıyorlar. Olmadı zordaki bankalara devletler el koyuyor… Sahi bu arada bir IMF vardı. Türkiye’ye 01 krizinde acı reçetelerle kriz önlemeye çalışan…Kurallarını Türkiye’nin liderlerine dikte ettiren. O IMF’nin bu krizde hiç sesi çıkmıyor… Neden acaba ? Bizim devlet bankalarını kapattıran, devlet bankacılık yapamaz diyen IMF özel bankaları devletleştiren ABD’ye ve AB ülkelerine niye karşı çıkmıyor dersiniz ?
Kapitalizmin bu küresel krizinin 29 krizinden daha derin olduğu söyleniyor. En iyi tahminle krizin ABD ekonomisinde büyüme yerine durgunluk getireceği ifade edilerek ABD’de tüketimin düşmesinin bütün dünyayı sıkıntıya sokacağı da belirtiliyor. Ve yapılan değerlendirmeye göre :
“ Avrupa Birliği ile Çin’in Amerika’ya yaptığı yaklaşık 800 milyar dolarlık ihracat azalacak.
Bu durumda Türkiye’nin AB’ye ihracatı da düşecek. Türk ekonomisi de durgunluğa girecek.
Cari açığı aşırı yüksek olan Türkiye, ekonomisini döndürmekte, borçlarını ödemekte büyük sıkıntılara düşecek. “
Son dönemde yıldızı parlayan Başbakanımızın en çok kızdığı analistlerden Erhan Göksel adını duymuş muydunuz ? Bu krizi önceden gören Verso Araştırma Şirketi Sahibi Erhan Göksel daha da ilginç şeyler söylüyor.
Erhan Göksel’in söylediklerinden birkaç satır başı… Bu görüşler tartışmaya açık görüşler. Ben sadece bilginiz olsun diye aktarıyorum. Söz Erhan Göksel’de…
Yeni bir kriz etnik savaş çıkarır
Krizin siyasi sonuçları için 3. dünya savaşı çıkabileceği yorumunda bulunan Erhan Göksel, "Eğer bu kriz, Türkiye'de tsunami etkisi oluşturursa, inşallah olmaz ama, o zaman bir Türk-Kürt savaşı çıkar. En büyük korkum bu" diye konuştu.
Amerika Sosyalist Devletleri!
2005'de ABD mortgage krizi ile 2009'da finans krizinin olacağını nasıl tahmin ettiğini anlatan Göksel, "Çünkü bu bir zincir. Kapitalizmin bugünkü politikaları çökmüştür. Bu kriz, kapitalizmin yapısal sorunudur. ABD bu krizi, para politikaları ile ötelemeye çalışıyor. ABD bir çeşit sosyalistleşiyor. Şimdi çok ilginç bir noktaya doğru gidiyor. Artık ABD'ye, İngilizce USSA, Amerika Birleşik Sosyalist Devletleri demek lazım" dedi.
Bütün bunlar, kapitalizmin küreselleşme politikalarının çöktüğünün işareti" diye konuştu.
Krizin Avrupa'ya yansımasını göstermemek için rakamların saklandığını belirten Göksel, "Avrupa, ABD'den daha kötü durumda. Çünkü ABD'de kriz olursa, ki olacağına kuşku yok, 2009'un başında bu işin olacağı görünüyor. 3-4 ay sonra. O zaman ABD'de yüzde 60'ını ihraç eden AB, en ağır patronu kaybetmiş olacak" dedi.
Aynı tehlikenin Türkiye için de geçerli olduğunu belirten Göksel, " Biz de ihracatımızın yüzde 58'ini Avrupa'ya yapıyoruz. Avrupa çökerse, Türkiye de çökecek. Bu bir zincir. Çünkü bütün dünya düzeni, bir kapitalist düzen. Bütün pazarlar birbirine bağlı. Bunun adı da zaten, küreselleşme veya küresel kapitalizm dedikleri olay" dedi.
Krizin siyasi sonuçları
Finans krizinin dünya ve Türkiye siyasetine etkisini de değerlendiren Erhan Göksel, "Eğer ABD, bugün dünyadaki kapitalizmi kendisine uydurarak komünist devlet olmasına rağmen kapitalist kurallarla oynayan Çin ile yeniden masaya oturup dünyadaki paylaşım alanları yeniden değerlendirmezse 3. dünya savaşı çıkacaktır. Tıpkı kapitalizmin kendi iç çelişkisi nedeniyle çıkan 1 ve 2. dünya savaşında olduğu gibi. Ama ABD küresel dünyanın liderliğinde bunu gördüğünü biliyorum. Genel eğilim Çin ile masaya oturmak yönünde. Dünyayı bir çeşit ikinci Yalta gibi yeniden paylaşacaklardır. Paylaşmazsa ABD kapitalizminin sonu gelecektir" dedi.
Türkiye'ye etkisini de değerlendiren Erhan Göksel, "Benim bir tezim var: 'Siyasette hangi vitesle iktidara çıkarsanız, o vitesle inersiniz'. AKP yolsuzluk ve yoksulluk viteslerine kullanarak iktidar oldu. Şimdi yolsuzluk konusunda ciddi töhmet altına girdi. Yıpranıyor. Ama bundan da önemlisi, yoksulluk vitesiyle inecektir. En büyük kriter bu. Eğer bir kriz olursa, Türk halkı fakirleşecektir, yoksullaşacaktır. Bu AKP'nin ciddi biçimde sonunu getirecektir" dedi.
Göksel, "Türk halkının muhafazakar kimliği, bölge ve İsrail politikalarından dolayı, ben Türkiye'de AKP tabanının üzerine yükselecek başka bir alternatif hareketin yelkenlerinin şişeceğini düşünüyorum. Ama dünyadaki her ekonomik kriz, etnik savaşları ve çatışmaları tetiklemiştir. Şayet, Türkiye'de ekonomik bir deprem olursa, inşallah olmaz ama, o zaman bir Türk-Kürt savaşı çıkar. En büyük korkum bu" dedi.
Erdoğan'a eleştiri
Türkiye'nin bu krizden fırsat çıkarabileceğini söyleyen Başbakan Erdoğan'ı da eleştiren Erhan Göksel, "Sayın Başbakan'a birkaç şeyi hatırlatmak istiyorum. Türkiye'nin anormal bir cari açığı var. Dünya genelinde en büyük cari açık ülkemizde. Miktar olarak önemli değil. GSMH'ye oranı yüzde 7,4'ü bulmuştur. 7'inin üstüne çıkmış bir ülke yönetilemez. Bu cari açığı da biz, yüksek faizle kapatıyoruz. Türkiye, AKP iktidarı döneminde 49 milyar dolar özelleştirme yapmış. Bu özelleştirmenin tamamı, cari açığı finans etmek için faize gitmiştir.
Şimdi Türkiye'nin yaşayabilme olanağının olması, borçlanabilme imkanına bağlıdır. Dünyadaki faizin iki katını ödüyorsunuz uluslar arası tefecilere. Bu faizin karşılığında, size yeni borçlar veriyorlar. Bu nereye kadar sürdürülebilir? " dedi.
Dünya kapitalizminde sıkıntı çıktığında borç veren sermayenin ülkelerine döndüğünü vurgulayan Erhan Göksel, "O zaman Türkiye cari açığını finanse edemez. Yetmiş sente muhtaç duruma düşer" dedi.
Türkiye'de devalüasyon olacak
Bu krizin 2001'dekine benzemeyeceğinin altını çizen Erhan Göksel, "Bu kriz çok daha kötü. Daha farklı sonuçlar doğuracak. Kötülüğünün nedeni, Türkiye'deki özel sektörün, AKP iktidara geldiğinde 27 milyar dolar dış borcu varken, bugün bu borç 176 milyar dolara çıkmıştır. Dışarıya libor artı 3-4 ile borçlanıyorlar. Bunların bir kısmı elbette yatırım için yapılıyor. Ama büyük kısmı bu parayı bozarak gelip devlete satıyor. Devlete faizle borç veriyorlar. Zaten piyasada eşek yüküyle dolar olmasının nedeni bu" dedi.
Kriz ortamındaki olabilecek devalüasyona dikkat çeken Göksel, "Böyle bir ortamda, Türkiye'de olabilecek bir devalüasyon, bütün özel sektörün anahtarının yabancılarına eline geçmesini yol açar. Bunu BDDK başkanı gördü, uyardı. TOBB başkanı Hisarcıklıoğlu da gördü, uyardı. Aslında özel sektörün hepsi bunu biliyor.
Bilmeyen Sayın Başbakan.
Önümüzdeki süreçte, kaçınılmaz bir şekilde devalüasyon tehlikesi var. Bu devalüasyonu dolar, euro olarak düşünmeyin. Topyekün devalüasyon. Tehlikesi var değil, olacak. Falcı değilim, rakamlara bakarak söylüyorum" şeklinde konuştu.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 15 EKİM 08
6 Ekim 2008 Pazartesi
BİR YIL ÖNCE - BİR YIL SONRA… DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK !
*
Bayram sonrası 6 Ekim Pazartesi sabahı bu haftaki yazımı yazmak için oturdum bilgisayarımın başına… Ulusal Gazetelerin birinci sayfalarına bakıyorum. Şehit cenazelerinden başka haber yok… Bir de trafik kazaları. Ve şehit cenazeleri üzerinden yapılan çirkin siyaset…Anadolu’da VAKİT isimli pespaye gazetenin başlığı : “ Bu analar fino köpekli değil, başörtülü “ Midem bulandı. Yeni bir yazı yazmak gelmedi içimden. Geçen yıl 17 Ekim 07 tarihinde bayram sonrası yazdığım yazıyı okudum bir kez daha. Gördüm ki bir yıl içinde değişen hiç ama hiçbir şey yok. Geçen yıl 15 şehit cenazesini bayram öncesi kaldırmışız. Bu yıl bayram sonrası. Tek değişiklik bu…
Bu nedenle geçen yılki yazımı yeniden yayınlıyorum…
17 Ekim 07 tarihli DOĞUŞ’tan :
“ BAYRAM GELMİŞ NEYİME-KAN DAMLAR YÜREĞİME…
Yazının başlığındaki sözcükler çoğunluğun anımsadığını sandığım bir halk türküsünün dizeleri.
Evet, bir bayram geldi geçti… Ama nasıl geçti ? Türkü sözlerinde olduğu gibi kan damlayan yüreklere bayram gelmiş, geçmiş kimin neyine.
Bir yanda siyasi terör, bir yanda trafik terörü… Siyasi terörde yaşamını yitirenler şehit, trafik teröründe yaşamını yitirenler Niyazi…
Bu yazıyı yazdığım Pazar akşam saatlerinde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere bayram dönüş çilesi devam ediyordu. Ve sadece üç günlük bayram trafiğinde yaşamını yitirenlerin sayısı 84 kişiydi… Bayramlarda trafiğe insan kurban etmek bizim ülkenin değişmeyen geleneği. Bozuk ve denetimsiz yollar, trafik kurallarına uymamayı kural edinmiş, aceleci, saygısız sürücülerle daha uzun yıllar değişmesi de mümkün değil.
Yazımızın asıl konusu siyasi terör. Bayram öncesi kalkan 15 şehit cenazesinin hüznü çöktü bayramın üstüne. Şehit askerlerin evlerinde ağıtlar yakıldı ,törenlerde nutuklar ve sloganlar atıldı, yumruklar sıkıldı…Siyasiler kınama demeçleri yayınladılar. Medyada şehitlerin yaşam öyküleri yazıldı, çarpıcı manşetler atıldı, insanların kanayan yürekleri, gözyaşları bol bol malzeme yapıldı…
İlk gün konuyu gelecek ay Başkan Bush’la görüşeceğini açıklayan Başbakan bayramda tavır değiştirdi. Sınır ötesi operasyon için Meclis’e yeni bir tezkere getirmeye karar verdi. Sanatçılara vereceği kokteyli erteleyen Cumhurbaşkanı kızının görkemli düğününü ertelemeyi düşünmedi.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde, Ortadoğu’da ve Türkiye’de süren tüm kirli savaşların ve terörün kaynağı ABD emperyalizmidir. Bu gerçek apaçık ortadayken ABD emperyalizmine karşı çıkmayan, karşı çıkmak bir yana ABD emperyalizminin savaşlarına ve terör eylemlerine destek olanlar, bu terörden siyasi çıkar umanlar bu terör suçuna ortaktırlar. Bu suç ortaklarının başında Kuzey Irak’taki Kürt milliyetçileri ve PKK gelmektedir.
Kendi aralarında kavga eder görünseler de bizim Türk ve Kürt milliyetçisi siyasi partilerimiz de ABD emperyalizmine karşı kesin bir karşı duruş tavrı sergilemedikleri için içte verdikleri keskin mesajların ve sahte göz yaşlarının hiçbir önemi yoktur.
Bana göre savaşa ve teröre karşı yeni bir toplumsal muhalefet oluşturulmalıdır. Bu yeni toplumsal muhalefetin ortak paydası ise ABD emperyalizmine, savaşa ve teröre karşı duruş olmalıdır.
Terör eylemlerinde taraf olunmamalıdır. Masum insanların canına kast eden terörizmin milliyeti de dini de yoktur.Teröristin Kürdü,Türkü, Ermenisi, Rumu, Arabı, Amerikalısı, İngilizi, Fransızı, Almanı, İspanyolu olmadığı gibi teröristin müslümanı ,hıristiyanı, yahudisi de olmaz. Milliyetlerine ve dinlerine göre terör eylemlerinde taraf tutulursa, teröristler bu kriterlere göre değerlendirilip sadece bir kısmına karşı çıkılıp bir kısmına destek olunursa bu terörizme karşı çıkmak olmaz. Nerden ve kimden gelirse gelsin tüm terörist eylemlere karşı çıkılmalıdır.
Yoksa terörizmin kaynağı ve baş destekçisi ABD emperyalizminin yaptığı gibi Iraklı, Arap, Filistinli, Afgan teröristler kötü, Amerikalı, İsrailli ve Kürt teröristler iyidir derseniz, ya da tersini söylerseniz siz terörizmde taraf tutuyorsunuz demektir.
ABD emperyalizmine, onun savaşlarına ve terörist eylemlerine karşı çıkmayanlar, ulusal ve bölgesel düzeydeki terörist eylemlerde taraf tutanlar ne kadar milliyetçi, ne kadar solcu, ne kadar dinci olurlarsa olsunlar sonuçta ABD kaynaklı terörist anlayışın ve vahşetin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapamazlar.
İşte bu koşullarda bir bayram gelmiş, geçmiş benim neyime… “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 08 EKİM 08
Bayram sonrası 6 Ekim Pazartesi sabahı bu haftaki yazımı yazmak için oturdum bilgisayarımın başına… Ulusal Gazetelerin birinci sayfalarına bakıyorum. Şehit cenazelerinden başka haber yok… Bir de trafik kazaları. Ve şehit cenazeleri üzerinden yapılan çirkin siyaset…Anadolu’da VAKİT isimli pespaye gazetenin başlığı : “ Bu analar fino köpekli değil, başörtülü “ Midem bulandı. Yeni bir yazı yazmak gelmedi içimden. Geçen yıl 17 Ekim 07 tarihinde bayram sonrası yazdığım yazıyı okudum bir kez daha. Gördüm ki bir yıl içinde değişen hiç ama hiçbir şey yok. Geçen yıl 15 şehit cenazesini bayram öncesi kaldırmışız. Bu yıl bayram sonrası. Tek değişiklik bu…
Bu nedenle geçen yılki yazımı yeniden yayınlıyorum…
17 Ekim 07 tarihli DOĞUŞ’tan :
“ BAYRAM GELMİŞ NEYİME-KAN DAMLAR YÜREĞİME…
Yazının başlığındaki sözcükler çoğunluğun anımsadığını sandığım bir halk türküsünün dizeleri.
Evet, bir bayram geldi geçti… Ama nasıl geçti ? Türkü sözlerinde olduğu gibi kan damlayan yüreklere bayram gelmiş, geçmiş kimin neyine.
Bir yanda siyasi terör, bir yanda trafik terörü… Siyasi terörde yaşamını yitirenler şehit, trafik teröründe yaşamını yitirenler Niyazi…
Bu yazıyı yazdığım Pazar akşam saatlerinde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere bayram dönüş çilesi devam ediyordu. Ve sadece üç günlük bayram trafiğinde yaşamını yitirenlerin sayısı 84 kişiydi… Bayramlarda trafiğe insan kurban etmek bizim ülkenin değişmeyen geleneği. Bozuk ve denetimsiz yollar, trafik kurallarına uymamayı kural edinmiş, aceleci, saygısız sürücülerle daha uzun yıllar değişmesi de mümkün değil.
Yazımızın asıl konusu siyasi terör. Bayram öncesi kalkan 15 şehit cenazesinin hüznü çöktü bayramın üstüne. Şehit askerlerin evlerinde ağıtlar yakıldı ,törenlerde nutuklar ve sloganlar atıldı, yumruklar sıkıldı…Siyasiler kınama demeçleri yayınladılar. Medyada şehitlerin yaşam öyküleri yazıldı, çarpıcı manşetler atıldı, insanların kanayan yürekleri, gözyaşları bol bol malzeme yapıldı…
İlk gün konuyu gelecek ay Başkan Bush’la görüşeceğini açıklayan Başbakan bayramda tavır değiştirdi. Sınır ötesi operasyon için Meclis’e yeni bir tezkere getirmeye karar verdi. Sanatçılara vereceği kokteyli erteleyen Cumhurbaşkanı kızının görkemli düğününü ertelemeyi düşünmedi.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde, Ortadoğu’da ve Türkiye’de süren tüm kirli savaşların ve terörün kaynağı ABD emperyalizmidir. Bu gerçek apaçık ortadayken ABD emperyalizmine karşı çıkmayan, karşı çıkmak bir yana ABD emperyalizminin savaşlarına ve terör eylemlerine destek olanlar, bu terörden siyasi çıkar umanlar bu terör suçuna ortaktırlar. Bu suç ortaklarının başında Kuzey Irak’taki Kürt milliyetçileri ve PKK gelmektedir.
Kendi aralarında kavga eder görünseler de bizim Türk ve Kürt milliyetçisi siyasi partilerimiz de ABD emperyalizmine karşı kesin bir karşı duruş tavrı sergilemedikleri için içte verdikleri keskin mesajların ve sahte göz yaşlarının hiçbir önemi yoktur.
Bana göre savaşa ve teröre karşı yeni bir toplumsal muhalefet oluşturulmalıdır. Bu yeni toplumsal muhalefetin ortak paydası ise ABD emperyalizmine, savaşa ve teröre karşı duruş olmalıdır.
Terör eylemlerinde taraf olunmamalıdır. Masum insanların canına kast eden terörizmin milliyeti de dini de yoktur.Teröristin Kürdü,Türkü, Ermenisi, Rumu, Arabı, Amerikalısı, İngilizi, Fransızı, Almanı, İspanyolu olmadığı gibi teröristin müslümanı ,hıristiyanı, yahudisi de olmaz. Milliyetlerine ve dinlerine göre terör eylemlerinde taraf tutulursa, teröristler bu kriterlere göre değerlendirilip sadece bir kısmına karşı çıkılıp bir kısmına destek olunursa bu terörizme karşı çıkmak olmaz. Nerden ve kimden gelirse gelsin tüm terörist eylemlere karşı çıkılmalıdır.
Yoksa terörizmin kaynağı ve baş destekçisi ABD emperyalizminin yaptığı gibi Iraklı, Arap, Filistinli, Afgan teröristler kötü, Amerikalı, İsrailli ve Kürt teröristler iyidir derseniz, ya da tersini söylerseniz siz terörizmde taraf tutuyorsunuz demektir.
ABD emperyalizmine, onun savaşlarına ve terörist eylemlerine karşı çıkmayanlar, ulusal ve bölgesel düzeydeki terörist eylemlerde taraf tutanlar ne kadar milliyetçi, ne kadar solcu, ne kadar dinci olurlarsa olsunlar sonuçta ABD kaynaklı terörist anlayışın ve vahşetin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapamazlar.
İşte bu koşullarda bir bayram gelmiş, geçmiş benim neyime… “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 08 EKİM 08
22 Eylül 2008 Pazartesi
TARİKATLAR VE DEMOKRASİ – 5 –
*
Geçen hafta Türkiye’nin yakın tarihinde önemli rol oynayan 3 Sait’ten ikisine değinmiş ve yer darlığı nedeniyle 3. Sait yani Said-i Nursi bu haftaya kalmıştı. Kaldığımız yerden devam edelim.
Üçüncüsü : Said-i Nursi…
Sevenlerine göre Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ( Bediüzzaman = zamanın güzelliği, zamanın en iyisi, çağın eşsiz güzelliği ) yaşamı ve eserleri, üzerine yapılan bilimsel araştırmalar ve tartışmaların bu gazetede aktarılması mümkün değil. 1878 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan Said-i Nursi
Bediüzzaman ismi ile meşhur olmuşsa da, Molla Said, Molla Said-i Meşhur, Said-i Kürdi gibi isimler kullandığı da bilinmektedir.
O’nun yaşam süreci Osmanlı’nın son dönemini, Cumhuriyet’in ilk dönemini ve 1950-60 DP dönemini kapsadığından yani isimlendirirsek II.Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e, İsmet İnönü’den Adnan Menderes’e bu siyasal tarih çerçevesinde geniş bir bakış açısıyla araştırmayı ve değerlendirmeyi gerektirir. Bu gazete sınırlarına sığmaz dediğim bundandır.
Bugünün tarikatlarını ve cemaatlerini anlayabilmek için de bu kapsamlı araştırmalara ve bilgilere gereksinmemiz var. Yoksa ne AKP’nin yüzde 47’sini, ne Fetullah Gülen’in “dinler arası diyalog” çalışmalarını ne de uluslar arası ilişkilerini anlayabiliriz.
Bu bağlamda yarın 25 Eylül 08’de ABD’de Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün ve eski ABD Başkanı Clinton’un da katılacağı Fetullah Gülen’in iftarının temel unsurlarından biri benim burada anlatmaya çalıştığım Said-i Nursi’dir…
Sürekli okurlarım anımsayacaktır. Burada 18 Haziran 08’de yazdığım yazının başlığı “ Öğretmen İmama Yenildi ! (Mi?) “ başlığını taşıyordu. O yazıda Türkiye’nin en meşhur sosyologlarından Prof. Dr. Şerif Mardin’in Said-i Nursi’den çok etkilendiğini ve onun hakkında kitaplar yazdığını belirtmiştim.
Yani yarınki Fetullah Gülen’in uluslar arası iftar yemeğinin de ve son dönemdeki “mahalle baskısı” tartışmalarının da altında da hep bu Said-i Nursi vardır. Onun hakkında sizlerle paylaşmak istediğim çok malzeme var ama gerçekten bu gazetenin sınırlarını aştığı için burada kullanamıyorum.
Benim bu yazı dizisindeki amacım günümüz tarikat ve cemaatlerinin Türkiye’nin ekonomi ve siyasetini nasıl etkilediklerine, yönlendirdiklerine dikkat çekmekti. Bu tarikat ve cemaatleri bize yeni sivil toplum örgütleri gibi yutturmaya çalışan sözde demokrat ve aydınların nasıl yanıldıklarını gösterebilmekti.
Bu yazı dizisinin ilkinde sözünü ettiğim Vatan Gazetesi’nden Mehmet TEZKAN’ ın 11 Ağustos 08 tarihli “ Tarikatların etkin olduğu ülkede demokrasi olmaz!” başlıklı yazısından bir bölümü buraya aktarmak istiyorum.
Mehmet TEZKAN’ da Konya’da 17 öğrencinin ölümü olayına değiniyor…
“ Aileler, çocuklarımız Kuran öğrenirken öldü, cennete gitti diye seviniyordu.. Meğerse İngilizce öğreniyorlarmış! Tarikat kendi günahını maskelemeye çalışıyor.. Güya kaçak Kuran kurslarına dil uzatılmasını önleyecekler.. Mercek altına alınmasının önünü kesecekler..Mesele Kuran kursu veya İngilizce kursu değil.. 17 çocuğun ölmesi..Öldürülmesi! Peki aileler niye konuşmuyor.. Çocuklarını kaybedenler niye haykırmıyor? Tarikat baskısı yüzünden..Tarikata karşı çıkılır mı? Tarikatın olduğu yerde birey yoktur..Bireyin olmadığı yerde de demokrasi de yoktur.. Bu kadar basit..
*
Sağlıklı, dört dörtlük bir demokrasimiz yok..Bugüne kadar bu eksikliğin nedenini hep askerde aradık..Sivil yaşama hiç bakmadık.. Sivil yaşam ne kadar sivil diye hiç düşünmedik.. Sorgulamadık..Özgür düşünce yoksa, hakkını arayan, sorgulayan bir sivil hayat olmazsa demokrasi olur mu? Tarikatların etkin olduğu bir toplumsal yapıda demokrasiden söz edilebilir mi? Aşiretlerin, cemaatlerin yaşamı kontrol ettiği toplumdan söz ediyorum..Tarikatlar, cemaatler, aşiretler bu toprakların gerçeği, zenginliğimiz falan dersek, biz demokratik bir toplumuz diyebilir miyiz? İşte Konya’da yaşananlar..Çocukları ölen 17 aile bu konuda konuşamıyor bile..O insanlar yarın oy verecek..Kime? Tarikatlarının şeyhleri kime derse ona..Bunun adına da demokrasi diyeceğiz! Bu yapının militarist toplumdan ne farkı var? Birinde üniformalılar emir veriyor..Diğerinde kravatsız siviller..Birinde silah korkusu var.. Diğerinde yanlış aktarılan din korkusu..
*
Konuşamazsın, eleştiremezsin, karşı çıkamazsın, derdini anlatamazsın.. İzin vermezler.. Gırtlağına çökerler..Kader dersin, takdir-i ilahi dersin susarsın.. Susmalısın..Haa.. Arada sırada oy verirsin..Oy verdirirler! Kömür alarak, gıda alarak, para yardımı alarak, burs alarak, çocuğuna aylak aylak dolaşmasın diye bedava Kuran kursu bularak.. (Karşılığında iç rahatlığı ve sevap da kazanmışsındır.) Çaresizsindir..Daha ne istersin ki.. Ne isteyebilirsin ki!
*
Gün gelir..Ölen..Öldürülen çocuğunun bile hakkını arayamazsın.. Adamı o hale getirirler..
*
Bazılarının övünerek söz ettiği bu yapı demokrat birey yetiştirebilir mi? Hayır..
O zaman demokrasi de olmaz.. Olmuyor işte..
Dört yılda, beş yılda bir kurulan sandık demokrasi getirmiyor..
Gelecek hafta 5 haftalık yazı dizinin sonuç bölümüyle dizimizi bitireceğim.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 EYLÜL 08
Geçen hafta Türkiye’nin yakın tarihinde önemli rol oynayan 3 Sait’ten ikisine değinmiş ve yer darlığı nedeniyle 3. Sait yani Said-i Nursi bu haftaya kalmıştı. Kaldığımız yerden devam edelim.
Üçüncüsü : Said-i Nursi…
Sevenlerine göre Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ( Bediüzzaman = zamanın güzelliği, zamanın en iyisi, çağın eşsiz güzelliği ) yaşamı ve eserleri, üzerine yapılan bilimsel araştırmalar ve tartışmaların bu gazetede aktarılması mümkün değil. 1878 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan Said-i Nursi
Bediüzzaman ismi ile meşhur olmuşsa da, Molla Said, Molla Said-i Meşhur, Said-i Kürdi gibi isimler kullandığı da bilinmektedir.
O’nun yaşam süreci Osmanlı’nın son dönemini, Cumhuriyet’in ilk dönemini ve 1950-60 DP dönemini kapsadığından yani isimlendirirsek II.Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e, İsmet İnönü’den Adnan Menderes’e bu siyasal tarih çerçevesinde geniş bir bakış açısıyla araştırmayı ve değerlendirmeyi gerektirir. Bu gazete sınırlarına sığmaz dediğim bundandır.
Bugünün tarikatlarını ve cemaatlerini anlayabilmek için de bu kapsamlı araştırmalara ve bilgilere gereksinmemiz var. Yoksa ne AKP’nin yüzde 47’sini, ne Fetullah Gülen’in “dinler arası diyalog” çalışmalarını ne de uluslar arası ilişkilerini anlayabiliriz.
Bu bağlamda yarın 25 Eylül 08’de ABD’de Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün ve eski ABD Başkanı Clinton’un da katılacağı Fetullah Gülen’in iftarının temel unsurlarından biri benim burada anlatmaya çalıştığım Said-i Nursi’dir…
Sürekli okurlarım anımsayacaktır. Burada 18 Haziran 08’de yazdığım yazının başlığı “ Öğretmen İmama Yenildi ! (Mi?) “ başlığını taşıyordu. O yazıda Türkiye’nin en meşhur sosyologlarından Prof. Dr. Şerif Mardin’in Said-i Nursi’den çok etkilendiğini ve onun hakkında kitaplar yazdığını belirtmiştim.
Yani yarınki Fetullah Gülen’in uluslar arası iftar yemeğinin de ve son dönemdeki “mahalle baskısı” tartışmalarının da altında da hep bu Said-i Nursi vardır. Onun hakkında sizlerle paylaşmak istediğim çok malzeme var ama gerçekten bu gazetenin sınırlarını aştığı için burada kullanamıyorum.
Benim bu yazı dizisindeki amacım günümüz tarikat ve cemaatlerinin Türkiye’nin ekonomi ve siyasetini nasıl etkilediklerine, yönlendirdiklerine dikkat çekmekti. Bu tarikat ve cemaatleri bize yeni sivil toplum örgütleri gibi yutturmaya çalışan sözde demokrat ve aydınların nasıl yanıldıklarını gösterebilmekti.
Bu yazı dizisinin ilkinde sözünü ettiğim Vatan Gazetesi’nden Mehmet TEZKAN’ ın 11 Ağustos 08 tarihli “ Tarikatların etkin olduğu ülkede demokrasi olmaz!” başlıklı yazısından bir bölümü buraya aktarmak istiyorum.
Mehmet TEZKAN’ da Konya’da 17 öğrencinin ölümü olayına değiniyor…
“ Aileler, çocuklarımız Kuran öğrenirken öldü, cennete gitti diye seviniyordu.. Meğerse İngilizce öğreniyorlarmış! Tarikat kendi günahını maskelemeye çalışıyor.. Güya kaçak Kuran kurslarına dil uzatılmasını önleyecekler.. Mercek altına alınmasının önünü kesecekler..Mesele Kuran kursu veya İngilizce kursu değil.. 17 çocuğun ölmesi..Öldürülmesi! Peki aileler niye konuşmuyor.. Çocuklarını kaybedenler niye haykırmıyor? Tarikat baskısı yüzünden..Tarikata karşı çıkılır mı? Tarikatın olduğu yerde birey yoktur..Bireyin olmadığı yerde de demokrasi de yoktur.. Bu kadar basit..
*
Sağlıklı, dört dörtlük bir demokrasimiz yok..Bugüne kadar bu eksikliğin nedenini hep askerde aradık..Sivil yaşama hiç bakmadık.. Sivil yaşam ne kadar sivil diye hiç düşünmedik.. Sorgulamadık..Özgür düşünce yoksa, hakkını arayan, sorgulayan bir sivil hayat olmazsa demokrasi olur mu? Tarikatların etkin olduğu bir toplumsal yapıda demokrasiden söz edilebilir mi? Aşiretlerin, cemaatlerin yaşamı kontrol ettiği toplumdan söz ediyorum..Tarikatlar, cemaatler, aşiretler bu toprakların gerçeği, zenginliğimiz falan dersek, biz demokratik bir toplumuz diyebilir miyiz? İşte Konya’da yaşananlar..Çocukları ölen 17 aile bu konuda konuşamıyor bile..O insanlar yarın oy verecek..Kime? Tarikatlarının şeyhleri kime derse ona..Bunun adına da demokrasi diyeceğiz! Bu yapının militarist toplumdan ne farkı var? Birinde üniformalılar emir veriyor..Diğerinde kravatsız siviller..Birinde silah korkusu var.. Diğerinde yanlış aktarılan din korkusu..
*
Konuşamazsın, eleştiremezsin, karşı çıkamazsın, derdini anlatamazsın.. İzin vermezler.. Gırtlağına çökerler..Kader dersin, takdir-i ilahi dersin susarsın.. Susmalısın..Haa.. Arada sırada oy verirsin..Oy verdirirler! Kömür alarak, gıda alarak, para yardımı alarak, burs alarak, çocuğuna aylak aylak dolaşmasın diye bedava Kuran kursu bularak.. (Karşılığında iç rahatlığı ve sevap da kazanmışsındır.) Çaresizsindir..Daha ne istersin ki.. Ne isteyebilirsin ki!
*
Gün gelir..Ölen..Öldürülen çocuğunun bile hakkını arayamazsın.. Adamı o hale getirirler..
*
Bazılarının övünerek söz ettiği bu yapı demokrat birey yetiştirebilir mi? Hayır..
O zaman demokrasi de olmaz.. Olmuyor işte..
Dört yılda, beş yılda bir kurulan sandık demokrasi getirmiyor..
Gelecek hafta 5 haftalık yazı dizinin sonuç bölümüyle dizimizi bitireceğim.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 EYLÜL 08
15 Eylül 2008 Pazartesi
TARİKATLAR VE DEMOKRASİ – 4 –
*
Bu yazı dizisinin ilkinde (27.08.08) “ Tarikatlar bu ülkenin kara kutusudur. “demiştim. Geçen hafta da “…Gelecek hafta tarihsel süreç içinde 3 Said olayı ve Tarikatların yurtiçi ve yurt dışı siyasi bağlantıları konusunu özetlemeye çalışacağım.”diye söz vermiştim. Ancak kara kutuyu açtıkça içinden öyle malzemeler çıkıyor ki bu gazetenin sınırlarına sığması gerçekten mümkün değil. Her konu bir kitap boyutunda. Bu konuda neden bu kadar çok kitap yazıldığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Tarikatların dış ilişkilerine örnek olarak Fetullah Gülen’i örnek alırsak…Kendisinin 20’ye yakın kitabı var. Kendisi hakkında yazılmış kitapların sayısı bunun iki katı. Biri de bu hafta çıkıyor. Hoca Efendi’nin müritleri o kadar çok ki… Bütün merkez-sağ ve milliyetçi siyasetçilerden tutun da Bülent Ecevit’ten Perihan Mağden’e kadar… Yurt içinde ve yurt dışında okulları, üniversiteleri olan ve 21 Mart 99 tarihinden beri Türkiye’ye dönemeyen, ABD’nin koruması altında Pensilvanya eyaletinde yaşayan Gülen’in dış ilişkileri kaç kitabın konusu olur bilmem ama bana göre kendisinin şu sözleri bir çok şeyi açıklamaya yetiyor…
“ Şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. ... Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. ... Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. ... Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.”
Biliyorsunuz Türkiye’de siyasetin yolu zaten ABD’den geçiyor. ABD’ye gitmeyen, oradan icazet almadan Başbakan olan bir siyasetçi anımsıyor musunuz ? Menderes’ten, Demirel’e, Özal’a, Çiller’e, Yılmaz’a, Ecevit’e ve Erdoğan’a kadar hepsinin ABD ile ilişkilerinin ne kadarını burada yazabilirim. Bu siyasilerin Başbakan olabilmelerinin dış dinamiği ABD ise iç dinamiği de dini tarikatlarla olan ilişkileridir. Yani dışarıdan ABD desteği içerden tarikat-cemaat desteği olmadan bu ülkede seçim kazanmak ve Başbakan olmak mümkün değildir.
Tarikatların ekonomi ve siyasetle, ABD ve İngiliz emperyalizmi ile içiçeliği sadece yakın tarihin sorunu değil elbet. Yüzyıllardan beri gelen bir bağlantı var. Ancak benim ilgimi çeken 3 Sait’i kısaca burada yazmak istiyorum. Bir kere bu Sait’ler birbirine çok karıştırılıyor. Üç Sait hakkında da kitaplar, yazılar, yani malzeme çok. Üçü de yakın tarihin, tarikatların dışa bağlılığının önemli örnekleri. Onları tanımadan bu ülkenin yakın tarihini anlayamazsınız. Tarih sahnesine çıkışlarına göre size kısaca onları tanıtmak istiyorum.
Birincisi; Sait Molla… Ansiklopedilerde her ne kadar Osmanlı devlet adamı, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin kurucusu olarak tanımlansa da kendisi Kürt Teali Cemiyeti üyelerindendir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin başkanıdır. İstiklâl Savaşında işgale ve mezalime karşı mücadele başlatan direnişçi Türklerin aleyhindeki faaliyetleri sebebiyle Ankara Hükümeti tarafından Yüzellilikler listesinde 98. sırada yer almış ve yurttan çıkarılmasına karar verilmiş ancak zaten Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'nden önce İngiliz elçiliğine sığınmış ve İngiliz General Harrington'un verdiği İngiliz pasaportuyla yurdu terk etmiştir. Bazı tarihçiler tarafından “ İngiliz casusu” olarak tanımlanan Sait Molla hakkında M.Kemal Atatürk’ün Nutuk’unda önemli bilgiler, belgeler, mektuplar vardır. Hem Atatürk tarafından da açıklanan bu mektuplarda hem de çıkardığı İstanbul gazetesinde yazdığı yazılar yakın tarihin ibret belgeleridir.
İkincisi ; Şeyh Said… Onun hakkında ben fazla bir şey yazmayacağım. Onun adına kurulmuş bir web sayfasından kısa bir bölüm aktaracağım.
“ Şeyh Said ilim öğrenmek için medreseye başlar. Muş, Malazgirt, Hınıs ve Palu’da eğitimini tamamlar. Şeyh Said bilinçli ve akıllı bir insandı. Köy köy gezip İslami ve ulusal mücadele bilincini insanlara vermeye çalışır. Kürdistan Teali Cemiyeti’ne üye olur. Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Cumhuriyetin kurucuları gerçek yüzlerini göstererek İslam ve Kürt karşıtlığına dayalı politikalarını gün yüzüne çıkarırlar. Bu da Şeyh Said’in çabalarını artırır. O, bu durumda artık yerinde duramazdı. Gün çalışma günüydü.
Rêxistina Azadî, 1921’de Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kapatılması üzerine açılır. Cemiyetin başkanı Cibranlı Albay Halit Bey idi. O, Şeyh Said’in kayın biraderiydi. Cibranlı Halit, ikinci Abdulhamit’in açtığı Aşiret Mektepleri’nde okumuştu ve iyi bir askerdi. Bu cemiyete daha sonra Hacı Musa Bey, Cibranlı Halit Bey, Hasenanlı Halit ve başkaları da katıldılar. Bitlis mebusu Yusuf Ziya 1923 yılının yaz mevsimi sonunda Şeyh Sait ile görüştü ve görüşmede bir Kürt ayaklanması örgütlemek ve bu amaçla örgütlenmeye hız vermek istediklerini belirtirler. Şeyh Sait Kürdistan’da büyük bir etkiye sahip olduğu için Rêxistina Azadî’ye davet edilir.
Rêxistina Azadi’ye üye olduktan sonra çalışmalarını daha bir ilerletir. Köy köy gezer, tanıdığı ve sevdiği insanlara mektup göndererek mücadele bilicini insanlara ulaştırmaya çalışır.
Kürdistan’da büyük bir kıyam hazırlığına başlarlar.
Cemiyetin üyeleri kendi aralarında hepsinin bildiği bir şifre diliyle iletişim kuruyorlardı. Bu şifrelerle yaptıkları görüşmelerden birinde şifre yanlış anlaşılır ve ayaklanma hazırlığı Mustafa Kemal tarafından duyulur ve Rêxistina Azadî’nin başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya 1924 yılının Ekim ayında tutuklanırlar. Bu olay üzerine başkanlık görevi Şeyh Said’e kalır.
Şeyh Said'in son sözleri
Asılacağı sırada bir kağıdın üzerine Arapça şöyle yazıyor: “ Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslâm içindir."
İlmik boynuna geçirildikten sonra, Kürtçe söylediği son söz ise; "Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler."
( http://seyhsaid.bravehost.com/seyhsaid.htm )
Şeyh Sait hakkında bu web sayfasında ilginç bilgiler var. Şeyh Sait’in son sözleri olarak aktarılan “Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler." dediği torunlarını mı merak ettiniz ?
İşte yanıtı….
“ Torunları asla Şeyh Sait’i inkâr etmiyor. Hatta onun isminden, özellikle siyasette nemalananlar bile var. Torunlardan bazıları, onun Atatürk tarafından kandırıldığını savunuyor. Kimileri ise, tartışmanın yersiz olduğunu, artık ruhunun rahat bırakılması gerektiğine inanıyor.
Torun Şeyh Saitleri, Türkiye siyasetinde aslında yakından tanıyoruz. Torunlardan AKP Diyarbakır Merkez İlçe Yöneticisi Muhammed Akar’ın verdiği bilgiye göre; AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Hak-Par Genel Başkanı Abdülmelik Fırat, Erzurum DEHAP İl Başkanı Biyadin Fırat, vefat eden ve beş dönem DYP’de milletvekili olan eski Meclis Başkanı Ali Rıza Septioğlu, RP ve ANAP’ta milletvekilliği yapan Suat Fırat ve Abdülvillah Fırat, son dönem Türkiye siyasetinde kendine yer bulan birkaç isim. Bugün hayatta olanlar, dün olduğu gibi bugün de Kürt sorunuyla yakından ilgileniyorlar.”
( http://www.tempodergisi.com.tr/toplum_politika/08849/ )
Yer sıkıntısı nedeniyle üçüncü Sait, Said-i Nursi konusu haftaya kaldı.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 EYLÜL 08
Bu yazı dizisinin ilkinde (27.08.08) “ Tarikatlar bu ülkenin kara kutusudur. “demiştim. Geçen hafta da “…Gelecek hafta tarihsel süreç içinde 3 Said olayı ve Tarikatların yurtiçi ve yurt dışı siyasi bağlantıları konusunu özetlemeye çalışacağım.”diye söz vermiştim. Ancak kara kutuyu açtıkça içinden öyle malzemeler çıkıyor ki bu gazetenin sınırlarına sığması gerçekten mümkün değil. Her konu bir kitap boyutunda. Bu konuda neden bu kadar çok kitap yazıldığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Tarikatların dış ilişkilerine örnek olarak Fetullah Gülen’i örnek alırsak…Kendisinin 20’ye yakın kitabı var. Kendisi hakkında yazılmış kitapların sayısı bunun iki katı. Biri de bu hafta çıkıyor. Hoca Efendi’nin müritleri o kadar çok ki… Bütün merkez-sağ ve milliyetçi siyasetçilerden tutun da Bülent Ecevit’ten Perihan Mağden’e kadar… Yurt içinde ve yurt dışında okulları, üniversiteleri olan ve 21 Mart 99 tarihinden beri Türkiye’ye dönemeyen, ABD’nin koruması altında Pensilvanya eyaletinde yaşayan Gülen’in dış ilişkileri kaç kitabın konusu olur bilmem ama bana göre kendisinin şu sözleri bir çok şeyi açıklamaya yetiyor…
“ Şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. ... Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. ... Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. ... Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.”
Biliyorsunuz Türkiye’de siyasetin yolu zaten ABD’den geçiyor. ABD’ye gitmeyen, oradan icazet almadan Başbakan olan bir siyasetçi anımsıyor musunuz ? Menderes’ten, Demirel’e, Özal’a, Çiller’e, Yılmaz’a, Ecevit’e ve Erdoğan’a kadar hepsinin ABD ile ilişkilerinin ne kadarını burada yazabilirim. Bu siyasilerin Başbakan olabilmelerinin dış dinamiği ABD ise iç dinamiği de dini tarikatlarla olan ilişkileridir. Yani dışarıdan ABD desteği içerden tarikat-cemaat desteği olmadan bu ülkede seçim kazanmak ve Başbakan olmak mümkün değildir.
Tarikatların ekonomi ve siyasetle, ABD ve İngiliz emperyalizmi ile içiçeliği sadece yakın tarihin sorunu değil elbet. Yüzyıllardan beri gelen bir bağlantı var. Ancak benim ilgimi çeken 3 Sait’i kısaca burada yazmak istiyorum. Bir kere bu Sait’ler birbirine çok karıştırılıyor. Üç Sait hakkında da kitaplar, yazılar, yani malzeme çok. Üçü de yakın tarihin, tarikatların dışa bağlılığının önemli örnekleri. Onları tanımadan bu ülkenin yakın tarihini anlayamazsınız. Tarih sahnesine çıkışlarına göre size kısaca onları tanıtmak istiyorum.
Birincisi; Sait Molla… Ansiklopedilerde her ne kadar Osmanlı devlet adamı, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin kurucusu olarak tanımlansa da kendisi Kürt Teali Cemiyeti üyelerindendir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin başkanıdır. İstiklâl Savaşında işgale ve mezalime karşı mücadele başlatan direnişçi Türklerin aleyhindeki faaliyetleri sebebiyle Ankara Hükümeti tarafından Yüzellilikler listesinde 98. sırada yer almış ve yurttan çıkarılmasına karar verilmiş ancak zaten Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'nden önce İngiliz elçiliğine sığınmış ve İngiliz General Harrington'un verdiği İngiliz pasaportuyla yurdu terk etmiştir. Bazı tarihçiler tarafından “ İngiliz casusu” olarak tanımlanan Sait Molla hakkında M.Kemal Atatürk’ün Nutuk’unda önemli bilgiler, belgeler, mektuplar vardır. Hem Atatürk tarafından da açıklanan bu mektuplarda hem de çıkardığı İstanbul gazetesinde yazdığı yazılar yakın tarihin ibret belgeleridir.
İkincisi ; Şeyh Said… Onun hakkında ben fazla bir şey yazmayacağım. Onun adına kurulmuş bir web sayfasından kısa bir bölüm aktaracağım.
“ Şeyh Said ilim öğrenmek için medreseye başlar. Muş, Malazgirt, Hınıs ve Palu’da eğitimini tamamlar. Şeyh Said bilinçli ve akıllı bir insandı. Köy köy gezip İslami ve ulusal mücadele bilincini insanlara vermeye çalışır. Kürdistan Teali Cemiyeti’ne üye olur. Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Cumhuriyetin kurucuları gerçek yüzlerini göstererek İslam ve Kürt karşıtlığına dayalı politikalarını gün yüzüne çıkarırlar. Bu da Şeyh Said’in çabalarını artırır. O, bu durumda artık yerinde duramazdı. Gün çalışma günüydü.
Rêxistina Azadî, 1921’de Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kapatılması üzerine açılır. Cemiyetin başkanı Cibranlı Albay Halit Bey idi. O, Şeyh Said’in kayın biraderiydi. Cibranlı Halit, ikinci Abdulhamit’in açtığı Aşiret Mektepleri’nde okumuştu ve iyi bir askerdi. Bu cemiyete daha sonra Hacı Musa Bey, Cibranlı Halit Bey, Hasenanlı Halit ve başkaları da katıldılar. Bitlis mebusu Yusuf Ziya 1923 yılının yaz mevsimi sonunda Şeyh Sait ile görüştü ve görüşmede bir Kürt ayaklanması örgütlemek ve bu amaçla örgütlenmeye hız vermek istediklerini belirtirler. Şeyh Sait Kürdistan’da büyük bir etkiye sahip olduğu için Rêxistina Azadî’ye davet edilir.
Rêxistina Azadi’ye üye olduktan sonra çalışmalarını daha bir ilerletir. Köy köy gezer, tanıdığı ve sevdiği insanlara mektup göndererek mücadele bilicini insanlara ulaştırmaya çalışır.
Kürdistan’da büyük bir kıyam hazırlığına başlarlar.
Cemiyetin üyeleri kendi aralarında hepsinin bildiği bir şifre diliyle iletişim kuruyorlardı. Bu şifrelerle yaptıkları görüşmelerden birinde şifre yanlış anlaşılır ve ayaklanma hazırlığı Mustafa Kemal tarafından duyulur ve Rêxistina Azadî’nin başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya 1924 yılının Ekim ayında tutuklanırlar. Bu olay üzerine başkanlık görevi Şeyh Said’e kalır.
Şeyh Said'in son sözleri
Asılacağı sırada bir kağıdın üzerine Arapça şöyle yazıyor: “ Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslâm içindir."
İlmik boynuna geçirildikten sonra, Kürtçe söylediği son söz ise; "Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler."
( http://seyhsaid.bravehost.com/seyhsaid.htm )
Şeyh Sait hakkında bu web sayfasında ilginç bilgiler var. Şeyh Sait’in son sözleri olarak aktarılan “Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler." dediği torunlarını mı merak ettiniz ?
İşte yanıtı….
“ Torunları asla Şeyh Sait’i inkâr etmiyor. Hatta onun isminden, özellikle siyasette nemalananlar bile var. Torunlardan bazıları, onun Atatürk tarafından kandırıldığını savunuyor. Kimileri ise, tartışmanın yersiz olduğunu, artık ruhunun rahat bırakılması gerektiğine inanıyor.
Torun Şeyh Saitleri, Türkiye siyasetinde aslında yakından tanıyoruz. Torunlardan AKP Diyarbakır Merkez İlçe Yöneticisi Muhammed Akar’ın verdiği bilgiye göre; AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Hak-Par Genel Başkanı Abdülmelik Fırat, Erzurum DEHAP İl Başkanı Biyadin Fırat, vefat eden ve beş dönem DYP’de milletvekili olan eski Meclis Başkanı Ali Rıza Septioğlu, RP ve ANAP’ta milletvekilliği yapan Suat Fırat ve Abdülvillah Fırat, son dönem Türkiye siyasetinde kendine yer bulan birkaç isim. Bugün hayatta olanlar, dün olduğu gibi bugün de Kürt sorunuyla yakından ilgileniyorlar.”
( http://www.tempodergisi.com.tr/toplum_politika/08849/ )
Yer sıkıntısı nedeniyle üçüncü Sait, Said-i Nursi konusu haftaya kaldı.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 EYLÜL 08
8 Eylül 2008 Pazartesi
TARİKATLAR VE DEMOKRASİ – 3 –
***
Üç haftadır sürdürdüğüm bu “Tarikatlar ve Demokrasi” konusunu ilk etapta 5 yazıda tamamlamayı düşünüyordum. Ancak dizi yazı yazacağım derken Türkiye’nin sıcak gündeminden de kopmak istemiyorum. Son iki gündür Başbakan ile Aydın Doğan medyası arasında bir kavga gibi görülen Almanya’daki Deniz Feneri Derneği davası bir yanı ile de benim bu yazı dizimin konuları içinde… Bu yazı dizisinin 27 Ağustos 08 tarihinde yayınlanan ilk bölümünde şöyle bir paragraf yazmışım :
“ Benim görüşüme göre :
Bugünün güncel örgütü Ergenekon var ya hani her gün bir karanlık sayfası, karanlık ilişkileri sözde cılız ampullerle aydınlanıyor (?!) Türkiye’deki tüm dini kisveli tarikatlarının Ergenekon’dan bin bir beter karanlık ilişkileri var. Ergenekon’u tüm medya araştırıyor da bu tarikatları Uğur Mumcu’dan sonra kimse araştırmıyor, araştırmaya cesaret edemiyor. Tarikatlar bu ülkenin kara kutusudur. Medya araştırmıyor ama bir gün cesur yürek bir Cumhuriyet Savcısı çıkar da araştırır. Bakın o zaman ne karanlık ilişkiler ortaya çıkar… Ergenekon solda sıfır kalır.”
O cesur yürek savcı Türkiye’den çıkmadı ama Almanya’dan çıktı. Bu Deniz Feneri Derneği’nin tarikat ve iktidar bağlantıları esasen biliniyordu. O anlamda yeni bir şey değil. Bunların Almanya’da ve Türkiye’de inançlı ve yardımsever insanlardan yardım adı altında topladıkları paraları amacına uygun olarak kullanmayıp belli televizyon kanalları aracılığı ile kendi çıkarları için kullandıkları biliniyor ama kanıtlanamıyordu. Türkiye’de kamu yararına çalışan dernek statüsü de verilen Deniz Feneri Derneği’nin karanlık ilişkiler yumağını Alman Savcı ortaya çıkardı. Mahkeme kamuya açık biçimde devam ediyor. Karanlık para ve siyaset ilişkileri ortaya çıktıkça Ergenekon davası açılmadan önce yaygaralar koparan iktidar yanlısı yalaka basın ( Özellikle Vakit ve Taraf gazeteleri) dut yemiş bülbül kesildiler.
Konuyu gündemden çıkarmak için ne yapsınlar ? Almanya’daki davayı gazetecilik adına kısmen aktaran gazetelerin patronu Aydın Doğan’a yüklenerek hedef şaşırtıyorlar. Başbakan da her zamanki kavgacı üslubu ile ve bu gazetelerin yazdıkları ile Aydın Doğan’a ve Deniz Baykal’a yükleniyor. Başbakan olarak bu sahtekarlıkları yapanlar için nereye kadar giderse gitsin diyemiyor, yolsuzluğu yapanları, yapılanları kınayamıyor bile… Hırsızın suçu yok…Hırsızı gören, yakalayan, haber veren suçlu. Çünkü Almanya’ya gitse bu davada sanık sandalyesine oturtulacak adamı RTÜK Başkanı yapan kendisi. AKP’liler geçen seçimde kullandıkları sloganı çok sevdiler. “ Durmak Yok ! Yola Devam !” Almanya’daki bu davayı izlemeye devam edin. Daha neler çıkacak bakalım ortaya. Bizim C.Savcılarımızda izliyorlar…
Yazı dizimizin geçen haftaki bölümünde tarikat ve cemaatlerdeki müritlerin şeyhlerine itaat, teslim olma anlayışını çarpıcı örnekleri ile anlatmaya çalıştık. Yazı dizisinin sonunda bu şeyhe, efendiye itaat, onun her dediğine körü körüne inanma, şeyhin isteğine kölece boyun eğme anlayışına tekrar değineceğiz.
Yazı dizimizin ilk bölümünün sonunda Mustafa Kemal’in 30 Haziran 1925’teki bir sözünü aktarmıştık. "Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözünün geçerliliği sadece 25 yıl sürdü. 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle tarikatlar yer altından yeryüzüne çıkıp siyasetin içine öyle bir girdiler ki anlatılır gibi değil.
1950 seçimlerinden sonraki 07 seçimlerine kadar geçen 57 yıllık sürede hangi tarikatın hangi siyasi partiyi nasıl, neden desteklediğini öğrenmek için yakın tarihimizi araştırmacı gözle yeniden okumak gerek. Bu yakın tarihi okumadan tarikat ve siyaset ilişkisini bilmeden son seçimdeki yüzde 47’yi asla anlayamazsınız.
Biliyorsunuz her seçimde siyaset bilimciler, sosyologlar seçimler üzerine kamuoyu araştırmaları yaparlar. Dünyanın tüm demokratik ülkelerinde doğaldır bu. O ülkelerde hangi sendika, hangi toplumsal katman (yani işçiler, köylüler, esnaflar, tüccarlar, sanayiciler) hangi partiyi neden destekleyecek diye yapılan bu araştırmalar Türkiye’de de yapılıyor. Yapılıyor ama bir farkla. Türkiye’de siyasette işçinin, köylünün, esnafın sözü geçmediği için bu araştırmalar bizde hangi tarikat ve cemaat hangi partiyi destekliyor diye yapılıyor… Çünkü siyasette artık tarikat ve cemaatlerin sözü geçiyor. Onların dediği oluyor.
Örneğin geçen yıl yapılan 22 Temmuz seçimlerinde hangi tarikat ve cemaatin hangi partiyi desteklediğini şöyle bir anımsayalım mı ?
Buyurun.
Gülen Cemaati : AKP listelerinde 30’dan fazla milletvekili adayları var. AKP’den sadece Cemil Çiçek’e destek yok… Sivas’ta BBP’li Muhsin Yazıcıoğlu ’na destek var. Milli Görüş’e destek yok…
Nurcuların Yeni Asyacılar kanadı (Mehmet Kutlular) : DP
Kadiriler ikiye bölündü. Galip Kuşçuoğlu kanadı : AKP, diğer kanat hem şeyh hem parti başkanı olan Bağımsız Türkiye Partisi Haydar Baş.
Süleymancıların "liderliği"ni Ahmet Arif Denizolgun ile Mehmet Beyazıt Denizolgun yapıyor. Bakanlık yapan Ahmet Denizolgun, ANAP'ı destekliyordu. Bugün DP'den Antalya 1. sıradan milletvekili adayı. Mehmet Beyazıt Denizolgun ise AKP'den İstanbul 1. Bölge 12. sıradan milletvekili adayı.
Menzilciler : AKP
Nakşibendiler (Nurettin Coşan) : AKP,
Diğer kolu İskenderpaşa Cemaati : Bölgesine ve adaylara göre destek. Sivas’ta Yazıcıoğlu’na tam destek.
İsmailağa cemaati için AKP ile SP rekabeti var.
Yıllardır Erbakan'ın partilerini destekleyen İsmailağa cemaatinin AKP'ye kaymasının nedeni, Çankaya seçim sürecinde yaşananlara bağlanıyor. Nakşibendi Yahyalı cemaatinin SP'ye destek vereceği söyleniyor.
Işıkçılar ( Enver Ören) : AKP
(Kaynak : Tarikatlar, dini cemaatler ve 22 Temmuz - Ömer Erbil Milliyet 9-14 Temmuz 07 Yazı Dizisi)
Bu gazetenin sınırları içinde yer darlığı nedeniyle daha uzun yazamıyorum. Meraklısı bu araştırmayı gösterdiğim kaynaktan bulup okuyabilir. Gelecek hafta tarihsel süreç içinde 3 Said olayı ve Tarikatların yurtiçi ve yurt dışı siyasi bağlantıları konusunu özetlemeye çalışacağım.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 EYLÜL 08
Üç haftadır sürdürdüğüm bu “Tarikatlar ve Demokrasi” konusunu ilk etapta 5 yazıda tamamlamayı düşünüyordum. Ancak dizi yazı yazacağım derken Türkiye’nin sıcak gündeminden de kopmak istemiyorum. Son iki gündür Başbakan ile Aydın Doğan medyası arasında bir kavga gibi görülen Almanya’daki Deniz Feneri Derneği davası bir yanı ile de benim bu yazı dizimin konuları içinde… Bu yazı dizisinin 27 Ağustos 08 tarihinde yayınlanan ilk bölümünde şöyle bir paragraf yazmışım :
“ Benim görüşüme göre :
Bugünün güncel örgütü Ergenekon var ya hani her gün bir karanlık sayfası, karanlık ilişkileri sözde cılız ampullerle aydınlanıyor (?!) Türkiye’deki tüm dini kisveli tarikatlarının Ergenekon’dan bin bir beter karanlık ilişkileri var. Ergenekon’u tüm medya araştırıyor da bu tarikatları Uğur Mumcu’dan sonra kimse araştırmıyor, araştırmaya cesaret edemiyor. Tarikatlar bu ülkenin kara kutusudur. Medya araştırmıyor ama bir gün cesur yürek bir Cumhuriyet Savcısı çıkar da araştırır. Bakın o zaman ne karanlık ilişkiler ortaya çıkar… Ergenekon solda sıfır kalır.”
O cesur yürek savcı Türkiye’den çıkmadı ama Almanya’dan çıktı. Bu Deniz Feneri Derneği’nin tarikat ve iktidar bağlantıları esasen biliniyordu. O anlamda yeni bir şey değil. Bunların Almanya’da ve Türkiye’de inançlı ve yardımsever insanlardan yardım adı altında topladıkları paraları amacına uygun olarak kullanmayıp belli televizyon kanalları aracılığı ile kendi çıkarları için kullandıkları biliniyor ama kanıtlanamıyordu. Türkiye’de kamu yararına çalışan dernek statüsü de verilen Deniz Feneri Derneği’nin karanlık ilişkiler yumağını Alman Savcı ortaya çıkardı. Mahkeme kamuya açık biçimde devam ediyor. Karanlık para ve siyaset ilişkileri ortaya çıktıkça Ergenekon davası açılmadan önce yaygaralar koparan iktidar yanlısı yalaka basın ( Özellikle Vakit ve Taraf gazeteleri) dut yemiş bülbül kesildiler.
Konuyu gündemden çıkarmak için ne yapsınlar ? Almanya’daki davayı gazetecilik adına kısmen aktaran gazetelerin patronu Aydın Doğan’a yüklenerek hedef şaşırtıyorlar. Başbakan da her zamanki kavgacı üslubu ile ve bu gazetelerin yazdıkları ile Aydın Doğan’a ve Deniz Baykal’a yükleniyor. Başbakan olarak bu sahtekarlıkları yapanlar için nereye kadar giderse gitsin diyemiyor, yolsuzluğu yapanları, yapılanları kınayamıyor bile… Hırsızın suçu yok…Hırsızı gören, yakalayan, haber veren suçlu. Çünkü Almanya’ya gitse bu davada sanık sandalyesine oturtulacak adamı RTÜK Başkanı yapan kendisi. AKP’liler geçen seçimde kullandıkları sloganı çok sevdiler. “ Durmak Yok ! Yola Devam !” Almanya’daki bu davayı izlemeye devam edin. Daha neler çıkacak bakalım ortaya. Bizim C.Savcılarımızda izliyorlar…
Yazı dizimizin geçen haftaki bölümünde tarikat ve cemaatlerdeki müritlerin şeyhlerine itaat, teslim olma anlayışını çarpıcı örnekleri ile anlatmaya çalıştık. Yazı dizisinin sonunda bu şeyhe, efendiye itaat, onun her dediğine körü körüne inanma, şeyhin isteğine kölece boyun eğme anlayışına tekrar değineceğiz.
Yazı dizimizin ilk bölümünün sonunda Mustafa Kemal’in 30 Haziran 1925’teki bir sözünü aktarmıştık. "Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözünün geçerliliği sadece 25 yıl sürdü. 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle tarikatlar yer altından yeryüzüne çıkıp siyasetin içine öyle bir girdiler ki anlatılır gibi değil.
1950 seçimlerinden sonraki 07 seçimlerine kadar geçen 57 yıllık sürede hangi tarikatın hangi siyasi partiyi nasıl, neden desteklediğini öğrenmek için yakın tarihimizi araştırmacı gözle yeniden okumak gerek. Bu yakın tarihi okumadan tarikat ve siyaset ilişkisini bilmeden son seçimdeki yüzde 47’yi asla anlayamazsınız.
Biliyorsunuz her seçimde siyaset bilimciler, sosyologlar seçimler üzerine kamuoyu araştırmaları yaparlar. Dünyanın tüm demokratik ülkelerinde doğaldır bu. O ülkelerde hangi sendika, hangi toplumsal katman (yani işçiler, köylüler, esnaflar, tüccarlar, sanayiciler) hangi partiyi neden destekleyecek diye yapılan bu araştırmalar Türkiye’de de yapılıyor. Yapılıyor ama bir farkla. Türkiye’de siyasette işçinin, köylünün, esnafın sözü geçmediği için bu araştırmalar bizde hangi tarikat ve cemaat hangi partiyi destekliyor diye yapılıyor… Çünkü siyasette artık tarikat ve cemaatlerin sözü geçiyor. Onların dediği oluyor.
Örneğin geçen yıl yapılan 22 Temmuz seçimlerinde hangi tarikat ve cemaatin hangi partiyi desteklediğini şöyle bir anımsayalım mı ?
Buyurun.
Gülen Cemaati : AKP listelerinde 30’dan fazla milletvekili adayları var. AKP’den sadece Cemil Çiçek’e destek yok… Sivas’ta BBP’li Muhsin Yazıcıoğlu ’na destek var. Milli Görüş’e destek yok…
Nurcuların Yeni Asyacılar kanadı (Mehmet Kutlular) : DP
Kadiriler ikiye bölündü. Galip Kuşçuoğlu kanadı : AKP, diğer kanat hem şeyh hem parti başkanı olan Bağımsız Türkiye Partisi Haydar Baş.
Süleymancıların "liderliği"ni Ahmet Arif Denizolgun ile Mehmet Beyazıt Denizolgun yapıyor. Bakanlık yapan Ahmet Denizolgun, ANAP'ı destekliyordu. Bugün DP'den Antalya 1. sıradan milletvekili adayı. Mehmet Beyazıt Denizolgun ise AKP'den İstanbul 1. Bölge 12. sıradan milletvekili adayı.
Menzilciler : AKP
Nakşibendiler (Nurettin Coşan) : AKP,
Diğer kolu İskenderpaşa Cemaati : Bölgesine ve adaylara göre destek. Sivas’ta Yazıcıoğlu’na tam destek.
İsmailağa cemaati için AKP ile SP rekabeti var.
Yıllardır Erbakan'ın partilerini destekleyen İsmailağa cemaatinin AKP'ye kaymasının nedeni, Çankaya seçim sürecinde yaşananlara bağlanıyor. Nakşibendi Yahyalı cemaatinin SP'ye destek vereceği söyleniyor.
Işıkçılar ( Enver Ören) : AKP
(Kaynak : Tarikatlar, dini cemaatler ve 22 Temmuz - Ömer Erbil Milliyet 9-14 Temmuz 07 Yazı Dizisi)
Bu gazetenin sınırları içinde yer darlığı nedeniyle daha uzun yazamıyorum. Meraklısı bu araştırmayı gösterdiğim kaynaktan bulup okuyabilir. Gelecek hafta tarihsel süreç içinde 3 Said olayı ve Tarikatların yurtiçi ve yurt dışı siyasi bağlantıları konusunu özetlemeye çalışacağım.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 EYLÜL 08
1 Eylül 2008 Pazartesi
TARİKATLAR VE DEMOKRASİ – 2 –
*
Geçen hafta başladığım “ Tarikatlar ve Demokrasi “ konusuna bu hafta da devam ediyorum.
Geçen hafta da belirttiğim gibi bazı üniversite hocalarının ve kendilerine “ İslamcı Yazar” diyen köşe yazıcılarının bize “yeni sivil toplum örgütleri” olarak yutturmaya çalıştıkları tarikat ve cemaatlerin gerçek dinle ve tasavvufla ilgileri yoktur.
Burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için bu konuyu özellikle açıklamak istiyorum. Yazdıklarımızın Allah’a, Kur’ana inanan, evinde, camisinde, cem evinde namazını, teravisini kılan, orucunu tutan, her türlü ibadetini hakkıyla yerine getiren gerçek Müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Herkesin dini inancına saygım var. Bu arada bu yazıyı yazdığım 1 Eylül tarihinde başlayan Ramazan ayının gerçek Müslümanlara hayırlı olmasını, dualarının, ibadetlerinin kabul edilmesini dilerim.
Benim derdim ; Kur’an yerine şeyhlere, mürşitlere, rehberlere, efendilere inanan ve onlara körü körüne bağlanan insanlara bu kişilerin yönettiği tarikat ve cemaatlerin ne kadar din ve tasavvuf dışı, dini ticarete ve siyasete alet eden, yasa dışı güçleri ile ülke ekonomisini ve siyasetini yönlendirmeye kalkan, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı kuruluşlar olduğunu anlatmak.
Din dışı tarikat ve cemaat oluşumları sadece İslam Dini ile sınırlı değildir. Yeryüzündeki bütün dinlerde Hıristiyanlıkta, Yahudilikte, Budizmde de bu tarikat ve cemaat örgütlenmeleri var. Bu tarikat ve cemaatlerin en sapkınlarının ABD’ de ve Avrupa’da olduğunu da bilmenizi isterim.
Ama bizim konumuz bizim ülkemizin tarikat ve cemaatleri… Bizimkilerin diğer dinlerin ve ülkelerin tarikat ve cemaatlerinden farkı ülkenin ekonomi ve siyasetini yönlendirecek güce erişmiş olmaları, ülkenin rejimini değiştirmek için, Cumhuriyet’i ve temel değerlerini yok etmek için son yıllarda ittifak içinde olmalarıdır.
Bu tarikat ve cemaatlerde esas olan şeyhe, mürşide, rehbere, efendiye körü körüne itaattir. Tarikat ve cemaatlerdeki işleyişi anlayabilmek için bu “şeyhe itaat, şeyhe bağlılık” konusunu işleyen bir yazıdan alıntılar yapacağım. Bu yazıda bazı yerlerin altını dikkat çekmek için ben çizdim. Bir kere daha anımsatayım ki bu tarikat ve cemaatlerde sapkınlık derecesine varan, bazen basına ve televizyonlara görüntüleri de yansıyan hareket ve davranışların gerçek Müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Tarikat ve cemaatlerdeki bu şeyhe itaat, şeyhe bağlılık konusundan sonra dini ticarete ve siyasete alet eden tarikat ve cemaatlerden örnekler vererek tarikat ve cemaatlerin yönettiği bir ülkede demokrasinin mümkün olup olamayacağını tartışmak için yazı dizimiz devam edecek. Önce lütfen şu anlam bozulmasın diye geniş olarak alıntıladığım yazıyı dikkatle okuyun.
“Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, aklın bu yolda yürümeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin Mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi, dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır. üstelik kişi aklı kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. Çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır.
Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır. Hatta birçok zaman “aklı bırakma prensibi” kabul ettirildiği için şeyhten çok daha bilgili ve kültürlü bir kişi bile “ Ben bilmem, şeyhim bilir. Şeyhim diyorsa vardır bir hikmeti.” izahlarıyla şeyhin en saçma izahlarını bile yutmaktadır.
Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejderha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi.
Üçüncü şeyh ise nefislerinizi terbiye edeceğim diyerek müritlerine cinsel organını öptürüyor, cinsel organı öpecek mürit tören havasında “Muz yemeye” parolasıyla şeyhin cinsel organını öpmeye götürülüyordu.
Tarikatların yapısını ve şeyhe bağlılığın felsefesini bilmeyenlere; okumuş, kültürlü müritlerin bile bu saçmalıklara inanmasını anlamak çok zor gelmektedir. Fakat eğer tarikata girenlerin baştan akıllarını kenara bırakıp, çoğu zaman yarı veya tam kaçık şeyhlere tabi oldukları ve düşünme yerine taklidi ön plana aldıkları anlaşılırsa bu hareketleri de anlaşılabilir. Tarikatlara girenlere verilen tarikat terbiyesini anlamak için bir tarikatta müride uymasının zorunlu olduğu yedi madde diye eline verilen listeyi görelim:
1) Mürşidine (şeyhine) tam teslim olmak ve hiç kimseyi mürşidinden üstün bilmemek.
2) Zeki ve idrak kabiliyeti yüksek olmak.
3) Şeyhinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak.
4) Sözünde sadık ve güvenilir olmak.
5) Malı ve mülkünü şeyhinin hizmetine vermek.
6) Mürşidin (şeyhin) ve tarikatın sırlarını gizli tutmak.
7) Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak. “
(…)
“Ölen şeyhlerin kabirlerinde yapılan garip hareketler, bez bağlamalar, eğilmeler, secdeler de başlı başına bir rezalet tablosudur. Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarikatın devamını oğluna, damadına, kardeşine bırakıp, bu manevi ve maddi sömürü çarkının aile tekelinde tutulması da sayısız garipliklerin bir halkasıdır. Oysa dinimize göre emanet ehline verilir, kan bağı olana değil. Müritlere bile layık görülen evliyalık mertebeleri, şeyhlere çok daha abartılı bir şekilde verilir. Şeyhlerin kerameti diye öyle hikayeler anlatılır ki; Kuran’da anlatılan birçok Peygamber mucizesinin bile bu kerametler kadar olmadığı görülür.
“Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatın müritlerinin birbirlerine karşı hava atma mekanizmalarıdır. En çok ve en büyük kerameti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müritler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar; denizlerin, okyanusların üstünde yürüyenler; aynı anda bir sürü yerde gözükenler; neler vardır, neler...
Süpermen şeyhler kalpleri bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidayete erdirir, dilediğini cin veya diğer yöntemleriyle çarpar, üfürüğü, tükürüğü, nefesi ile şifalar saçar, dokunuşlarıyla alemlere nurlar yağdırırlar! Şeyhler bunları yapınca müritlerin ne haddine düşer şeyhe itiraz, şeyhin lafını tartışma, aklını kullanma! Müridin en iyisi gözü kapalı itaat eden ve itaati en çok olandır. “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 EYLÜL 08
Geçen hafta başladığım “ Tarikatlar ve Demokrasi “ konusuna bu hafta da devam ediyorum.
Geçen hafta da belirttiğim gibi bazı üniversite hocalarının ve kendilerine “ İslamcı Yazar” diyen köşe yazıcılarının bize “yeni sivil toplum örgütleri” olarak yutturmaya çalıştıkları tarikat ve cemaatlerin gerçek dinle ve tasavvufla ilgileri yoktur.
Burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için bu konuyu özellikle açıklamak istiyorum. Yazdıklarımızın Allah’a, Kur’ana inanan, evinde, camisinde, cem evinde namazını, teravisini kılan, orucunu tutan, her türlü ibadetini hakkıyla yerine getiren gerçek Müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Herkesin dini inancına saygım var. Bu arada bu yazıyı yazdığım 1 Eylül tarihinde başlayan Ramazan ayının gerçek Müslümanlara hayırlı olmasını, dualarının, ibadetlerinin kabul edilmesini dilerim.
Benim derdim ; Kur’an yerine şeyhlere, mürşitlere, rehberlere, efendilere inanan ve onlara körü körüne bağlanan insanlara bu kişilerin yönettiği tarikat ve cemaatlerin ne kadar din ve tasavvuf dışı, dini ticarete ve siyasete alet eden, yasa dışı güçleri ile ülke ekonomisini ve siyasetini yönlendirmeye kalkan, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı kuruluşlar olduğunu anlatmak.
Din dışı tarikat ve cemaat oluşumları sadece İslam Dini ile sınırlı değildir. Yeryüzündeki bütün dinlerde Hıristiyanlıkta, Yahudilikte, Budizmde de bu tarikat ve cemaat örgütlenmeleri var. Bu tarikat ve cemaatlerin en sapkınlarının ABD’ de ve Avrupa’da olduğunu da bilmenizi isterim.
Ama bizim konumuz bizim ülkemizin tarikat ve cemaatleri… Bizimkilerin diğer dinlerin ve ülkelerin tarikat ve cemaatlerinden farkı ülkenin ekonomi ve siyasetini yönlendirecek güce erişmiş olmaları, ülkenin rejimini değiştirmek için, Cumhuriyet’i ve temel değerlerini yok etmek için son yıllarda ittifak içinde olmalarıdır.
Bu tarikat ve cemaatlerde esas olan şeyhe, mürşide, rehbere, efendiye körü körüne itaattir. Tarikat ve cemaatlerdeki işleyişi anlayabilmek için bu “şeyhe itaat, şeyhe bağlılık” konusunu işleyen bir yazıdan alıntılar yapacağım. Bu yazıda bazı yerlerin altını dikkat çekmek için ben çizdim. Bir kere daha anımsatayım ki bu tarikat ve cemaatlerde sapkınlık derecesine varan, bazen basına ve televizyonlara görüntüleri de yansıyan hareket ve davranışların gerçek Müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Tarikat ve cemaatlerdeki bu şeyhe itaat, şeyhe bağlılık konusundan sonra dini ticarete ve siyasete alet eden tarikat ve cemaatlerden örnekler vererek tarikat ve cemaatlerin yönettiği bir ülkede demokrasinin mümkün olup olamayacağını tartışmak için yazı dizimiz devam edecek. Önce lütfen şu anlam bozulmasın diye geniş olarak alıntıladığım yazıyı dikkatle okuyun.
“Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, aklın bu yolda yürümeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin Mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi, dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır. üstelik kişi aklı kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. Çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır.
Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır. Hatta birçok zaman “aklı bırakma prensibi” kabul ettirildiği için şeyhten çok daha bilgili ve kültürlü bir kişi bile “ Ben bilmem, şeyhim bilir. Şeyhim diyorsa vardır bir hikmeti.” izahlarıyla şeyhin en saçma izahlarını bile yutmaktadır.
Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejderha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi.
Üçüncü şeyh ise nefislerinizi terbiye edeceğim diyerek müritlerine cinsel organını öptürüyor, cinsel organı öpecek mürit tören havasında “Muz yemeye” parolasıyla şeyhin cinsel organını öpmeye götürülüyordu.
Tarikatların yapısını ve şeyhe bağlılığın felsefesini bilmeyenlere; okumuş, kültürlü müritlerin bile bu saçmalıklara inanmasını anlamak çok zor gelmektedir. Fakat eğer tarikata girenlerin baştan akıllarını kenara bırakıp, çoğu zaman yarı veya tam kaçık şeyhlere tabi oldukları ve düşünme yerine taklidi ön plana aldıkları anlaşılırsa bu hareketleri de anlaşılabilir. Tarikatlara girenlere verilen tarikat terbiyesini anlamak için bir tarikatta müride uymasının zorunlu olduğu yedi madde diye eline verilen listeyi görelim:
1) Mürşidine (şeyhine) tam teslim olmak ve hiç kimseyi mürşidinden üstün bilmemek.
2) Zeki ve idrak kabiliyeti yüksek olmak.
3) Şeyhinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak.
4) Sözünde sadık ve güvenilir olmak.
5) Malı ve mülkünü şeyhinin hizmetine vermek.
6) Mürşidin (şeyhin) ve tarikatın sırlarını gizli tutmak.
7) Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak. “
(…)
“Ölen şeyhlerin kabirlerinde yapılan garip hareketler, bez bağlamalar, eğilmeler, secdeler de başlı başına bir rezalet tablosudur. Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarikatın devamını oğluna, damadına, kardeşine bırakıp, bu manevi ve maddi sömürü çarkının aile tekelinde tutulması da sayısız garipliklerin bir halkasıdır. Oysa dinimize göre emanet ehline verilir, kan bağı olana değil. Müritlere bile layık görülen evliyalık mertebeleri, şeyhlere çok daha abartılı bir şekilde verilir. Şeyhlerin kerameti diye öyle hikayeler anlatılır ki; Kuran’da anlatılan birçok Peygamber mucizesinin bile bu kerametler kadar olmadığı görülür.
“Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatın müritlerinin birbirlerine karşı hava atma mekanizmalarıdır. En çok ve en büyük kerameti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müritler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar; denizlerin, okyanusların üstünde yürüyenler; aynı anda bir sürü yerde gözükenler; neler vardır, neler...
Süpermen şeyhler kalpleri bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidayete erdirir, dilediğini cin veya diğer yöntemleriyle çarpar, üfürüğü, tükürüğü, nefesi ile şifalar saçar, dokunuşlarıyla alemlere nurlar yağdırırlar! Şeyhler bunları yapınca müritlerin ne haddine düşer şeyhe itiraz, şeyhin lafını tartışma, aklını kullanma! Müridin en iyisi gözü kapalı itaat eden ve itaati en çok olandır. “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 EYLÜL 08
29 Ağustos 2008 Cuma
İLHAN BERK ANISINA...
Fotoğraf : Oğuz KURUM
***
1919
Ben dünyaya bir idare lambası altında geldim
Yeryüzü Birinci Dünya Harbi'ni yaşıyordu
Başımın üstünde mendil boyunda bulutlar vardı
Yunan Harbi'nde yanan şehirlerimizi bir dağdan seyrettim
O çadır çadır insanları askerleri esirleri
Arkalarında bir gömlekle kaçan halkımızı
İlk topu ilk tayyareyi gördüm
Anam kardeşim ve ben ayaktaydık
Kapanık dükkânlarıyla çarşılarımıza yağmur yağıyordu
Her sınıf insanıyla şehrim dağlara taşınmıştı
O yangından nehirlerimiz dağlarımız ve çeşmelerimiz kurtuldular
Yanmış ve yakılmış şehrimize bir akşamüzeri askerlerimiz girdi
Kursaklarında bir parça ekmekle insanlar ayaktaydı
O gün dünyayı ve insanları tanıdım
O gün ayağımın dibindeki şehirden ağlamayı öğrendim
İLHAN BERK
*
KEÇİYOLU
Bomboş oturdum rüzgarı dinledim
(yay burcundan dönen). Irmağın
dediklerine geçtim sonra.
Geçip gidiyordum beni görmüyordu
ot yüklü bir akşam, yarım bir
ay.
Arkamdan başını kaldırıp
bakmıştı yol.
(dikenler, gri otlar)
Kocamış bir suyum ben. Bana
ormanın sesini anlat. Sesini
çayırların.
Sessizlik. Hep bu sessizlik.
Keçiyoluna çıkarın beni.
Burda ölemem.
İLHAN BERK
*
AYRILIĞIN YÜREĞİ
Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak ‘a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrılıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.
Şimdi yaşamak istemiyor.
İLHAN BERK
*
NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM NE BÖYLE AYRILIKLAR
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları
İLHAN BERK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)