9 Eylül 2011 Cuma

YENİDEN " NAMESTE HİNDİSTAN ! "



5 Ekim ’09 tarihinde bu blogda yazdığım “ NAMESTE * HİNDİSTAN ! “ başlıklı yazımda ilk Hindistan yolculuğum öncesi Hindistan hakkındaki düşüncelerimi, Hindistan tutkumun kaynağını yazmıştım…


’09 yılında 15 Ekim – 22 Kasım tarihleri arasında Mumbai ve Goa’yı kapsayan çok keyifli bir Hindistan yolculuğu yapmıştık eşimle. Hatta bu yolculuğun bir bölümünde 24 Eylül ’10 da yitirdiğim can dostum Emin Tanrıyar’la ve arkadaşı Arzu ile de buluşmuştuk… Emin’le uzun süre yaşamayı düşündüğümüz Hindistan’ın güney batısında Goa’yı tanımış ve Kerela’yı sonraki yıla bırakmıştık…


Hindistan’a ikinci kez “ Nameste ! – Merhaba ! “ dememe sadece bir hafta kaldı. Bu yolculuğumun takvimi ve rotası konusunda kısa bilgiler vermek istiyorum.


Bu kez 09’da eksik kalan Hindistan’ın klasik turu olan Kuzey Hindistan bölgesini (Delhi-Agra-Jaipur-Varanasi) tanıdık bir dost grubuyla gezeceğiz. 16-26 Eylül’deki bu klasik turdan sonra dostlarımız İstanbul’a dönerken biz ailecek (eşim ve kızımla birlikte) Hindistan’ın kuzey komşusu Nepal’e geçeceğiz. Nepal’de Himalaya dağlarının eteklerindeki Katmandu ve Pokhara kentleri ile çevrelerini gezeceğiz.


Nepal’den tekrar Hindistan’a dönüp kızımızı İstanbul’a yolcu ettikten sonra eşim ve ben Hindistan üçgeninin en güney-batı ucundaki Kerala’ya gideceğiz. 11 gün Hindistan’ın bu çok farklı eyaletinde gezindikten sonra Hindistan yarımadasının incisi ya da gözyaşı damlası olarak adlandırılan Kerela’ya çok yakın Sri Lanka’ya geçeceğiz. Yakın zamana kadar Tamil gerillaları ile bir iç savaş yaşayan bu ülkenin iç kesimlerindeki ünlü Hindu tapınaklarını ve sahillerini görmeye de bir beş gün ayırdık…


Sri Lanka’dan bu kez Hindistan’ın güney-doğusundaki Chennai bölgesine geçeceğiz. Beş gün kadar da bu bölgede dolaştıktan sonra 09’da tanıdığımız Goa’ya da bir nostaljik bir beş gün ayırdıktan sonra başladığımız noktaya Yeni Delhi’ye geri döneceğiz. Cumhuriyet Bayramını Yeni Delhi’de geçirdikten sonra 30 Ekim’de yolculuğumuz İstanbul’da son bulacak…


Bu yolculukta Hindistan’ın 3 ayrı bölgesini ( kuzey, güney-batı ve güney-doğu) tanıdığımız gibi Hindistan’ın kuzey ve güneydeki komşu ülkelerini de görmüş olacağız. Bu yorucu geçeceği belli olan yolculukta hem Hindistan’ın hem de komşu ülkelerinin farklı kültürlerini tanımış olacağız. Ben yine bol bol fotoğraf çekeceğim. Fotoğraf makinem için hafıza kartlarımı yedekledim. Eşim de gezdiğimiz yerleri video kamerasıyla saptayacak.


Bu yolculuğun Kuzey Hindistan, Kerala ve Goa bölümlerinde sevgili dostum Emin Tanrıyar’ın ruhu da benimle birlikte olacak. Bu nedenle bu yolculuğumu sevgili dostuma adıyorum. Bütün Hindu ve Budist tapınaklarındaki tanrılara ve tanrıçalara ondan selam götüreceğim. Yediğim her yemekte , içtiğim her içkide, çektiğim her fotoğraf ta onu anacağım. Bu yolculuk benim için biraz da benim kendime bir iç yolculuğum olacak.


Bu yolculukta Türkiye’nin ve dünyanın sorunlarından zaman zaman uzak kalacağım. Siz dostlarım için en güzel fotoğrafları çekmeye çalışacağım.


Hindistan’ın farklı coğrafyası, tarihi, kültürleri, inançları, tapınakları, tanrıları, tanrıçaları, zenginliği, yoksulluğu, sahilleri, balıkçıları, renkli ve mutlu dost insanları beni çağırıyor.


Şimdi Hindistan’a yolculuk zamanıdır…


Esen kalın ! Dostlukla kalın !

16 Ağustos 2011 Salı





17 AĞUSTOS'U UNUTMAYALIM ! UNUTTURMAYALIM !

17 AĞUSTOS DEPREMİNDE YAŞAMINI YİTİREN TÜM YURTTAŞLARIMIZI SAYGIYLA ANIYORUM.

17 AĞUSTOS 2000'DE VEFAT EDEN BABAMI VE 6 YIL SONRA 17 AĞUSTOS 2006'DA VEFAT EDEN

ANAMI DA ÖZLEMLE ANIYORUM.






1 Temmuz 2011 Cuma


SİVAS : KATLİAM SERBEST AMA ANMAK YASAK !

Yarın 2 Temmuz ! Sivas Madımak Katlamı’nın 18.yılı…Bugünkü gazetelerden sadece Cumhuriyet’in ilk sayfasına girebilmiş, birkaçında bir-iki satırlık yer bulabilmiş, diğerlerinde yok…




Fazla söze gerek var mı ? İşte balkon demokratı Başbakanın “ileri demokrasi” ile Türkiye’nin geldiği nokta bu.

Her 2 Temmuz’da yazdığım yerel gazetede ve bu blogda Sivas’ın Madımak Oteli’nde yakılan insanlarımızı- aydınlarımızı anmaya çalıştım.

Bu yıl 2 Temmuz’da blogumun konukları AZİZ NESİN ve oğlu AHMET NESİN ! Ahmet NESİN’in blogundaki yazıyı sizlerle paylaşırken Sivas’ta yitirdiğimiz canları ve Aziz Nesin'i de bir kez daha saygıyla anıyorum. 2 Temmuz 1993 Sivas’ı unutulmamalı ve unutturulmamalı…

***

MADIMAK OLAYI, SALMAN RÜŞDİ VE AZİZ NESİN…

Her yıl 2 Temmuz yaklaştığında aynı sorun yaşanıyor, Madımak Katliamı’nın sorumlusunun kim olduğu yazılıp çiziliyor ve dinci çevreler ve yazarlar Aziz Nesin’in Aydınlık Gazetesi’nde Salman Rüşdi’ye ait olan “Şeytan Ayetleri” kitabını yayınlatmasını tahrik gerekçesi olarak gösteriyor. Ben de inadına bunun böyle olmadığını en az 2 kez yazıp belirli yazarlara gönderdim ama onların işine gelmediğinden tekrar yazıyorlar.

Böyle yapmalarının önemli bir gerekçesi var, birincisi bilhassa iktidara geldiklerinden ve Ergenekon davasını başlattıklarından beri sadece Sıvas Madımak Katliamı değil buna benzer bütün olayların (Kahramanmaraş, Çorum, Kanlı Pazar, 15-16 Haziran) kendileri tarafından değil de derin devlet tarafından yapıldığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Esasında kendilerinin demokrat olduğunu kanıtlamaya çalışmak kimi demokratımsı aydınımtrakları da yanlarına alarak işlerine geliyor. Yıllardır işledikleri cinayetleri derin devlete -onu da sadece asker sanarak- yıkmaya çalışıyorlar. Derin devleti de Ergenekon davasıyla beraber kendilerinin keşfettiğini yazıp duruyorlar. Oysa devrimciler derin devleti neredeyse 60 yıldır yazıp çiziyor, Sabahattin Âli’nin katledilişine kadar konuşuluyor. Artı olarak dincilerin (MSP, Akıncılar ve Hizbullah) ve Turancıların (MHP ve Ülkücüler) derin devletten ciddi bir şekilde nemalandıklarını da yazdık. Yani kimse “Bu işleri bize derin devlet yaptırdı, o yüzden biz öldürdük ama masumuz!..” deme hakkına sahip değildir.

İkinci bir konu daha var, o da Aziz Nesin ve diğer gazeteci yazar arkadaşların (O dönemde 2 aya yakın ben de dahil) Doğu Perinçek’in çıkardığı Aydınlık Gazetesi’nde çalışmadığımız. Aydınlık Gazetesi’ni Aziz Nesin ve arkadaşlarının kurduğu “Onbinler AŞ” almak istedi ve bu toplantılar Aziz Nesin’in evinde yapıldı. O yüzden Aziz Nesin ve Onbinler AŞ’yle beraber kısa dönem Aydınlık Gazetesi’nde çalışanlar bugünkü deyimiyle “Ulusalcı” olduklarından değil, gazeteyi satın almak istediklerinden orada bulundular. Ama Doğu Perinçek verdiği sözü tutmadı ve gazeteyi kendi partisinin gazetesi gibi çıkarmaya devam etti. Aziz Nesin’in “Şeytan Ayetleri” kitabını da yayınlatmak istediğini bildiğinden bundan faydalandı ve gazetede yayınladı. Doğal olarak da Sıvas katliamının nedeni sayıldı ve suç İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’e değil Aziz Nesin’e kaldı. Yani derin devlete bu konuda –bilinçli yada bilinçsiz- yardım eden Doğu Perinçek ve saldıran dinciler oldu.

Konuyu daha net anlamanız için Aziz Nesin’le o tarihlerde TGRT’nin yaptığı söyleşiyi tam olarak veriyorum.

AZİZ NESİN’İN TGRT’DEKİ SÖYLEŞİSİ

TGRT: 4. Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’ne geldiniz. Burada konuşmacı olarak konuştunuz, Kültür Merkezi’nde konuştunuz. Tabi, ilginç sözler, kendinize özgü ilginç sözler var bunların içinde. “Ben dinsizim.” Şeklinde ifadelere yer verdiniz. Tabi, bazı insanlarımız, Müslüman camiası bilhassa bundan rahatsızlık duyuyor.

Aziz NESİN: Niye ben mecbur muyum, Müslüman…

TGRT: Yok efendim, ondan değil tabi.

Aziz NESİN: Böyle birşey var mı, niye rahatsız oluyorlar? Ben Müslümanlardan rahatsız olmuyorum; onlar niye benden rahatsız oluyorlar?

TGRT: Şuna bağlıyorlar; Salman Rüşdi’nin kitaplarından siz tercüme ediyorsunuz, yazıyorsunuz; Aydınlık Gazetesi’nde çıkıyor, Peygamber efendimizin…

Aziz NESİN: Aydınlık Gazetesi’nde çıkan Salman Rüşdi, bana ait değildir. Onu da yazdım. Burada bu gazeteyi okursanız, görürsünüz. İki, üç, dört gün önce, Salman Rüşdi’nin ajansına cevap verdim. Bu gazetede çıkan bölümleri ben çevirmedim; zaten kitabı da ben çevirmiyorum, başkasına çevirttiriyorum. O yazı var, o yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Üç gün veya dört gün oldu. Ben, Müslümanlardan hiçbir zaman rahatsız değilim; Müslümanlar da alışsınlar, benden rahatsız olmasınlar. Ben Müslüman olmaya mecbur değilim. Ama Müslümanlara ve dinlere saygım var. Yani, bir insan taşa tapıyorsa, namusluca ve içtenlikle saygım var. Bana ne, kendi sorunudur o. Müslümanlara saygım var; aynı özellikle, daha çok saygım var. Çünkü ben çok Müslüman bir aileden geliyorum. Onun için ben, İslam, İslami hareketten ya da ondan yana değilim. Bu, benim kendi sorunum. Birisi hakaret ediyorsa, etmesin demem; ya da Hıristiyanlığa ediyorsa, etmesin demem. Cevap verdiniz; cevap, medeni insanlar kendisine yapılan haksızlığa karşı yanıt verir, yani böyledir. Böyle saldırarak, öldürerek, hırlayarak filan değil, uygar insansa, uygarlığın gereğini yerine getirir.

TGRT: Yalnız, Müslüman camiası Peygamber efendimizin namuslarına, mübarek zevcelerine dil uzatılmasından elbette ki imtina ediyorlar, rahatsız oluyorlar; bu konuda da tabi tahrik oluyorlar.

Aziz NESİN: Olsunlar, cevap verirler; tahrik olunca insan saldırmaz ki, ya da şey gibi…

TGRT: Bakın, bu Sivas’ta dağıtılan bir belge; bilmem gördünüz mü? Sizinle ilgili bir sürü yazılar var burada.

Aziz NESİN: Olsun, alayım. Ver, altında imzaları var mı?

TGRT: Yok, sadece dağıtmışlar.

Aziz NESİN: Öyle Müslüman olur mu; altına imzasını atar.

TGRT: Yalnız, şurada efendim, sürekli siz Müslüman aileden geldiğinizi ifade ettiniz.

Aziz NESİN: Evet

TGRT: Orada Müslümanlarla ilgili ve ayetlerle iltibas edilmiş…

Aziz NESİN: Evet

TGRT: Allah yolunda, vesaire ifade ediyorlar.

Aziz NESİN: Evet

TGRT: Tahrik olduklarını ifade ettiklerini söylüyorlar.

Aziz NESİN: Olsunlar, ne yapalım; tahrik olunca insan saldırmaz. Tahrik olunca, herkes tahrik olunca, tahrik derecesine göre tepki gösterir. Medeni insanlar, aydın insanlar da bu tepkiyi yazı ile, konuşarak, bildirerek anlatırlar. Yoksa böyle hart diye saldırmazlar. Adamı öldürmeye kalkmazlar, vurmaya, dövmeye kalkmazlar.

TGRT: Yani, tartışma zemini istiyorsunuz bu konuda.

Aziz NESİN: Elbette istiyoruz. Zaten, Aydınlık Gazetesi’nde bunun tartışma zemini açıldı ve gerçekten Müslüman olanlar, Müslüman aydınlar yanıtlar verdiler; ille kabul etmesi gerekmez. Salman Rüşdi’nin kitabından dolayı, bu böyle bir kitap yazıldığından dolayı, ben memnun değilim; ama bu kitabın yasaklanmasına karşıyım. Hiçbir kitabın yasaklanması doğru değildir. Laik Türkiye’de bu hiç olmaz, hiçbir zaman olamaz. Müslümanlar bundan rencide olurlar ve yanıt verirler.

TGRT: Ama, Aydınlık Gazetesi’ni bütün camia okumuyor, herkes okumuyor; herhalde 13 – 14 bin gibi bir tirajı var. Kamuoyuna da deklare ediyorlar her şeyi ile. Bunu başka bir tartışma zemininde ayarlayamazsınız. Başka bir gazeteye veya ben tartışmak istiyorum veya kamuoyuna bu konuda mesajınızı söyleyelim…

Aziz NESİN: 13 bin, 15 bin satıyorsa, bu az bir rakam değildir. Oraya yanıt verirler, orada konuşurlar veya kitap çıkarırlar veya kendi dergilerinde yayımlarlar. Bakın, şimdi yalan söylüyorlar. Burada bunlar herhalde Müslüman gazeteler, kesin yalan söylüyorlar; burada yalan dolu, bunlar nasıl Müslüman? Yani, Salman Rüşdi’nin yaptığından daha alçaklık yapıyorlar. Müslüman, benim söylediğim lafları söylüyorlar. Lafa bak; yani “Müslüman Mahallesinde salyangoz satılıyor.” Böyle tahrik ederek, asıl tahrik bunlar. Neyi tahrik ediyorlar? Vursunlar, kırsınlar. Ondan sonra, başları göklere erecekler. Müslümanlık adına yapılan bu, burada da öyle, burada da öyle.

TGRT: Tabi, Sivas şu anda kozmopolit bir yer olduğu için, duyarlılık… Şöyle; şimdi, 1978′de bir hatırası var Sivas’ın, coşkun bir hatırası var, tereddüt ve endişe içerisinde; haliyle böyle yazılar dökülebiliyor.

Aziz NESİN: Kozmopolit değil, kozmopolit buna denmez. İstanbul’a kosmopolit denilebilir belki bir ölçüde; ha, mozaik… Mozaik var olsun; her mozaik karşısındakinin inançlarına saygı duymalıdır. Öyle saldırmak yok; öyle şey gibi, uyuz, kuduz, sırtlan gibi höt diye sen benim…

TGRT: Ama efendim, Salman Rüşdi’nin yazdığı kitapta peygamber efendimizin zevcelerine dil uzatma var. Bunun nasıl tartışma zemini olabilir ki?

Aziz NESİN: Olabilir, olabilir, ben onu onaylamıyorum, tasvip etmiyorum. Ben, yasağa karşıyım. Varsa, delilleri ile karşı gelirsiniz; ya gelirler, delilleri ile karşı gelir, kanıtları ile ortaya koyarlar. Bu adam yalan söylüyor, derler, eğer akıllı bir toplumsa, Türk toplumu bakar, yalanı hangi doğru anlar.

TGRT: Ayetler bu konuda efendim.

Aziz NESİN: Tabi, ayetler var. İki taraf da ayetlerini, kanıtlarını koyarlar. Ben hiçbir peygamberin ailesine, hatta bugün yaşayan insanların ailesine saldırmaktan yana değilim. Böyle bir şey olmaz. Saldırıldı diye yasaklamaktan yana değilim veya saldırıldı diye o adamı öldürmekten de yana değilim.

TGRT: Aman efendim; iktibas etmekle bunu yapmış oluyorsunuz. Yani, bakın peygamberler müminlerin kendi canlarından ileridir. Bunun hanımları da müminlerin analarıdır, diye ifade ediliyor burada.

Aziz NESİN: Ben mümin de değilim, anam da değil benim.

TGRT: Ashaf suresinde öyle ifade ediliyor. Mümin olmayabilirsin, ama tabi bundan Müslümanlar duyarlılık gösterir haliyle.

Aziz NESİN: Duyarlılık, öldürmek değildir arkadaş.

TGRT: Muhakkak, öldürme taraftarı olamaz, öyle bir şey…

Aziz NESİN: Bitti, yumrukta değildir, vurmakta değildir; tepki göstermeye hakları var, göstersinler.

TGRT: Öyleyse, tartışmak gereği konuyu mütalaa edelim diyorsunuz.

Aziz NESİN: Elbette, ben, ben aslında yasağa karşıyım. Yoksa Salman Rüşdi’yi seviyorum, bayılıyorum; çok güzel kitap. Bunları da yazdım burada, daha geniş olarak yazdım. Lütfen okuyun bu gazeteyi.

TGRT: Bir de, Kültür Bakanı da yasakçı başkan oluyor, yasakçı bakan oluyor. Zira, bazı kitapların dağıtılmasında iktibas edilmesine karşı geliyor. Yasakçı, nasıl yasakları kaldıracağım diye geldi.

Aziz NESİN: Ben, Fikri Sağlar’ın avukatı değilim; bana niye soruyorsun bunu, kendine sor.

TGRT: Evet, ama siz onun düzenlediği kültür etkinliğine katıldınız. Efendim, burada bir çelişki çıkmıyor mu?

Aziz NESİN: Aa, Allah Allah; ben (Namık Kemal) Zeybek’ in zamanında Kültür Bakanlı’ nın şûrasına da katıldım, (Namık Kemal) Zeybek zamanında… Yani, ben avukatıyım onun bir Kültür Bakanı beni çağırıyorsa, bir toplantıya nice olduğu için, bir tane, iki tane değil.

TGRT: Herkes okumuyor ki bunu.

Aziz NESİN: Burada sizin televizyonunuzu herkes dinliyor mu? Benim alanım o kadar; o kadar yazıyorum, yazabildiğim alan bu. Bu sizin televizyonunuzda bir parça söyledim bu konuyu aslında. Gerçek Müslümanlar, gerçek Hıristiyanlar, neyse, dindar tartışmadan, dindarlar tartışmadan yana olmalıdır, kavgadan, kavgayla bir şey çıkmaz, sonuç elde edilmez. Aziz NESİN’ ni öldürürler, başka bir Aziz NESİN çıkar. Başka Ahmet çıkar, Mehmet çıkar. Çünkü, insanın beyni var, düşünüyor. Düşünce, düşünceye karşı gelinmez; karşı düşünceyle gelinir. Karşı düşünceyle iflas ettirirsin. Mahkûm ettirirsin, ama düşünceyle mahkûm ettirirsin, öldürerek değil ki!.. Yani şey, burada şu gazetelerde yazıyor; hepsi bunların Müslüman, hepsi yalan yazıyor.

TGRT: Söylediklerinizi yazıyor efendim.

Aziz NESİN: Aa, benim söylediklerim bunlar!

TGRT: Yok, onları ben okumadım, incelemedim de. Bakın, mesela Hürdoğan Gazetesi’nde söyledikleriniz aynen iktibas etmiş.

Aziz NESİN: Aynen etmemiş, ben okudum, siz de okursunuz. Ben aynen söylemedim. Bunlar, hoşgörü içinde yaşamak zorundadırlar. Yoksa birbirini boğazlarlarsa, Türkiye birşeye çıkmaz. Ne düşünce çıkar, ne ilerleme olur; bunların önlenmesinin tek yolu hoşgörüdür ve bu hoşgörüye şiirlerle Pir Sultan Abdal, kendi zamanına göre, bugün aynı şeyler geçerli değildir. Bugün aynı doğrultuda, aynı felsefi doğrultuda başka insanlar çıkabilir. Aynı şeyler olmaz ama bu hoşgörüdür. Hatta, bütün tarikatlar bir anlamda hoşgörüdür de. Ama en çok -tarikat olmakla birlikte, hatta bir mezhep olmamakla birlikte- Alevilik bunu en güzel sirkülerden biridir, bir tanesidir; tek bir tanesi değildir. Hoşgörü bu dünyada 20. yy.’da…

TGRT: Aleviliğin Türkiyeleştirildiğini söylüyorsunuz; Pir Sultan Abdal, Türkiyeleştirildi diyorsunuz.

Aziz NESİN: Bana öyle geliyor. Yani, Aleviliğin kökünü aramak gerekiyorsa, Şamanizm’de var; ama daha çok Şiilik’in Türkiyeleştirilmişi var. Yani, uygarlaştırılmış Şiilik’le bir bağı kalmamış. Öyle, bir anda kaynaklanmamış olmakla birlikte, Şiilik’te hiçbir bağı kalmamış. Çünkü Şiilik’te hiç hoşgörü yok. Halbuki, Alevilik’te hoşgörü var. Aynı şeyler değil; bana öyle geliyor. Bu da benim düşüncem; belki de yanlıştır. Bana, kaynak olarak, kaynağını Şiilik’ten almış gibi geliyor.

TGRT: Bu kadar ne için önem veriyorsunuz efendim?

Aziz NESİN: Neye?

TGRT: Alevilik veya Türkiyeleştirilmiş olması halinde…

Aziz NESİN: Çok önemli birşey tabi, yani…

TGRT: Mesela Kur’an-ı Kerim’in tefsirini okudun mu sizler?

Aziz NESİN: Bir kaç tefsiri var yani, hangisini?

TGRT: Mevdûdi, İbn-i…

Aziz NESİN: Onu okumadım, ama birkaç tefsirini okudum. Ee…

TGRT: Birbirini tamamlayıcı özellikleri var.

Aziz NESİN: Birbirini tamamlayıcı, birbirini aksedici de var.

TGRT: Tabii, neşreden hadiseler başka.

Aziz NESİN: İslam dinini mahveden tefsirler dolu.

TGRT: Şimdi mesela, Seyyid Kutub’un, Mevdûdi’nin, diğer tefsirlerin değişik değişik özellikleri var. Günümüze binaen yorumları var. Bunları gözetmenizi…

Aziz NESİN: Ben gözetsem ne olacak? Bakın; birçoğunu, sizden fazla tefsir okumuşumdur.

TGRT: Muhakkak.

Aziz NESİN: Hayır, muhakkak değil. Belki sizden fazla okumuşumdur. Tefsirleri okudum. Kur’an-ı çok, kaç kez okudum; bundan sonra kendime göre bir yol seçtim. Bu yola… bu yola…

TGRT: Eskidiğini söylediniz Kültür Merkezi’nde, eskidiğini…

Aziz NESİN: Hiçbir söz yoktur ki, kimin sözü olursa olsun, bin yıl geçerliliğini korusun.

TGRT: Ama bu, Allah’ü Teala’nın sözü.

Aziz NESİN: Allah’ı Teala, sizin Allah’ı Teala’nız, benim Allah’ı Teala’m yok. Onun için, ben diyorum ki, hiçbir söz nereden gelirse gelsin, değerini sirkü sürdüremez. Bakalım, şimdi o şeyden, bakın, burada bir baş yazı var. Dün de yazdım; burada da cennet, cehennem üzerine… Bakın, buradaki cehennem üzerine sözler, bugün geçerli midir, Kur’an’dan alınmış ayetler bunlar, bunlar…

TGRT: Baki olay; yani, siz onu sonsuz, ebediyete kadar koruyacağız… Başka bir tartışma ortamında ben size ifade etmem gerek.

Aziz NESİN: Ben de diyorum ki, felsefi olarak hiç dünya yüzünde, hiçbir söz yoktur ki, değerini kaybetmesin; en güzel söz, en büyük söz, Mustafa Kemal’in sözü…

TGRT: Beşeri, beşeri sözler muhakkak öyle; ama bu Allah’ü Teala’nın kelamı olduktan sonra değişir değil mi?

Aziz NESİN: Allah’ü Teala’nın bu sözlerine ben inanmıyorum. Çünkü, bunlara inanmam için aklımı kaybetmem lazım. Burada, cehennem için söylenen şeyler… Bunu Allah söylemiş; ben buna inanmıyorum.

BİRBAŞKA ŞAHIS: Neden? Neden insanların fikirlerine saygı duymuyorsun?

Aziz NESİN: Duyuyorum işte. Gelsin… İnsanların fikirlerine saygı bende; bu, onlar da bana saygı duysun. Şimdi bu arkadaş saygısızlık yapıyor, ben yapmıyorum. Ben düşüncemi söylüyorum bu konuda; bu düşüncem doğrudur, yanlıştır. Sen kabul etmezsin, karşı düşünceyi söylersin, karşı düşünceyi söylersin, ben burada şey yapmıyorum.

TGRT: Teşekkür ederim.



http://ahmetnesin.wordpress.com/

19 Haziran 2011 Pazar

YARIM İKTİDAR,
ÇEYREK MUHALEFET
ve
TAM - MAT - DEMOKRASİ !


12 Haziran 11’ seçimleri geldi-geçti… Nasıl geçti ? Seçimlerden bir hafta sonra bile çevremdeki insanların bir çoğunun şaşkınlık içinde olduğunu gözlemliyorum.

Uzun uzadıya bir seçim analizi ve değerlendirmesi yapacak değilim. Nasıl olsa bu değerlendirmeyi yapan ve yapacak milyonlarca uzman var. Bana düşmez. Bu ülkede -konuyu bilip bilmemesi hiç önemli değil- herkes siyaset ve futbol uzmanıdır. Televizyon ekranlarında, gazetelerde ve internette uzmandan geçilmiyor. Siyaset ve spor uzmanlarının bazıları dış politika uzmanı, bazıları da deprem uzmanı…

Bu seçimlerden önce esas konusu seçim olmayan ama seçimlere de değindiğim iki yazı yazdım.

Seçimlere 78 gün kala yazdığım 26 Mart tarihli yazımda “12 Haziran seçimlerinde de her şey olabilir ! Her sonuca hazırlıklı olmakta yarar var. “ diye yazmışım.

Aslında bu yazımın başlığı “ YARIM-ÇEYREK-TAM “ seçimden bir hafta önce 5 Haziran’da yazdığım yazımın başlığı olacaktı. Bu başlık altında o yazımda anlatmak istediklerimi şöyle ifade etmiştim.

Geçen hafta bu seçimlerle ilgili anketlere bakarken bu üç sözcüğü düşündüm. Bu anketlere göre AKP oyların yüzde 45-50’sini alacakmış. Yani yarısını… CHP ise yüzde 25-30’unu. Yani çeyreğini. Buna göre seçim sonuçları anketlerde iddia edilen şekilde olursa AKP ile yarım bir iktidar ve demokrasimiz, CHP ile çeyrek bir muhalefet ve demokrasimiz olacak. Diğer çeyrek ise teferruat… Sonuç olarak herkesin barajsız, engelsiz temsil edildiği tam bir demokrasimiz olmayacak…

“ Ben demiştim ! “ demeyi pek sevmem ama ne yazık ki yazılarımdaki öngörülerimin gerçekleşmiş olması bu sonucu ortaya çıkarıyor. Demek istediğim çevremdeki insanların şaşkınlığına karşılık seçimlerin sonucu beklentim doğrultusunda oluştuğu için sonuçlar karşısında kendi adıma son derece sakin olduğumu söyleyebilirim. Ne AKP’liler gibi yüzde 50’nin sarhoşluğu ile göbek attım. Ne yüzde 26’nın hayal kırıklığı ile CHP’liler gibi karalar bağladım. Ne de Türk ve Kürt milliyetçileri gibi bölgesel zaferlere sevindim.

Benim görüşüme göre bir ülkede 4 yılda bir seçimin yapılıyor olması, sandıktan çıkan oylara göre kiminin iktidar, kiminin muhalefet olması o ülkede demokrasi olduğu anlamına gelmez. Demokrasinin göstergeleri seçimler ve sandık değildir. Seçim sandıklarından oylar çıkar, yüzdelere bölünür, iktidar ve muhalefet çıkar ama o sandıklardan her zaman demokrasi çıkmaz. O sandıklardan faşizm de çıkar, şeriat da çıkar, kaos da çıkar. Dünya tarihi ve coğrafyasında bu durumun örneği çoktur. Onun için ben bu seçimlere ve sonuçlarına çok fazla önem vermiyorum.

Dünyanın ve Türkiye’nin can alıcı sorunlarının konuşulmadığı, tartışılmadığı bir seçim kampanyasında siyasi parti liderlerinin ahlaki düzeyi bile çok düşük kısır atışmalarının sonucu olarak sandıktan demokrasi çıkmasını beklemek ve çıkan sonuca göre göbek atmak ya da karalar bağlamak ne kadar doğrudur. Bu sandık demokrasisi bizim futbolumuza da benziyor biraz. Dünya futbolunun çok gerisinde oynanan futbolu eleştirmek, değiştirmek yerine futboldan başka her şeye benzeyen bu oyunun -çekişmenin-maçın sonucuna göre yorum yazmak sadece futbol yazarlarımıza mahsus bir yetenek değilmiş…

Siyaset yazarları da Türkiye’de siyaseti yönlendiren cemaatlerin, tarikatların, din bezirganlarının durumunu dikkate almadan, yargının, hukukun, üniversitelerin, basının, sanatın, bilimin nasıl baskı altında tutulduğunu görmeden, işçinin, köylünün, emeklinin, esnafın, öğrencilerin sıkıntılarını görmezden gelerek sadece siyasi parti liderlerinin söz yarıştırmalarına göre yapılan bir seçim kampanyasının sandığa yansımasına bakarak tahlil-analiz yapmaları bana hiç inandırıcı gelmiyor. Bana göre bu yapılan siyaset değil bu siyasetten çıkan da demokrasi değil. Bu koşullarda ha AKP kazanmış ha CHP kazanmış-kaybetmiş ne fark eder ? Aynı şey futbol için de geçerli. Ortada oynanan doğru dürüst futbol olmadıktan sonra maçı ha Fenerbahçe kazanmış, ha Beşiktaş kazanmış ne fark eder ki…?

Yerli ve yabancı siyaset yorumcularının yere göğe sığdıramadığı, seçim kampanyasındaki konuşmalarından, hakaretlerinden herkesin payını aldığı AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan partisinin balkonuna çıkıp “ Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır ! “ deyip bir de “ herkesi kucaklamaya” kalkmaz mı ? Balkon demokratı Başbakan gözünü seveyim beni kucaklama ! Ben kucaklanacak seçmenlerden değilim… Sen yüzde 50 ile değil yüzde 90’la, yüzde 100’le de iktidara gelsen ben senin kucağına oturmam. Çünkü ben sana ebedi muhalifim…

Şimdi bu balkon demokratı Başbakan’ın lideri olduğu parti Mehmet Şevket Eygi’nin ve de Fethullah Gülen’in talepleri doğrultusunda Anayasa’yı değiştirecek… İktidar umutlarını yitiren CHP’de kendi iç iktidar kavgasından zaman bulursa bu değişikliklere “destek” olacak. Türklük-Kürtlük kelimelerinin yeni Anayasa’da alacağı yere göre bu milliyetçi partiler de “destek” olacak… Kürt milliyetçilerinin eteğinin altında Meclise girebilen 3 “sosyalist” arkadaş ta bu demokrasi korosunu alkışlayacak !

Yüzde 50’lik yarım iktidar, yüzde 25’lik çeyrek muhalefet, yüzde 13’lük ve yüzde 6’lık renkli garnitür ve 3 sos arkadaş… Siz buna demokrasi, bu seçimlerde sandıktan çıkanlara siz demokrasinin zaferi diyorsanız deyin ama bana göre bu demokrasi değildir. Hele “tam” demokrasi hiç değildir. “Tam” ı tersten okuyun ! Bu seçimlerde tam demokrasi “mat” olmuştur.

Bütün dünya nükleer enerjiden kurtulmaya çalışırken nükleer santral yapmak için çalışanların, dünya bir yudum suya muhtaç bir küresel ısınma ve iklim değişikliği ile uğraşırken HES santralleri ile derelerimizi kurutanların, cemaatlerin güdümünde yargıyı, basını susturanların, işçileri, öğrencileri, muhalefet eden herkesi zorla susturanların , giyimimize kuşamımıza, yediğimize içtiğimize, düşündüğümüze, yazdığımıza, çizdiğimize karışanların, internetimizi sansürleyenlerin iktidarı da, muhalefeti de, teferruatı da, sosu da bilsin ki bu oynadıkları demokrasinin bir kuklasıdır sadece. Bunun demokrasi olduğuna kimse beni ikna edemez.

5 Haziran 2011 Pazar

5 Haziran Dünya Çevre Günü
Anadolu’yu Vermeyeceğiz !
12 Haziran 11’ Seçimleri İçin Kişisel Bir Değerlendirme
Ve Kararım : OYUM EMANETEN KILIÇDAROĞLU’NA !


Bugün 5 Haziran . Dünya Çevre Günü. 12 Haziran 11’ seçimlerine de tam bir hafta kaldı. Haftaya bu saatlerde oylarımızı kullanmış olacağız.

Son “SEÇİME GİDİYORUZ SEÇİME…” başlıklı yazımı yazdığım 26 Mart’tan bu yana iki aydan fazla bir süre geçti. Bu arada kısa seyahatlerim, bahçe çalışmalarım ve zorunlu bir İstanbul seyahatim oldu. Bu süre içinde yazı yazmamamın gerekçesi bu mazeretler değil elbette. Seçim kampanyasının ana gündem olması, kampanyanın her zamanki gibi dünyanın ve ülkemizin gerçek sorunlarını geri itmesi, liderlerin seçim kampanyalarındaki seviyesiz söylemleri, boş vaatler ve de iğrenç şantaj kasetleri nedeniyle doğrusu yazı yazmak pek içimden gelmedi. Bu nedenle seçim kampanyasını göz ucuyla izledim diyebilirim. Ne bir seçim mitingine katıldım, ne de televizyon haberi ve tartışması izledim. İnternette haber başlıkları ve de İstanbul’da iken insanı sinir eden gürültülü çığırtkanlara küfürü bastım geçtim…

Bu iki ay içinde (Nisan-Mayıs) seçim kampanyasından ziyade ben “ANADOLU’YU VERMEYECEĞİZ !” sivil inisiyatifinin düzenlediği “BÜYÜK ANADOLU YÜRÜYÜŞÜ” nü izledim. Çünkü bu uzun yürüyüş beni seçimlerden daha çok ilgilendiriyordu.









“Son on yıl içinde tüm sularımız enerji şirketlerinin eline geçti. Üzerlerine binlerce HES ve baraj kuruluyor. Dağlarımız maden şirketleri tarafından parsellendi, delik deşik ediliyor. Yaşamımız, nükleer ve termik santrallerle tehlike altında. Feryadımızı duyan yok. Binlerce yıldır ekip biçtiğimiz tohumlar, yok olmaya başladı. Ormanlarımız, parça parça kesiliyor.

İnsanımız, doğduğu bereketli topraklarda artık doyamıyor. Köyünü, ata toprağını terk ediyor. Binlerce insan şehirlere göç ediyor ve kadim Anadolu kültürleri birer birer yok oluyor. Hızla kalabalıklaşan şehirlerimizde yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor, maddi ve manevi bedeli artıyor.

Bu nedenle biz, Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz! Vicdan sahibi herkesle buluşarak yedi ayrı koldan, 40 gün 40 gece Anadolu’yu arşınlıyoruz ve nehirler gibi akarak Ankara’ya yürüyoruz. Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam hakkımız için yürüyoruz. “

mesajı ile başlayan yürüyüşe katılanlar 21 Mayıs’ta Ankara’ya ulaştılar ama yasadışı olarak Ankara’ya sokulmadılar. Çünkü mevcut AKP hükümeti ne Anayasa’nın seyahat özgürlüğünü, ne düşünce özgürlüğünü, ne ifade açıklama özgürlüğünü tanıyor. Daha önce defalarca yazdığım gibi cemaat, tarikat destekli din bezirganı AKP zihniyeti türban özgürlüğünden başka bir özgürlük bilmez ve tanımaz. Bu zihniyet yazılı ve görsel medyayı da baskı altına aldığından Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü hiçbir medya kuruluşu haber bile yapmadı…

Yürüyüş direnişe dönüştü. Anadolu’nun toprağına, suyuna, dağına, yaylasına,
vadisine, ağacına, kuşuna, doğasına sahip çıkan insanları Ankara yakınlarındaki Gölbaşı’nda direnişe devam ediyorlar.40 yıldır tüm dünyada kutlanan 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü polis barikatlarının arkasında onurlu ve gururlu bir şekilde halay çekerek kutluyorlar. O kutlamaya ben de buradan katılıyorum.

AKP hükümetinin korkudan engellediğini, bu korku sonucu Hopa’yı binlerce polisiyle basıp emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümüne neden olanların zulmünü basının görmediğini, görse bile yazamadığını, haberleştiremediğini söyledik. Peki bu yürüyüşü seçim için kent kent, meydan meydan dolaşan siyasiler gördü mü ? Seçim gündemi içinde bu yaşamsal konuya hiç yer verdiler mi ? Bir istisna dışında koskoca bir HAYIR ! O bir istisnayı da yazalım da bilmeyenler bilsin. Geçtiğimiz günlerde Gölbaşı’ndaki yürüyüşçüleri-direnişçileri sadece HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ziyaret ederek destek verdi. Bir de CHP Ankara İl Örgütü’nün bir alt komisyon üyeleri Anadolu yürüyüçülerini-direnişçilerini ziyaret etti.

AKP başından beri bu yürüyüşe karşı ve engellemek için elinden geleni ardına koymuyor. Peki nerede CHP,MHP,BDP ve diğer sol partiler ?

Ben kendi adıma bu yürüyüşe ve direnişe çok önem veriyorum. Bana göre bu hareket 2.Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcıdır. Birincisinde emperyalist orduları ve askerleri ile ülkemizi işgal edenleri çok zor koşullarda Anadolu’dan kovduk. Ancak bu kez emperyalizm yerli işbirlikçileri, şirketleri, iş makineleri ile Anadolu’yu yok etmek üzere işgal etmiş durumda. Bu kez bu işgalde de iş yoksul Anadolu halkının yine kendisine düşüyor. Birincisinden daha zor koşullarda geçecek olan bu savaşı kazanmak zorundayız.

İşte bu duygu ve düşüncelerle bir hafta sonra yapılacak seçimlerle ilgili kişisel değerlendirmeme ve kime neden oy vereceğim konusuna geçebilirim.

Açıkça ve içtenlikle ifade etmeliyim ki mevcut siyasi partilerin hiç biri programları ve örgütsel yapıları ile benim beklentilerimi, taleplerimi karşılamıyor. İsterdim ki insanı, doğayı, çevreyi, kültürel mirası, evrensel bilimi, sanatı, demokrasiyi, sosyalizmi savunan bir devrimci sol muhalefet partisi veya yeşiller partisi olsun. Gönül rahatlığı ile düşüncelerine, eylemlerine katılayım ve oyumu vereyim. Ama maalesef böyle bir parti yok !!!

Gündelik yaşamda zaman zaman kullandığımız üç sözcük geliyor aklıma… Tam, yarım, çeyrek…

Gündelik yaşamda bu sözcükleri sık kullandığımız yerleri bir anımsayalım mı ?

Ülkemizde ayda üç kez çekilen, yılbaşı çekilişleri olay olan Milli Piyango biletleri nasıl satılıyor ? Tam, yarım, çeyrek…

Parası olanın yatırım aracı olarak kullandığı, doğum, düğün gibi günlerde hediye yerine kullandığımız Cumhuriyet altın nasıl satılıyor ?
Tam, yarım, çeyrek…

Yarım ekmek döner ya da köfte… Çeyrek ekmek balık gibi uzatmak mümkün ama biz kısa keselim de yazının esasına gelelim.

Geçen hafta bu seçimlerle ilgili anketlere bakarken bu üç sözcüğü düşündüm. Bu anketlere göre AKP oyların yüzde 45-50’sini alacakmış. Yani yarısını… CHP ise yüzde 25-30’unu. Yani çeyreğini. Buna göre seçim sonuçları anketlerde iddia edilen şekilde olursa AKP ile yarım bir iktidar ve demokrasimiz, CHP ile çeyrek bir muhalefet ve demokrasimiz olacak. Diğer çeyrek ise teferruat… Sonuç olarak herkesin barajsız, engelsiz temsil edildiği tam bir demokrasimiz olmayacak…

Bildiğim kadarı ile piyango biletlerinde en çok çeyrek biletler satılır. Sonra yarım biletler. Halkın ekonomik gücü hiçbir zaman tam bir piyango bileti almaya yetmez. Aynı şey altında da geçerli. Hediye için herkes çeyrek altın alabilir. Çok az da yarım altın. Tam altın alan yok gibidir. Biz de bu seçimlerde de işte bu durumun yansıması olacaktır.

Ya çeyrek ya da yarım demokrasi.

Bize tam demokrasi görmek kısmet olmayacak galiba.

Ben bu koşullarda kendi adıma oy verirken iki temel kriterim vardır. Birincisi: Din, cemaat, tarikat temelinde siyaset yapan hiçbir siyasi partiye asla oy vermeyi düşünmem. İkincisi ; Aynı şekilde hangi milliyetçilik temelinde olursa olsun milliyetçi bir partiye de oy vermeyi düşünmem. Yukarıda açıkladığım gibi sol ya da yeşil bir muhalefet partisinin olmadığı koşullarda ; Bu iki temelin dışında merkez sağda veya solda siyaset yapan partilerin oy verdiğim bölgedeki adayına göre oy verebilirim. Hiç birisi içime sinmiyorsa oy vermem olur biter.

12 Haziran 11’ seçimlerinde başından beri karşı olduğum cemaatçi, din bezirgancısı, türban özgürlüğünden başka bir özgürlük tanımayan baskıcı AKP’ye ve onun herkese tepeden bakan, herkesi aşağılayan, herkese hakaret eden liderine oy vermeyeceğim gibi geçmişlerinde kan izleri bulunan Türk milliyetçisi MHP’ye de, Kürt milliyetçisi BDP’ ye de oy vermem mümkün değil.

Geriye bir tek CHP kalıyor. Geçmişte eski lideri Baykal yüzünden bu partiye oy vermedim. Baykal’ın yerine gelen Kılıçdaroğlu dürüst, naif ve biraz da saf bir lider. Ancak çevresindeki bir çok isim maalesef kendisi ile taban tabana zıt. Yani içlerinde cemaatçi de var, bir an önce iktidara gelelim de cebimi doldurayım hırsıyla yanıp tutuşan düzenbazlar da var.

Fethullah Gülen cemaati ile bağlarını koparamayan, çevre sorunlarına duyarsız, ne HES’ler konusunda ne de nükleer enerji konusunda net bir görüş ortaya koyamayan CHP’nin iktidarından da bir şey beklemiyorum.

Oyumu kullanacağım İstanbul 2.Bölge’de listenin başında bizzat Kemal Kılıçdaroğlu var.

AKP’DEN KURTULMAK ADINA OYUMU “EMANETEN” KEMAL KILIÇDAROĞLU’NA VERECEĞİM…

Eğer bu bölgede listenin başında Gürsel Tekin olsaydı oyumu CHP’ye değil bir bağımsıza vermeyi düşünürdüm…

İşte bu da benim seçim için kişisel görüşüm ve kararım. Herkesin görüşü ve kararı da kendine.

Seçim sonuçları tahminime gelince… 70 gün önce yazdığım gibi. Sandıktan her türlü sürpriz çıkabilir. Bu halk sandıkta sürpriz yapmayı sever. Yüzde 50’lik AKP zaferine de yüzde 40’lık CHP zaferine de şaşırmam. Bir hafta daha sabredelim ve görelim.

7 Mart 2011 Pazartesi

YASAK KİTAPLAR

Bu yazımda son dönemlerde okuduğum kitaplardan söz etmek istiyordum. Ancak son haftanın gelişmeleri aynı konuyu başka açıdan bakmamı ve değerlendirmemi gerektirdi.
“Yasak” ve “Kitap” kavramlarının geçmişte ve günümüzde kullanımı üzerine beynimde bir düşünce fırtınası oluştu.

Blogumda 27 Şubat tarihinde yazdığım “ PAYLAŞIM ÜSTÜNE “ başlıklı yazımı internet ortamında yayınladıktan sonra tüm bloglara erişim mahkeme kararıyla yasaklandı.

Daha önceki “youtube” yasağında yasağın nasıl delineceğini Başbakanımızdan öğrenmiştik. Biz bilgisayar kullanıcıları bu kez Başbakanı beklemeden yasak bloglara erişim yöntemini bulduk. Ancak ben kendi adıma bloguma erişebilmekle birlikte tedbir olarak kendime başka bir servis sağlayıcıdan bu blogu açmakta yarar gördüm.

27 Şubat tarihli “PAYLAŞIM ÜSTÜNE” başlıklı yazımın son cümlelerini burada tekrarlamak istiyorum.

“ Son söz olarak söylemek istediğim şudur : Beyninizin enformasyon çöplüğüne dönüşmeden aydınlık bilgilerle dolması için Türk görsel ve yazılı medyasına mesafeli durun ! Daha az televizyon seyredin ama daha çok kitap okuyun lütfen ! “

Medyaya mesafeli durmak, ülkede ve dünyada olup bitene duyarsız kalmak anlamına gelmiyor elbette ki. Okur-yazar bir yurttaş olarak bu duyarlılığınızı, düşüncelerinizi, tepkilerinizi diğer insanlarla nasıl paylaşacaksınız ? Öncelikle yazarak, konuşarak ve bir araya gelerek… Demokratik ülkelerin Anayasalarında ve yasalarında buna yurttaşların “bireysel hak ve özgürlükleri” denir.

Ancak faşist, totaliter rejimlerde ve bizdeki gibi “ileri demokrasi” lerde bu bireysel hak ve özgürlükler karşımıza “yasak” olarak, “gözaltı”, “ cezaya dönüşmüş yıllarca süren tutukluluk”, “yandaş medyanın yargısız infazı”, “bitmeyen ceza davaları”, “tecrit”, “işkence”, “orantısız güç”,”tekme-tokat”, “cop”, “biber gazı” ve “tazyikli su” olarak karşımıza çıkar.

12 Eylül 10’ referandumunda yüzde 58 “evet”, “yetmez ama evet” oyuyla geçiş yaptığımız “ileri demokrasi” mizde geçen haftanın olaylarına bakar mısınız ? Önceki hafta gözaltına alınıp tutuklanan Odatv yöneticisi Soner Yalçın ve 2 arkadaşından sonra geçen hafta da gazeteciler Nedim Şener, Ahmet Şık’la birlikte 5 kişi daha gözaltına alınarak tutuklandılar ve Silivri’ye gönderildiler.

Hukuki prosedür uygulanmaktadır. Haydi diyelim ki “soruşturmalar gizlidir” bilmediğimiz şeyler vardır “hala yasalara saygılı” bir hukukçu olarak yorum yapmayalım, eleştirmeyelim… Ama bugün ve geçen hafta bütün medyaya yansıdığına göre polis ve savcılık sorgularında Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet Şık’a yazdıkları yayınlanmış ve yazacakları yayınlanmamış kitapları ile ilgili sorular sorulmuştur.
Bu sorular, sorgular neyi gösteriyor sizce ? Size neyi gösterir bilmem ama bana göre bunun Hitler gibi faşist yönetimlerin “kitap yakması” ndan, 12 Mart ve 12 Eylül faşist yönetimlerinin “kitap yasaklaması” ve insanları “ yasak kitaptan yargılaması”ndan hiçbir farkı yoktur.

İleri demokrasimizin bu ilk aşamasında “kitap yazmanın suç” olduğu dönemi yaşıyoruz. Çok yakında “kitap yasaklama” dönemine de geçeriz. Ardından da “yasak kitap bulundurmak suçtur” dönemine ve de “yasak kitapların yakıldığı” döneme geçeriz. Hiç kuşkunuz olmasın gidiş o yönedir…

Yazı yazmanın, kitap yazmanın suç olduğu, Amerika’dan bile fazla özgür basınımızın çalışan gazetecileri yazdıkları kitaplardan ve yazılardan dolayı sorgulanıp tutuklandığı bu dönemde peki ne yapmalı ?

Milliyet Gazetesi köşe yazarı Nuray Mert’in dün (6 Mart 11) yaptığı gibi “Doğru bildiklerimizi özgürce yazamayacaksak, yazmanın anlamı yok!” deyip yazı yazmayı mı bırakalım ?

Bugünün blog yasaklarını, kitap yasaklarını şimdilik bir kenara koyup konuyu biraz kişiselleştirip şöyle biraz geriye gidip benim kitap okuma tutkumdan, yasak kitaplar yüzünden başıma gelenlerden, anılarımdan kısaca söz etmek istiyorum.

Çocukluğumdan beri kitap okumayı çok severim. Çocukluğumda ne bulursam okurdum. Gençliğimde ise ( 12 Mart 71 – 12 Eylül 80 dönemlerini kapsar) bizim edebiyatımızın ve dünya edebiyatının klasikleri ile birlikte siyaset üzerine yazılmış, özellikle de yasaklanmış kitapları okumayı çok severdim. Şimdilerde ise yakın tarih ve gezi kitaplarını okumayı seviyorum.

Bu araya bir parantez açıp şu anda yeniden ve keyifle okuduğum üç kitabın adını vermek istiyorum. Sayfaları sararmış, yıpranmış, ikisi benim adıma biri bir yakınım adına yazarları tarafından imzalanmış bu üç kitaptan ilki 7 Nisan 67’ tarihinde Mahmut Makal’ın benim adıma imzaladığı “ HAYAL VE GERÇEK” isimli kitabı. İkincisi ise 5 Mayıs 67’ tarihinde Fakir Baykurt’un benim için imzaladığı “KARIN AĞRISI-Hikayeler” kitabı. Üçüncüsü ise Rıfat Ilgaz’ın bir yakınım adına imzaladığı “MEŞRUTİYET KIRAATHANESİ-mizahi roman” isimli kitabıdır.

İnsanın özgür düşünmesine, aydınlanmasına yarayan kitapların başına, o kitapları yazanların ve okuyanların başına neler geldiğini tarihten biliyoruz. “Kutsal Kitaplar” a inanan tek tanrılı dinlerin, özellikle kiliselerin nasıl kitap yaktığını bir kenara bırakalım.

Ben kendi aydınlanma sürecimde ilk “ kitap yakma “ eylemini faşizmin tarihini okurken Hitler’de gördüm diyebilirim. Hitler tarihe milyonlarca insanın ölümünden sorumlu faşist bir diktatör olarak ve de 33’ yılında Berlin Opera Meydanında yaktırdığı kitaplarla da geçmiştir. Faşist Hitler’in yaktırdığı kitapların belgesel filmini de izlemiştim. Sizinle bu olayın 3 fotoğrafını paylaşayım.

**


12 Mart 71’ sürecinde kitabın nasıl bir suç unsuru olduğunu, evlerden, iş yerlerinden, kitapçılardan toplanan kitaplara, insanların korkudan kendi kitaplarını yakmasına, yasak kitap yüzünden yargılanan yazarlara, okurlara bizzat tanık oldum.

77 Mayıs ayına geldiğimizde bu kitap düşmanlığını bizzat yaşadım. İstanbul’daki öğrenci evimizi basan polis evimizde benim kitaplarımdan başka bir suç unsuru bulamadı. Ben kitaplarım sayesinde Sirkeci’deki Sansaryan Han’ında ve Gayrettepe 1.Şube hücrelerinde 5 gün misafir kaldım. Sonrasında da “yasak kitap bulundurma” suçundan yargılandım. Yargılama sürecinin sonunda ise hem bu suçtan aklandım hem de mahkeme kararı ile yasaklanan kitaplarımı adli emanetten geri aldım. Rahmetli babamın da yasak bile olsa kitap okumanın, bulundurmanın suç olmadığını yaşayarak öğrenmesi ile bana kendi eliyle yaptığı kütüphaneme o yasak kitaplarımı yerleştirmemi unutamam…

12 Eylül 80’ faşizminin azgın günlerini yurt dışında olduğum için bizzat yaşamadım. Ama yakın dostlarımdan öğrendim. 12 Mart’ın üzerinden tam 40 yıl geçti. 12 Eylül 80’ faşist darbesinin üzerinden 30 yıl geçti. 12 Eylül’den hesap sorulacak diye yapılan 12 Eylül 10’ referandumunun üzerinden 6 ay geçti…

İleri demokrasimizin bu döneminde Mart 11’ de yine yasak kitaplar gündemde. Şimdilik kitap yazanların, kitap yazmaya hazırlananların evleri, işyerleri basılıyor. Yazılacak kitap taslaklarına, belgelerine, bilgisayarlarına el konuyor. Şimdilik sadece yazarlar ve gazeteciler hedefte. Hiç merak etmeyin yakın zamanda kitapların okurlarına da sıra gelecektir.

Ben kendi adıma okur yazar bir yurttaş olarak 30-40 yıl önce faşizmin yasakladığı kitapları nasıl okuduysam, bugünde ileri demokrasinin yasakladığı kitapları okumaya devam edeceğim. Blog yasaklarına inat olsun diye de yazmaya devam edeceğim. Yasakçılar kendi yollarına devam etsin ben de kendi yoluma…

6 Mart 2011 Pazar

BU YASAKLAR NEREYE KADAR GİDER ?

MERHABA SEVGİLİ DOSTLAR,

Bildiğiniz gibi bloglar sudan bir nedenle kapatıldı… Eminim ki bu yasak kararını veren hakim ne bilgisayar kullanmayı biliyordur, ne de internetten haberi vardır…

Muhalefet eden gazeteciler içeri alınıp susturuluyor. İçeri alınanlar tecrite alınıp iyice yıldırılmak isteniyor. Dışarıdakiler sıranın kendilerine gelmesinden korkuyorlar.

Ve Türkiye bu koşullarda 3 ay sonra bir genel seçime gidiyor.

Muhalefetin olmadığı, basının olmadığı bir ortamda yapılacak seçimler özgür ve adaletli olabilir mi ? Bu koşullarda yapılacak seçimin sonuçlarını kabul etmek mümkün mü ?

Yasaklarınız da, seçimleriniz de, iktidarınız da sizin olsun !

Yasaklar,baskılar üzerine kurulan bir siyasal sisteme demokrasi denilebilir mi ?

Muhalefetsiz, özgür basınsız yapılan seçimlerde sandıktan çıkan oylar toplanırken bilgisayar hileleri ile de değişiklikler yapılırsa açıklanan sonuçlar ancak baskıcı iktidarını bu yolla sağlamlaştıranları memnun edebilir.

Yazılacak, söylenecek, yapacak çok şey var !

Sadece onların baskılarına boyun eğmeyelim ve onlardan korkmayalım !

Onlar bizden korksunlar. Çünkü bütün diktatörler halklarından korkarlar.

Tarihin hiç bir döneminde kısa süreler hariç “Eşkiya dünyaya hükümdar” olmamıştır.

Yıkılmayan hiç bir kale, yıkılmayan hiç bir diktatörlük yoktur.

Onlar yollarına devam etsinler biz de mücadelemize devam edelim !

Yeni blogumdan tüm dostlara yeniden MERHABA !

* Yorumlarınızı, düşüncelerinizi bu blogun “yorumlar” bölümüne yazarsanız sevinirim.

27 Şubat 2011 Pazar

PAYLAŞIM ÜSTÜNE

Bu yazdığım satırlar size internet üzerinden ulaşıyor. Son yıllarda adına internet denilen bu iletişim teknolojisi yaşamımıza öylesine girdi ki hiçbirimiz ondan vazgeçemez olduk. İnternet teknolojisi iyi ve yerinde kullanıldığı zaman gerçekten bireyin gelişmesinde de toplumların dönüşmesinde de çok önemli rol oynayabilir. Ancak internet kullanıcılarının ne kadarı bu “iyi ve yerinde” kullanım koşuluna uyuyor, ya da ne kadarı interneti sadece “oyun ve eğlence aracı” olarak kullanıyor ? Şüphesiz bu konularda yapılan araştırmalar vardır ama benim şu anda bunu araştırmaya zamanım yok. Ancak çevremdeki internet kullanıcılarından gözlemlediğim kadarıyla tahminen yüzde doksanlık bir kesim maalesef interneti bir “oyun ve eğlence aracı” olarak kullanıyor. Çok yazık…

İnterneti “iyi ve yerinde” kullanan kesimdekiler olarak tanımladıklarımızdan önemli bir kısmı da interneti yanlış kullanıyor. Çünkü bu kesim de bir çoğu kaynağı kuşkulu-doğrulanmamış bilgileri düşünmeden arkadaş ve dost çevresiyle paylaşıyor. Çünkü kaynağı kuşkulu – doğrulanmamış bilgiler çoğunlukla insanı yanıltır. Yanlış bilgilerden yanlış sonuçlar ve değerlendirmeler ortaya çıkar ki “yarım bilgi” diyeceğimiz bu bilgi insanı aydınlatmadığı gibi bazen “cehalet” ten daha tehlikeli olur. Bu konuda Anadolu halkının bir öz deyişini anımsadım.

“Yarım hekim insanı candan, yarım imam insanı dinden eder !”

Yazının tam da bu noktasında bugünlerde bir kitabını okuduğum, kendisini yakından tanıma olanağım varken tanıyamadığım için derin bir pişmanlık içinde olduğum ve bu yılın 19 Ocak’ında yitirdiğimiz çok önemli bir bilim insanını anmak ve bu konuda onun şu anda okuduğum kitabından çok sevdiğim bir tanımı içeren kısa bir alıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Hasan Ünal NALBANTOĞLU’ nu 19 Ocak 11’ tarihinde yitirdik. Ben şu anda O’nun son olarak İletişim Yayınları’ndan çıkan iki kitabından biri olan “ARAYIŞLAR Bilim, Kültür, Üniversite” isimli kitabını okuyorum. Öğrencilerinin –aralarında kızım da var- deyimiyle “Ünal Hoca” bakın bu kitabında ne yazıyor :

Günümüzde enformasyon teknolojilerinin de katkısıyla, hepimizin beyninin enformasyon çöplüğüne dönüştüğü (altını ben çizdim-hay) sık karşılaştığımız bir yakınma. Aslında gündelik yaşamın belirsizlikleri, tehlikeleri karşısındaki kurnazlıklara başvuran çağdaş tüketici-insan zaten önceden bir başka kılıfta görmüş ve tanış olduğu, çoktan bildiği (malûm-u ilân) enformasyon kırıntılarını çoğu kez çaresizlikle kabul ediyor ve bundan da derin bir sıkıntı duymakta.”

Ünal Hoca’nın kitabından sizlerle paylaşmak istediğim başka bölümler ve alıntılar da var. Yeri geldiğinde bu alıntıları da sizlerle paylaşacağım. Ünal Hoca’nın çok sevdiğim deyimiyle biraz da internet sayesinde enformasyon çöplüğüne dönüşen beyinlerimizi daha fazla kirletmemek adına son yıllarda ben kendi adıma gerek e-mail gerekse de facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde mümkün olduğunca az bilgi paylaşıyorum.

Ancak internet dostlarımın bildiği gibi geçen hafta iki ileti paylaştım.

İnternette dostlarımla paylaştığım iletilerden ilki “Anadolu’nun İsyanı” adındaki bir kısa filmdi. İzlememiş olanlar varsa tüm dostlarımın aşağıda verdiğim linkten bu kısa filmi mutlaka izlemelerini öneririm. Bu kısa filmin tanıtımı ile ilgili haberi de paylaşmak isterim.

* Hidroelektrik santrallerin (HES) doğa ve kırsalda yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve HES yatırımlarına karşı verilen mücadeleleri anlatan ‘Anadolu’nun İsyanı’ adlı kısa film gönüllü desteklerle ve kolektif bir çalışma sonucu ortaya çıkarıldı. Anadolu’nun dört bir yanında devam eden HES çalışmalarının yıkıcı etkisine dikkat çeken film Akdeniz’den Karadeniz’e, Doğu Anadolu’dan Ege’ye kadar 20 bin kilometre yol kat edilerek çekildi.

İnternet üzerinden indirilebilen, çoğaltılmasına ve dağıtılmasına, festival ve toplu gösterimler için özel izin alınmasına, kullanılmasına herhangi bir kısıtlama konulmayan film, Anadolu derelerinin özgür akması için mücadele edenlere adandı. Üç gün içerisinde 50 bine yakın izleyiciye ulaştığı belirtilen filme dileyen herkes sosyal paylaşım sitelerinden, www.anadolunehirleri.org/tr.html veya www.vimeo.com/19937849 adreslerinden ulaşabiliyor.

Kolektif bir çalışmayla HES katliamlarının belgesel filmi hazırlayan ekibin filmle ilgili açıklamasında, şu görüşlere yer verildi: “Bizlerin doymak bilmeyen tüketim alışkanları ve ihtiyaçlarının doğa üzerindeki yıkıcı etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Hiç haberimiz olmasa da, umursamazsak da, gitmesek de, görmesek de bizim bu yaşam biçimimizin bedelini birtakım canlılar, insanlar ödüyor. Bu film; bir yandan Anadolu nehirleri ve doğası için verilen mücadeleleri anlatırken, bir yandan da şehirlerde hiçbir sorun yokmuş gibi yaşamaya devam eden insanlara ayna tutmak ve bu soruna ortak etmek için hazırlandı. Unutmamız gerekiyor ki, bu ateş sadece düştüğü yeri değil tüm canlı yaşamını yakacak. Bu gerçeğin fakına varanlar Nisan ayında tüm Anadolu’dan Ankara’ya doğru yürümeye başlayacak. Bu yürüyüşe katılmak ve destek vermek hepimizin yaşama karşı ortak sorumluluğudur
. ”

“Anadolu’nun İsyanı” kısa filminin izlenebileceği link yandaki "BAĞLANTILARIM" bölümünde:


İnternette dostlarımla paylaştığım ikinci ileti ise Prof.Dr. Ali DEMİRSOY’un bir panel için hazırlayıp sunduğu 117 sayfalık “ BU ÜLKENİN İNSANLARI EVRİM KAVRAMINDAN NE ANLIYOR ?” başlıklı sunumu.

Son yıllarda katıldığım “ Ulusal Ekoloji ve Çevre “ kongrelerinden tanıdığım Prof.Dr. Ali DEMİRSOY ülkemiz için çok önemli bir bilim insanı. Geçen yıl onun yaşamının anlatıldığı bir nehir söyleşi kitabını da okumuştum. İş Bankası yayınlarından çıkan “DOĞAPEREST Ali Demirsoy Kitabı”

Prof.Dr.Ali DEMİRSOY hakkında internetteki bir çok sitede bilgi var. Ben sadece onunla ilgili bir sayfanın adını vermekle yetineyim. Onun son sunumunu okumak isteyenler bana yazarlarsa kendilerine PDF formatında gönderebilirim.

http://yunus.hacettepe.edu.tr/~demirsoy/Ana_Sayfa.html

Aslında bu hafta güncel konu olan Libya’daki olayları ve Kaddafi’nin ünlü bedevi çadırını yazacaktım ama benim için ülkemizin doğası ve bilim dünyası bedevinin çadırından daha önemli olduğu için yazı gündemimi değiştirdim.

Son söz olarak söylemek istediğim şudur : Beyninizin enformasyon çöplüğüne dönüşmeden aydınlık bilgilerle dolması için Türk görsel ve yazılı medyasına mesafeli durun ! Daha az televizyon seyredin ama daha çok kitap okuyun lütfen !

19 Şubat 2011 Cumartesi

Dün-Bugün-Yarın
ve
YOLCULUKLARIM


Bugünkü yazımda - elimden geldiğince – kendimden söz edeceğim.

Bloguma son yolculuklarımdan fotoğraflar koydum ama bir türlü yolculuk izlenimlerimi yazmaya, bunları dostlarımla, dost okurlarımla paylaşmaya zaman bulamadım.

Hep kendimi Türkiye’nin gündemine ilişkin bir şeyler yazmaya mecbur hissettim. Onu da beceremedim ya… Türkiye’nin gündemi de öyle sık değişiyor ki yetişebilene aşk olsun.

Geçen hafta başında Türkiye’nin gündemine Odatv baskını girdi. Son yılların önemli bir muhalefet odağı haline gelen Odatv’nin haberlerini ilgi ile izliyorum ve geçen hafta olduğu gibi bu haberleri zaman zaman blogumda da paylaşıyordum. Haftanın sonunda Soner Yalçın ve arkadaşlarının yolculuğu da Silivri’de mola verdi… Uzun yolculuklarda benzer molaların yararı da olabilir. Ancak Odatv olayı Soner Yalçın’ın Silivri molası ile bitmedi. Geride çok önemli bir konu ve tartışması kaldı.

Türkiye’nin bütün köşe yazarları, televizyoncuları, siyasetçileri Türkiye’de kim gazeteci, kim darbeci, kim ileri demokrat, kim faşist, kim cemaatçi, basın özgürlüğü var mı-yok mu bunları tartışıyor. Mısır ve Ortadoğu’daki olaylar da Balyoz tutuklamaları da gündemin arka sıralarında. Gazeteciler ve siyasetçiler öyle şeyler yazıyor ve söylüyor ki ciddiye alıp tartışmak için kafayı yemek gerek. Herkes kafayı yemediyse bile herkesin kafası karışık. Türkiye’nin bu gündemini ve olaylarını anlamaya çalışmak boşuna çaba. ABD’nin yeni ve “acemi” Ankara Büyükelçisi bile olup biteni anlayamıyorsa siz nasıl anlayacaksınız ?

Bu yazıda kendimden söz edeceğim dedim ama takıldım yine gündemin peşine gidiyorum… Son bir iki söz söyleyip ben bu gündemden kaçayım dostlar.

Seçimlere kadar yani yaşayacağımız dört ay içinde daha ne sürpriz olaylar yaşayacağız kim bilir ? Bence en iyisi bu olayları mizah dergilerinden izleyin. O dergilerde öyle yetenekli arkadaşlar var ki tüm çapraşık olayları iki çizgi bir espri ile size özetleyiveriyorlar. Yazının bu bölümünü size bir öneri yaparak bitireyim. Eğer sağlığınızdan olmak, kafayı yemek istemiyorsanız ABD’den bile “özgür basın” a sahip ülkemizde yazılı basında her yazılana, görsel basında her duyduğunuza sakın inanmayın…

Geçen hafta köyümde mutlu-mesut bahar çiçekleri arasında yaşarken Cumartesi sabahı internetten gazeteleri okuyup yazımı yazıp bloguma koyduktan sonra bilgisayarım çöktü. Benim de dünya ile iletişimim koptu…

14 Şubat Pazartesi –Sevgililer Günü- mecburiyetten İstanbul’a geldim. Bilgisayarımı dün servisten aldım. İki üç hafta kadar Marmara Bölgesindeyim. Sonrası ben yine köyüme döneceğim emmioğlu…

Bu arada iki yolculuk kitabı okudum.

İlki Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un dilimize “Yüzüncü Ad” olarak çevrilen “ Baldassare’nin Yolculuğu” … 1665-66 yıllarında Lübnan, İstanbul, İzmir, Sakız, Cenova, Londra ve Paris’i kapsayan kurmaca bir yolculuk romanı…

İkincisi daha önce bölümler halinde okuduğum Nasuh Mahruki’nin “ Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi” isimli 97 yılında İstanbul’dan İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Tibet’e motosikletle yapılan 4 aylık bir yolculuğun güncesi, notları.

Nasuh Mahruki’nin Hindistan ve Nepal’lin görülecek yerleri, tapınakları, yeme içme, konaklama yer adları ile ilgili verdiği bilgiler benim 6 ay sonra başlayacak ikinci Hindistan yolculuğumda çok işime yarayacak…

Aslında 16 Eylül’de başlayacağım bu Kuzey Hindistan-Nepal yolculuğuna ben şimdiden başladım bile. Nasuh’un kitabı gibi okuduğum kitapların dışında rehber kitapları karıştırıyorum, haritaları inceliyorum. İnternette ise “Google Earth” te gideceğim kentleri işaretledim, benim gideceğim bu yerlerde daha önce çekilmiş fotoğraflara bakıyorum. “You Tube” tan Hindistan ve Nepal filmleri izliyorum. Bilgilerimi tazeliyorum. İkinci Hindistan yolculuğumun bu bölümüne çok önem veriyorum. Çünkü yıllardır hayalini kurduğum bu yerleri görecek olmam beni heyecanlandırıyor. İkinci Hindistan yolculuğumun ikinci bölümünü oluşturan Güney Hindistan’daki Kerala da ilginç ama önceki yolculuktan tanıdığım Goa’ya benzer bir coğrafya olduğu için yabancılık çekmeyeceğim.

Evet bu kendimden söz ettiğim yolculuk yazısının üst başlığında yer alan “bugün ve yarın” dan söz ettim. Biraz da “dün” deki yolculuklarımdan ve anılarımdan söz edip bugüne bağlamak istiyorum.

31 yıl öncesi… 11 Eylül 80’ akşamı… Dostlarla Beyoğlu’nda bir birahanedeyim. Havam yerinde. Öğrenci pasaportum cebimde. Paris’te dil kursu veren bir üniversiteye kayıt yaptırmışım, öğrenci pasaportumu, öğrenci vizemi ve o zamanlar zorunlu olan belli miktar dövizimi de almışım. Dostlarıma heyecanla şimdi istesem havaalanına gider oradan da kuşlar gibi özgür olarak Paris’e, yeni bir yaşama uçar giderim diyorum…

Ama ertesi sabah Kenan Evren’in radyodaki sesiyle uyanıyorum. 12 Eylül 80’ askeri darbesi olmuş, her şey yasaklandığı gibi yurt dışına çıkışlar da yasaklanmış. Bundan sonra ne olacak kimse bilmiyor. Bir hafta sonra yurt dışında çalışan işçilere ve öğrencilere çıkış serbest açıklaması yapılıyor.

Yurt dışına çıkmak için treni tercih ediyorum. 20 Eylül akşamı Sirkeci tren Garı’ndan beni iki dostum uğurluyor. Bir iki gün önce de eski dostum Halil Ergün’le Taksim'de kucaklaşıp vedalaşıyoruz. O Selimiye’ye gidiyor ve ben Paris’e. Bir daha görüşür müyüz ? Kim bilir ?

21 Eylül 80’ sabaha karşı Kapıkule’de pasaportuma incelenmek üzere el konuyor ve trenden iniyorum. İki saatlik heyecanlı-umutsuz bir bekleyişten sonra pasaportumu alıp trene biniyorum. İlk kez yurt dışına çıkıp Bulgaristan’a giriyoruz…

23 Eylül 80’ sabahı Paris’in Gare de Lyon tren istasyonundayım… Gerisi uzun bir hikaye…

İşte o günlerden bir anımı paylaşmak istiyorum.

12 Mart 71’ askeri darbesinden sonra er olarak askerliğimi bitirdikten sonra girdiğim üniversiteyi çalışırken bitirdim. Paris’e de hem çalışır hem doktora yaparım hayaliyle gittim. Ancak 80-81 yılının müracaatları bitmişti.

Bir yıl sonrasına kaldım. O yıllarda Fransa’daki üniversitelerin doktora programlarında yabancı öğrencilere kontenjanlar ayrılıyordu. Yine de doktoraya başlayabilmek için bir sınav yapılıyordu. Bu sınavlarda yabancı doktora öğrencilerine –tabii ki sadece hukuk alanındakilere- şu basit soru soruluyordu. “Ülkenizdeki hukuk sistemini anlatınız !” Öğrencinin bu soruya vereceği yanıtla o öğrencinin bildiği Fransızca düzeyi ve hukuk bilgisi ölçülüyordu. Çok akıllıca bir sınav yöntemi doğrusu…

80’ yılının Ekim ayında Sorbonne üniversitesinde bu sınava katılan Türk arkadaşımın bu sınav sorusuna verdiği yanıtı unutamıyorum. Arkadaşım bu sınav sorusuna şu yanıtı vermiş ve sınavı kazanmıştı.

“ Türkiye’de 12 Eylül’de askeri darbe oldu. Ortada hukuk filan kalmadı !”

Benim sınav anım ise şöyle. Benim sınava girdiğim 81 yılında üniversitelerdeki yabancı kontenjanı kalkmıştı. Ben çok girmek istediğim Nanterre üniversitesinde Fransız öğrencilerle birlikte çok kalabalık bir grupla sınava girdim. Yaşlıca bir profesör kürsüye çıktı. Dikkatli dinleyin ve yazın deyip bir cümlelik sınav sorusunu okudu ve sınav başladı.

Sınav sorusunu yazdım ama Fransızca bir kelimeye takılıp kaldım. Bu kelimenin anlamını bilmediğim için sınav sorusunu anlayamadım. Herkes yazmaya başladı. Ben Fransızca kelimenin anlamını çözmeye çalışıyorum. O sınavdan sonra hiç unutmadığım o kelime “ Les puissance” kelimesiydi. Bir asistanın yardımıyla bu kelimenin eş anlamlı kelimesinin “ Les forces” olduğunu öğrenince soruyu anladım ve yazmaya başladım. Bizim sınav sorumuzun Türkçe karşılığı “ Anayasa hukuku çerçevesinde güçler ayrılığı prensibini anlatınız.” Fransızca Les puissances-Les forces kelimeleri “güçler” anlamına geliyordu. Bir kelime yüzünden geç başladığım o sınavda üç sayfaya yakın hukuktaki güçler ayrılığı prensibini anlattım ama doğal olarak sınavı da Nanterre üniversitesinde doktora yapma şansını da kaybettim.

Ertesi yıl Paris 8 üniversitesinde siyasal bilimler doktorasına başladım. Doktora konumda ; “ İkinci dünya savaşı öncesi Türkiye’de tek parti dönemi” idi. Çalışma zorunluluğum nedeniyle doktoramı yapamadım. Fransız sosyalistlerinin “işçisin sen işçi kal” önerisi ile Paris’te 4,5 yıl işçi olarak kaldım.

Bu 30 yıl önceki anımı bugüne bağlayayım. Eğer bana 81’ yılında sorulan sınav sorusu bugün 11’ yılında sorulsaydı ne yanıt verirdim biliyor musunuz ?

Türkiye’de 12 Eylül 10’da sivil-cemaat darbesi yapıldı… Ne Anayasa kaldı, ne de güçler ayrılığı prensibi… Yasama gücü ve yetkisi de Yargı gücü ve yetkisi de Yürütme gücü ile birleştirilip tüm yetki tek kişiye verildi. Daha ne anlatayım ? derdim ve sayfalarca yazmak yerine bir cümlelik yanıtla Fransa’daki sınavı kazanmış olurdum…

Bu haftalık benden bu kadar… Herkese iyi yolculuklar.

12 Şubat 2011 Cumartesi

12 Şubat 11’in gündemi ve tartışması :
MISIR’DA DEVRİM (!)
TÜRKİYE’DE DARBE (!) Mİ ?


12 Şubat 11 Cumartesi sabahı internetten gazeteleri okuyorum.

Mısır halkı Kahire’nin Tahrir (Kurtuluş) meydanında 18 gündür meydanı terk etmeden “Mübarek Defol !” diye bağırdı.

Mübarek sözler verdi, oyaladı ama yetmedi. Nihayet dün 30 yıllık Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek istifa etmek zorunda kaldı.

18 gündür televizyonlardan canlı olarak izlediğimiz Tahrir meydanında dün akşam da Mısır halkının zafer gösterileri vardı.

Mısır’da yaşananlara bazıları “DEVRİM” diyor.

Devrim nedir, ne değildir ? Ben bilmem ki… Çünkü ben hiç devrim görmedim, devrim günlerinde hiç yaşamadım.

Sahi devrim nedir ? Sadece bir diktatörün devrilmesi devrim sayılır mı ?
Diktatör devrildikten sonra ne olacak ? Yeni diktatörler mi gelecek ? Arkasından demokrasi de, özgürlük te gelecek mi ? Kapitalizm de yıkılacak sosyalizm de olacak mı ? Ya hukuk nasıl olacak ? Çağdaş ve evrensel hukuk mu ? Yoksa şeriat hukuku mu ?

Bu karikatür ne demek istiyor acaba ?





Mısır Türkiye gibi mi olacak, Türkiye Mısır gibi mi olacak ?

Ne bileyim ben…

Ya bekleyelim görelim. Ya da bir bilene sorup öğrenelim.

Ya kardeşim Mısır’ı bırak Türkiye’ye bak…

12 Eylül’den (ister 80’deki darbesi anla ister 10’daki referandumunu anla) uzağa gitme. Yaşım gereği bende unutkanlıklar olabilir. Onun için 30 yıl öncesine değil sadece bugün okuduğum gazeteleri anlamak için 5 ay önceki referanduma kadar gidebilirim.

12 Eylül 10 referandumunda kim “evet”, kim “yetmez ama evet” kim “hayır” demişti… O dönem herkes konuştu. Arşivlerde vardır.

Peki 12 Eylül referandumunda ne değişti ?

Uzun adlarını yazmayayım – yerim dar- HSYK ve AYM’nin yapısı değişti. Bu kurumlara yeni üyeler seçildi. Nasıl seçildi ? Ne bileyim ben ? Ben kavundan, karpuzdan, rakıdan,şaraptan anlarım. Hakim, Savcı seçmekten anlamam. Anlayanlar seçti işte…

Yargı bağımsız oldu mu ? Elbette oldu. Artık sanıklarla beraber avukatlarını da tutuklayıp atıyorlar içeri.

Bu arada müebbetlik katilleri serbest bıraktık. Özgür kuşlar gibi uçup gittiler doğal ortamlarına.

12 Eylül 80 darbecilerinden hesap soruldu mu ? Yok canım kimin haddine Kenan Paşa’dan hesap sormak…

İşçilere sendikal özgürlük verildi mi ? Torba Yasası çıkardık ya… Buna direnen işçilere de bedavadan biber gazı sıktık ya… Daha ne yapalım ?

Öğrenciler mi ? Onlar çok mutlu… Polislerimizin sıktıkları bedava suyla yıkanıyorlar, mutluluktan polisin önünde uzun eşek bile oynuyorlar.

Bir başka mutlu kesim de sanatçılar… Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar. Sonra da ucube heykeller, resimler yapıyorlar.

Köylüler mi ? Onlara bedava mazot verdik yine de zarar ettiler. Sebzeleri döküp hayvanlarını sattılar. Şimdi icralarda sürünüyorlar. Tarım bitti. Çin’den sarımsak, Arjantin’den kasaplık hayvan ve et ithal ediyoruz. Fedakarlığımızı yine de anlamıyorlar.

Esnaflar mı ? Onlarda kapatsınlar küçük dükkanlarını, bakkallar süper market, demirciler fabrika açsın…

Canımız ciğerimiz polislerimize askerliği kaldırdık. Askerlikten yırttılar yani…

Askerleri de Silivri’ye topladık. Paşalarımız orada darbe-marbe düşünmeden okey oynasınlar, kağıt oynasınlar. Torunlarını sevmeseler de olur…

Üniversitelerimizde türbanı da serbest bıraktık. Seçimden sonra yeni Anayasa yapıp türban özgürlüğüne çarşaf, burka özgürlüğünü ekleyeceğiz. Bu özgürlükleri hem de sınırsız yapacağız. İlkokul, ortaöğretim, kamu ayırımı da kalkacak.

4 ay sonra da yaz ortasında seçim yapacağız. Mecliste susturduğumuz muhalefeti meydanlarda da susturacağız ve onları seçim sandığına gömeceğiz. Bize referandumdaki yüzde 58 yetmez. Yüzde 60 veya 70 le tek başımıza tek parti olarak yeniden iktidara geleceğiz. 8+4 = 12…

Daha Mısır ve mübarek olmamıza çook var…

Rüya mı görüyorum ? Saçmalamaya mı başladım.

Ben gazeteleri yanlış mı okudum. ? Yoksa yanlış mı anladım ?

Bir de siz okuyun bakalım. Ne anlayacaksınız ?

Devrim nedir ? Darbe nedir ?

Kahire hangi ülkenin başkenti ? Ya İstanbul nerenin başkenti ?

Ya bir de Pensilvanya vardı ama neredeydi unuttum…

Ama Türkan Saylan’ı unutmam…

En iyisi yatıp uyumalı… Daha seçime 4 ay var. Hava çok sıcak olmaz ise gider oyumu kullanır vatandaşlık görevimi yaparım.

Amaan gerisi beni aşar –mı- ?



10 Ocak 2011 Pazartesi

HUKUK VE ADALET

Bu blogu yayınlamaya başladığım Ağustos 07’den beri blogun sağ üst köşesine siyah bir kurdela simgesi ile birlikte koyduğum ve hiç değiştirmediğim bir söz var :

“ NE ŞERİAT NE DARBE HUKUK VE DEMOKRASİ İSTİYORUZ ! “

Yeni yıla yeni umutlarla girdik ama toplumun gündemini oluşturan ve başta 188 kişiyi vahşice katleden hizbullah katilleri olmak üzere seri katillerin bir yasa maddesindeki değişiklik nedeniyle tahliye edilmesi yeni bir tartışma ve umutsuzluk yarattı. Bu umutsuzluk dalgası toplumda hukuk, adalet, yargılama süreci, suç, suçlu, tutuklu, hükümlü, ceza, af yasaları, insan hakları ve siyaset gibi kavramların yeniden tartışılmasını da gündeme taşıdı.

Bu gündeme ve tartışmaya hangi noktadan katılmalı ? Hukuk eğitimi almış, adaletin nasıl işlediğini ya da işlemediğini deneyimleriyle az çok bilen ülke sorunlarına duyarlı bir yurttaş olarak böylesi bir tartışmanın dışında kalmak mümkün mü ? Benim de bu konularda bugüne kadar söylediklerim – yazdıklarım olduğu gibi söylemek istediğim düşünce özgürlüğü bağlamında açıklamak istediğim düşüncelerim - söyleyeceklerim var.

Açıklanacak bir düşüncenin, söylenecek bir sözün sağlam bir zemine oturması için elbette çok gerilere gidilerek kapsamlı bir toplum-tarih-siyaset analizi yapılmalıdır ama sözü uzatmamak için 68 olaylarının başlangıcından itibaren son 40 yılın toplumsal olaylarını yaşamış bir yurttaş olarak hafızamızı tazelemek bile bugün geldiğimiz noktayı ve gittiğimiz yönü açıklamaya kısmen yeter sanıyorum.

Bu 40 yıl içinde benim aklımdan hiç çıkmayan yaşanmış olaylardan bazıları. Sadece isimleriyle…

12 Mart’tan 12 Eylül Darbesine,

69 Kanlı Pazarı’ndan 72 Kızıldere’ye

77 1 Mayıs Katliamından 78 K.Maraş Katliamına,

Bahçelievler Katliamından , 16 Mart Katliamına, Sivas Madımak Katliamı’na,

Bedrettin Cömert, Kemal Türkler, Bahriye Üçok, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hrant Dink cinayetlerine…

Hangi birini yazayım, hangisini unutayım…

Bütün bu katliamların, cinayetlerin iki ortak paydası var.

Ortak paydanın birincisi ; Bu katliamları yapanlar, cinayetleri işleyen katiller ve onların destekçileri bellidir. İkincisi ise bu katillerin hiç birisi hukuka uygun olarak yargılanmamış, kimse mahkum olmamış, ceza almamış ve adalet yerini bulmamıştır…

Bu olaylarla ilgili açılan davaların bir kısmı zaman aşımından düşmüş, bir kısmı ise usulen sürmekte ve zamanaşımı süresinin dolması beklenmektedir.

Bu durum şunu göstermektedir ki bu ülkede hukuk ve adalet sistemi eskiden beri temelinden sancılıdır.

Hukukun üstünlüğüne gerçek anlamında inanılmadan, Anayasanın, yasaların değiştirilmesi bu sorunu asla çözemez. Hele hele evrensel hukuk yerine çözümü şeriat hukukunda aramak bu toplumu ancak Taliban tipi bir yönetime ve Hizbullah tipi katil örgütlenmelerine götürür.

Kimseye korku vermek, kimseyi tedirgin etmek istemem ama maalesef son tahliye olayları ve yapılan tartışmalar gösteriyor ki yasaması, yargısı ve yürütmesi ile evrensel hukuktan uzaklaşıp şeriat hukukuna doğru bir gidiş söz konusudur. 12 Eylül Darbesi ile açılan bu yolun son duraklarından birisi de 12 Eylül Referandumudur. Çünkü bu referandumda yargı bağımsızlığı yok edilerek “yandaş medya” dan sonra “yandaş yargı” yaratmak için bir adım atılmıştır.

BİR KİTAP ÖNERİSİ

Bu blogda tarikatlar ve demokrasi bağlamında yazdığım yazılarda Fethullah Gülen’den söz eden yazılar yazdım.

Geçtiğimiz yıl ülkemizde en çok konuşulan kişilerden biri yine Fethullah Gülen’di denilebilir. Fethullah Gülen cemaatinin kendi medyası, gazeteleri, televizyonları yetmedi diğer medyada da Fethullah Gülen müridi, cemaatsever gazeteciler ve sözde bilim adamları çıktı karşımıza. Hatta eskiden “solcu” geçinen bazıları liberalizm durağında fazla beklemeden huzuru cemaatte buldular…

Geçtiğimiz hafta kitapçı raflarında onlarca Fethullah Gülen kitabı gördüm. Çoğunluğu Fethullah Gülen’i “uçuran” kitaplardı. Bunların dışında bir Fethullah Gülen kitabı buldum ve okudum.

Deneyimli gazeteci Saygı ÖZTÜRK’ün “ OKYANUS ÖTESİNDEKİ VAİZ” kitabından söz ediyorum. Resmi belgeler ve “çok gizli” damgalı raporların ışığında, MİT-Emniyet-Yargı üçgeninde Fethullah Gülen gerçeği… olarak tanıtılan kitap gerçekten sadece belgelere dayanıyor.

Kitapta 90’lı yılların başından beri Fethullah Gülen cemaatinin emniyet birimleri içindeki örgütlenmelerinin raporları, belgeleri olduğu gibi geçen yıl eski cemaat mensubu Hanefi Avcı’nın yazdığı kitaptan sonra başına gelenlere kadar güncel bilgiler de var.

11 yıldır ABD’de yaşayan ve sadece cemaatini değil bu ülkeyi de oradan yöneten bu eski vaiz öylesine etkili ki kitabı okuyunca daha iyi anlıyorsunuz. Geçen yıl 12 Eylül Referandumu öncesi Okyanus ötesinden “ İmkan olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda “evet” oyu kullandırmak lazım.” diyen Fethullah Gülen’e Başbakanımızın referandum sonrası yanıtını anımsayın. “Okyanus ötesine teşekkür ediyorum…”

Bu Okyanus ötesindeki vaiz Fethullah Gülen’in etkisi sadece cemaati ve AKP ile sınırlı değil. Geçen yıl CHP’nin başından bir kaset skandalıyla ayrılan Deniz Baykal’ın okyanus ötesine gönderdiği selamı da “yeni CHP” Parti Meclisi üyesi Muhammet Çakmak’ın selamını da unutmayın…









3 Ocak 2011 Pazartesi

YENİ YIL VE YENİ UMUTLAR

Bir yıl daha geçti. Bir yıl daha yaşlandık. Öğrencilik ve gençlik yıllarımda bir alışkanlığım vardı. Her yılbaşında geçen yılın muhasebesini yapar gelen yıl için kendime hedefler koyardım. Son yıllarda bu alışkanlığımdan vazgeçmiştim. Gençlik yıllarımdaki gibi olmasa bile yeni yılın bu ilk günlerinde kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Geçen yıldan anılar dolabıma kaldırılacak sıradan günlerin dışında olumlu ve olumsuz çok sayıda yaşanmış günler var. Niyetim , geçen yıl yitirdiğim iki dostumun anıları dışında olumsuz günleri anılar dolabıma kaldırmak yerine unutmak ama ne kadar mümkün olur bilemiyorum.

Geçen yıldan kalan ve fotoğraf arşivimde de yer bulan iki yurt dışı bir de yurt içi gezilerimin anılarını ise anılar dolabımın baş köşesine koydum bile. Geçen yıl Şubat ayı sonunda yaptığımız Mısır gezisi, Mayıs ayı içinde İzmir ve çevresi gezisi ile devamında Assos, Ayvalık ve Ağustos-Eylül aylarında Güney Amerika gezimizin fotoğraf karelerine baktıkça keyifle anımsayacağım. Bu gezilerin keyifli anıları geçen yılın benim açımdan iyi geçtiğinin birer kanıtı.

Gelen yeni yıl yeni umutlarla ve yeni gezi planları ile geldiği için şimdiden unutulmayacak keyifli bir yıl olmaya aday görünüyor. Gidiş-dönüş uçak biletleri alındığı için tarihi kesinleşen bu yılki dış gezi programımızda geçen yıl Güney Amerika gezisi nedeniyle bu yıla ertelenen Hindistan ve Nepal gezisi var. 16-26 Eylül tarihlerinde özel bir grupla klasik Kuzey Hindistan şehirleri ( Yeni Delhi-Agra-Jaipur ve Varanassi) gezisinden sonra ailece yapılacak 8 günlük Nepal (Katmandu ve Pokhara) gezisi gezi programımızın ilk ayağı olacak. Bu gezinin ikinci ayağında eşimle birlikte Hindistan’ın Kerala eyaleti gezisi ise yaklaşık bir ay sürecek. Kerala gezisine birkaç günlük nostaljik Goa, Sri Lanka veya Maldiv Adalarını ekleyebilir miyiz diye düşünmekteyiz. Bu gezi için ders çalışma kitabımız olan lonely planet yayınevinin “India” kitabı ile internetin gezi sitelerine bakmak bile beni heyecanlandırmaya yetiyor. Bu yılın son aylarında bu gezinin fotoğraflarını siz dostlarımla paylaşmak ayrı bir keyif olacak…

Bu yeni yıldan beklentilerimin ve dileklerimin başında bu gezi programını etkilemeyecek bir sağlık sorunu yaşamamak geliyor.

Yeni yılın ortalarında ülkemizde bir genel seçim yapılacak. Bu seçimin startı siyasi partilerce verilmiş durumda. Siyasi partilerin açılımları-saçılımları, tartışmaları, süren siyasi davalar bu seçimin zeminini iyice kayganlaştıracaktır. Bu kaygan zeminde hangi siyasi parti, hangi lider ayakta kalır, kim düşer hiç belli olmaz. Bu arada ABD destekli cemaat ile AB destekli terörün bu ülkenin geleceği için neler planladıklarını bilmek oldukça zor. Bu ıslak zeminde ortalıkta dolaşan ileri demokrasi-sivil faşizm, ümmet-ayrı millet, birlik-ayrılık kavramlarının bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Hele solcuların temelden ayrışma tartışmalarının ise hiçbir anlamı yok… Umarım birbirlerine sadece yumurta atmaya devam ederler. Birbirlerine kurşun sıkmaya kalkarlarsa vay bu ülkenin haline o zaman.

Yazılı ve görsel yandaş medyanın yalakalığın sınırlarını zorlayan davranışları ise benim sadece sinirlerimi bozup tansiyonumu yükseltmekle kalmıyor midemi de bulandırıyor. Onun için yeni yılda sağlığım için daha az gazete okumak, mümkünse hiç televizyon seyretmemek kararındayım. Bunların yerine daha çok kitap okumak, daha çok müzik dinlemek ve daha çok fotoğraf çekmek istiyorum.

Yeni yıldan beklentilerimi, umutlarımı kısaca yazdım. Bu düşüncelerimle, umutlarınızın gerçekleştiği bir yıl olması, size anılar dolabınızda keyifle saklayacağınız anılar bırakması dileğiyle bu yazımı okuyan dost okurlarımın yeni yıllarını kutluyorum.