19 Aralık 2010 Pazar

CHP KURULTAYI VE KORKU

Bugün 19 Aralık 10’ Pazar… Gazetelerden dün yapılan CHP Kurultayı ile ilgili haberleri ve yorumları okuyorum. Kurultay görüntülerinin çok azını da tv haberlerinin özetlerinden izlemiştim.

Gazeteler 80 kişilik CHP Parti Meclisi (PM) nin oluşumundan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından, 41 seçim vaadinden, konuşmasında “Kürt” kelimesini telaffuz etmemesinden, kıyafetine kadar çok çeşitli konularda yorumlar yapıyorlar. Salondaki düzenden, coşkudan, salona asılan pankartlardan, herkes ayağa kalkarken sadece eski genel başkan Deniz Baykal’ın ayağa kalkmamasından ve oy bile kullanmadan salondan ayrılışından söz edenler de var.

Herkesin yorumu, değerlendirmesi kendine… Elbette herkes farklı yorumlarda bulunacak. Bundan doğal ne var. Ben de kendi yorumumu yapacağım. Elbette bir çok arkadaşım katılır veya katılmaz.

Açıkça ifade etmeliyim ki ben CHP’li değilim. Baykal liderliğindeki bir CHP’ye oy vermedim, vermeyi de düşünmedim. Deniz Baykal’ın son 30 yılda CHP’ye de, CHP dışındaki sol muhalefete de, bu ülkeye de yarardan çok zarar getirdiğini düşünenlerdenim. Deniz Baykal skandal bir olay ve kasetle siyaset dünyasından çekilirken son kısa istifa konuşmasında da son kötülüğünü yapmıştır. Nedir o son kötülük ? ABD himayesinde yaşayıp Türkiye’de bir din devleti kurmak için her türlü çabayı harcayan Fethullah Gülen’e selam göndermesidir ! Baykal’ın uçkuru beni ilgilendirmez ama bu selamı ilgilendirir…

Ben dünkü CHP kurultayında Baykal’ın bu partiden ayrılmış olmasına sınırlı olarak sevindim… Ancak Baykal’ın bu gidişinin kesin olduğuna inanamıyorum. Çünkü CHP içinde halen çok sayıda Baykalcı ve Gülenci insan var. Bunların ileride CHP’nin başına ne çoraplar öreceği bilinemez…

Kemal Kılıçdaraoğlu, deyimi mazur görün ama biraz saf, iyi niyetli, dürüst bir lider imajı çiziyor. Ama sadece onun iyi niyetli ve dürüst olması yetmiyor ki… Partisi içindeki Baykalcı ve Gülenciler olduğu kadar Kılıçdaraoğlu’na yalakalık yaparak yakın çevresinde olmak ve iktidar nimetlerinden yararlanmak için sabırsızlıkla bekleyen, her türlü yolsuzluğu yapmaya da hazır bir sürü insan var. Bir de son 10 yılda Bülent Ecevit’i, İsmail Cem’i ve Deniz Baykal’ı kandırarak CHP’nin iktidarını önleyen ve 02’de AKP’nin iktidara gelmesini sağladıktan, yani görevini tamamladıktan sonra ABD’ye dönen şimdilerde “kurtarıcı kahraman” gibi yurda dönmeye hazırlanan Kemal Derviş faktörü var. Yani Kılıçdaroğlu’nu kuşatıp yanlış yapmaya zorlayacak parti içinde Baykalcı, Gülenci ve Dervişçi unsurlar fırsat kolluyor. Umarım Kemal Kılıçdaroğlu bu tehlikelerin farkındadır.

11’ seçimlerine şunun şurasında 6 ay kaldı. Gelişmeleri hep birlikte izleyeceğiz. Eğer Kılıçdaroğlu yukarıda belirttiğim 3 ismin etkisinden kurtulur, halkın beklentilerine uygun bir program ve listeyle seçimlere girebilirse artık Baykal faktörü de olmadığına göre ben de AKP’den kurtulmak adına gelecek seçimlerde CHP’ye oy vermeyi düşünebilirim…

Her gün yaptığım gibi gazeteleri izlerken AKP’nin yandaş medyası, yalaka basınını da -sinirlenmek ve tansiyonumun yükselmesi bahasına- izliyorum. Bu yandaş medya içinde eski dinci gazeteler Yeni Asya, Milli Gazete, Yeni Akit de var. Fethullah Gülen’in yayın organları Zaman, Taraf gibi gazetelerle AKP beslemesi Sabah, Yeni Şafak, Star, Bugün gibi gazeteler de var. 12 Eylül referandumu ile geçilen ileri demokrasi adına öğrencilere, işçilere uygulanan şiddeti hoş gören, türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen, tanımayan, AKP iktidarını da, Ergenekon davasını da yönlendiren bu gazeteler de öyle bir kin ve öyle bir korku var ki anlatılmaz…

O korkunun adı “çağdaşlıktan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden ve Türkan Saylan’dan korku” dur. Bu korkakların Çağdaş Yaşamı Destekleme Deneği’ne ve Türkan Saylan’a duydukları kinin haberlerini önce bu gazetelerde sonra Ergenekon davası iddianamelerinde ve Başbakanın söylemlerinde bulmak mümkün. Eğer bu korku ve kin olmasa şu aşağıdaki uydurma haberler gibi haberlerin yapılması mümkün mü ?



Zaman Gazetesi'nin haberi kurultay haberinin tam altına konularak Fethullah Gülen'in CHP'nin başında Kılıçdaroğlu yerine Baykal'ı görmek istediği açıkça belirtilmiş. Onlar tercihini yapmışlar...

Benim de Kılıçdaroğlu’ndan beklentim artık bir tercih yapmasıdır ! Bize Fethullah Gülen’in özlediği bir toplum mu yoksa Türkan Saylan’ın özlemini çektiği bir toplum mu vaad ediyor ? Bilelim de ona göre hareket edelim. Kemal Kılıçdaroğlu’nun işi zor. ABD’ye, ABD’den Türkiye’ye kahraman gibi dönmeye hazırlananlara dikkat etmelidir. Çünkü partisinin içinde bu iki sahte kahramana da yakın isimler var… Bu da benim özgür düşüncem ve yurttaş olarak kendimce haklı bir sorum ve sorunum.

10 Aralık 2010 Cuma

GÜNDEMDEN KISA KISA NOTLAR

Bugün 10 Aralık “Dünya İnsan Hakları Günü “… Bizim ülkemizde de siyasiler nutuk atıyor, dernekler açıklamalar yapıyor, mesajlar veriliyor. Akşam tv haberlerinde bu nutukların bir kısmını izleriz. Yani usulüne uygun kutlanıyor bu evrensel gün de…

Bu konu ile ilgili çok sayıda köşe yazısı da var. Ama ben bir tanesinden çok kısa bir alıntı yapıp bu konuyu geçeceğim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) nde uzun yıllar yargıçlık yapan Rıza Türmen bugün Milliyet’teki “ İnsan hakları gününde Türkiye’den manzaralar” başlıklı yazısında şöyle diyor :

“ Bireylerin düşüncelerini serbestçe ifade etmeleri, serbestçe toplantı yapmaları, insanı özgürleştiren etkinliklerin başında gelir. Siyasal iktidar, kendisini protesto etmek isteyen öğrencileri kaba kuvvetle susturuyorsa, üstlerine biber gazı sıkıp copla dövüyorsa, kente girmelerini bile yasaklıyorsa, o ülkede insan hakları ve demokrasi açısından çok ciddi bir sorun var demektir. Gazetelerde yayımlanan polisin ayakları altındaki kız öğrencinin resmi gerçekte Türkiye’deki insan haklarının resmi. Bir ülkede demokrasi ve insan haklarının sınırları siyasal iktidarı eleştirmekten geçiyorsa, hak ve özgürlükler sadece iktidarı destekleyenler için geçerli ise, bu rejimin adı otoriter demokrasidir. İktidarın seçimle iş başına gelmesi bunu değiştirmez. “

Blogumuza yazı yazalım dedik ama yazacak o kadar çok konu var ki hangisinden başlayıp hangisini erteleyeceksin. Seçim yapmak gerçekten zor.

Son haftalarda bütün dünyada yankı bulan “ Wikileaks “ belgelerinin siyasiler ve medya tarafından değerlendirilmesi, gündeme getirilmesi bizim Başbakanı niye bu kadar telaşlandırdı ve öfkelendirdi ki… Ya Wikileaks internet sitesinin kurucu ve yöneticilerinden Julian Assange’ın Londra’da tutuklanmasının nedeni bu belgelerin başta ABD olmak üzere ve tüm dünyada yarattığı panik mi yoksa Julian Assange’ın yırtık prezervatifle seks yapması mı ? Vallahi bu belgeler de bu belgeleri yayınlayanların başına gelenler de izlenmeye değer…

İzlenmeye değer bir başka konu da ; Ülkemizde son günlerde öğrencilerin yumurtalı eylemlerinin yankıları, siyasilerin korkuları ve tepkileri, medyanın ve mizah dergilerinin yazıp çizdikleridir. Hele yandaş medyanın tavrı gerçekten ilginç… 12 Eylül referandumunda verilen “evet” oyları ile ileri demokrasiye geçen ülkemizde öğrencilerin bu eylemlerini ileri demokrasiyi hazmedemeyenlerin işi olarak değerlendirenlerden bu öğrencileri “ergenekonun maşası” olarak suçlayanlara kadar neler var neler. İleri demokrasi adına öğrencileri sokakta dövülen, biber gazı ile püskürtülen, tekmelenen öğrencilerin okudukları üniversitelerin rektörleri nerede ve ne yapıyorlar dersiniz ?

Yargının Adalet Bakanlığı’na, Ordunun Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasından çok önce bütün üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığı’na değil Başbakanlığa bağlanmıştı. Öğrenciler dışarıda Fethullahçı eğitimden geçmiş polisler tarafından “orantısız güç kullanılarak” acımasızca dövülürken rektörler Dolmabahçe’de Başbakanı dinliyorlardı uslu uslu, kuzu kuzu… Hiçbir rektörden üniversitelerini ve öğrencilerini savunacak tek satırlık bir açıklama gelmemesi bu kurumların siyasi iktidar tarafından nasıl susturulduğunun kanıtı değil mi ? Konuşan, üniversitesini, öğrencisini savunan rektörün son durağı Silivri olduğunu şimdiki rektörler çok iyi biliyor.

Dolmabahçe’de uslu uslu Başbakanı dinleyen ve konuşamayan bu rektörlere bir öğretim üyesinin iki sorusu var. Onu da burada alıntılayıp bu konuyu da geçelim.

Bakın Ondokuz Mayıs Üniversitesi öğretim üyesi ve Samsun Akademik Elemanlar Derneği Başkanı Profesör Süleyman Çelik rektörlere nasıl sesleniyor :

“Sayın Rektörler,

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara’dır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı resmi işlerini Ankara’dan yürütür. Üniversite rektörleriyle toplantı yapacağı zaman, bilime saygı gereği, onları ayağına çağırmaz. Toplantı ya Ankara’daki üniversitelerden birinde (tercihen en eskisinde), ya da YÖK’te yapılır, Sayın Başbakan oraya teşrif buyurur. Sayın rektörler, sizin İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda ne işiniz var? Sizler Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversitelerinin rektörleri misiniz, Osmanlı’nın medreselerinin eminleri mi?

2. Dışarıda öğrencileriniz, yani Türk halkının size emanet ettiği çocukları cop, tekme, gaz bombası vd. yöntemlerle öldüresiye dövülür, dahası cinsel tacize maruz kalırken, sizler içeride bu olayların baş sorumlusuyla birlikte olmaktan hicap duymadınız mı?

Ben sizlerden hicap duydum ve sizleri kınıyorum...”


Türkiye’de yaşayan herkesin yakından izlemesi gereken bir konu daha var. O da İmralı’daki PKK’nın lideri Abdullah Öcalan ile ABD’deki cemaatin şeyhi Fethullah Gülen arasındaki ittifak olayıdır. Bu ikisi Türkiye’nin dinamik güçleri imiş Türkiye’nin sorunların ancak bunlar çözermiş…

Ben kendi adıma bu gelişmeyi ilgiyle izlerken bir şeyi de çok merak ediyorum. Bir eski dostumun (!?) son yazısının ilk cümlesinde sözünü ettiği Cumhuriyetin şekillenme sürecinin yeni koordinatlarından kastettiği acaba bu kutsal ittifak mı ?

“ Türkiye siyaseti, 12 Eylül referandumu ile fiilen sona eren Cumhuriyetin kuruluş döneminin “paradigması”nı da geride bırakmış olarak, yeni koordinatlar bazında şekillenme sürecine girmiş bulunuyor.”

Türkiye’de ve dünyada olup biteni izlerken şu yazdığım son cümleyi iyice bir okuyun ve üzerine de biraz düşünün isterseniz.

Havalar soğudu. Kendinize dikkat edin. Hızla değişen olayları ve gündemi izlerken aklınızı da koruyun ! İyi hafta sonları.

7 Aralık 2010 Salı

YAZI YAZMAK VE KORKU ÜSTÜNE

3 Aralık 10’ tarihli “YENİDEN MERHABA!” başlıklı yazımda bloguma 14 aydır yazı yazmadığımı belirterek bu durumun sadece son nedenlerinden birini açıklamıştım.

Bloguma yazı yazmadığım süre içinde beni özellikle “ yazmalısın ! ” diye cesaretlendirmeye çalışan blogumun devamlı takipçileri okurum-dostlarım oldu. Yazı yazmama nedenimi onlara sözlü olarak açıkladığım gibi burada kısaca tekrarlayayım.

Bir kere yazı yazarsam bu yazıların çoğunlukla konusu siyaset olmak zorunda. Ancak son yıllarda ülkemizde siyasi partiler düzeyinde yapılan gündelik siyasetin söylem düzeyi ve şekli açık söyleyeyim benim midemi bulandırıyor.

Sahtekarlıkta, vurgunda, talanda, yalanda sınır tanımayan, bu ülkenin tarihi ve doğal değerlerini tahrip etmeyi “iş yapıyorum” diye bize yutturmaya çalışan, tek siyaset malzemesi halkın dini inançları olan ve türban özgürlüğünden başka özgürlük nedir bilmeyen, tanımayan AKP iktidarının nesini yazacaksın ki ?

Ya sözde ulusalcı olan ama bu ülkenin tarihi ve doğal değerleri yok edilirken suskun kalan, bırakın ulusal işçi örgütü sendikalarla ilişki kurmayı, hiçbir sivil toplum örgütü ile ilişkisi olmayan, siyaseti Başbakanın düzeysiz polemiklerine yanıt vermek olarak anlayan, dünyanın siyasi, ekonomik ve çevre sorunlarından bihaber CHP’nin nesini yazacaksın ki ?

Siyasette varoluş sebebi olarak güneydoğudaki kirli iç savaşı gören Türk milliyetçisi MHP’nin ve Kürt milliyetçisi BDP’nin nesini yazacaksın ki ?

Ya tüm bu olumsuzluklara karşı “sol muhalefet” oluşturması beklenen ancak dünyadan bihaber sadece küçük dükkanlarını bekleyen sözde sol partilerin nesini yazacaksın ki ?

Medya dersen bir başka alem… Üzerine kitaplar yazsan yetmez.

Ya ülkede zerresi kalmayan hukukun, adaletin, yargının nesini yazacaksın ki ?

İşte bu nedenlerle uzun zamandır yazı yazmak için hiçbir hevesim ve arzum yok…

Bu durumda olan tek bir ben değilim…

Benim gibi düşünen yazı yazmak, konuşmak istemeyen ister bezgin, ister kızgın, ister kırgın ya da liberal-demokrat Ahmet Altan gibi “korkak” deyin binlerce “yazar (!)” var.

Bu kadar korkağın sustuğu yerde kendini “yazar” sanan eski sosyalist Çetin Altan’ın oğlu Fethullah Gülen müridi Ahmet Altan 13 Kasım 10’ tarihli Taraf gazetesinde bizleri Başbakandan korkmakla suçluyordu…

http://www.taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-korku-2.htm

Bu ünlü sosyalistin oğlu Ahmet Altan’a yine ünlü bir sosyalistin oğlu olan Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin’in ertesi gün blogunda yazdığı yanıtın bir paragrafını sizinle paylaşacağım. Ahmet Nesin’de uzunca bir süredir benim gibi blogunda yazı yazmıyordu…

Ahmet Altan’a yanıt veren Ahmet Nesin’in “korkularını” da yazısının bir paragrafını da paylaşıyorum.

“ Ben başbakandan korkmuyorum, onun savunduklarından korkuyorum, dinin siyasete bu kadar alet edilmesinden, İmam Hatip Liseleri’nde erkek öğrenciden fazla kız öğrenci olmasından, bunun yıllar önce planlanmış bir çalışma olduğunu bilmekten, ana okullarına dini masallar gönderilmesinden, ilerde devlet görevlerine bunların gelmesinden, hatta bigün prostattan acil servise kaldırılırsam ve nöbetçi türbanlı doktora düşmekten, siyasi bir davadan dolayı türbanlı bir hakime düşmekten, ilkokullarda türbanlı kızların okumaya başlamasından, “Çalışan kadın kocasını aldatır.” diyen ve hâlâ görevine devam eden imamdan, meyhane sınırları çizmeye çalışan belediye başkanlarından, “Şarap yerine üzüm yiyin!” diye bana karışan, türban konusunda fetva isteyen başbakandan korkuyorum.”

http://ahmetnesin.wordpress.com/2010/11/14/basbakandan-degil-ama-senin-gibilerden-korkuyorum-ahmet-altan/

3 Aralık 2010 Cuma

YENİDEN MERHABA !

5 Ekim 09 tarihli “ NAMESTE (*) HİNDİSTAN ! “ başlıklı yazımın üzerinden 14 ay geçmiş… Bu süre içinde bloguma yazı yazmamışım. Sadece önemli tarihlerde kopyala-yapıştır yöntemiyle bana ait olmayan bazı yazıları paylaşmışım. Bu arada yurt dışında üç ayrı kıtada yaptığım gezilerden ve yurtiçi gezilerimden kalan fotoğraflarımı paylaşmışım. Son iki ayda ise her ay değiştirdiğim blogumun logosunu bile değiştirmediğim gibi fotoğraf paylaşımına da ara vermişim. Bu durumun bir sebebini blog logomun altında bulunan kısa yazıda açıkladım…

24 Eylül 10’da son yıllarda çok şey paylaştığım 35 yıllık can dostum Emin Tanrıyar’ı kaybettim. Sevgili Dostum Emin’in kaybına bir türlü alışamadım… Son yıllarda yakın çevremden öylesine dostlar kaybettim ki… Hepsi benden birer parça alıp gittiler sanki. Bülent Güler, Yücel Özel, Kazım Kaleağası ve Emin Tanrıyar… Ben bu dünyada sizlerin yerini dolduracak yeni dostlar edinemedim. Umarım siz gittiğiniz o bilinmezler ülkesinde şarabınızı, rakınızı paylaşacak yeni dostlar bulmuşsunuzdur…

Evet klişe bir söz ama tekrarlamaktan başka çare yok… “ Yaşam devam ediyor ! “ Ya da Galileo Galilei’den beri Nilüfer’in şarkısına kadar söylendiği gibi “ Dünya Dönüyor ! ” Gidenler geri gelmediğine göre ben de onlarla buluşacağım son güne kadar yaşamaya devam edeceğim. Durmadan dönen dünyanın üzerinde yeni yerler görmek, yeni fotoğraflar çekmek için seyahat etmeye devam edeceğim. Ki o eski dostlarla buluşunca onlara anlatacak farklı yerleri, insanları, tarihleri, coğrafyaları görmüş olayım. Arada içtiğim rakımı, şarabımı da sanki onlarla birlikteymiş gibi kadehimi kaldırarak paylaşacağım.

Bloguma bunca ara verdiğim için blogumun takipçisi hem eski dostlarımdan hem de yeni dostlarımdan özür dilerim. Daha sık görüşmek üzere herkese “ YENİDEN MERHABA !

5 Mayıs 2010 Çarşamba


*
MARE NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

CAN YÜCEL
*

*
Son Mektuplar :

«Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin, dersem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum.

İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan, çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum... Ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de, tereddüde düşmiyeceğimden şüphen olmasın.

Oğlun, ölüm karşısında âciz ve çâresiz kalmış değildir. O, bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlıyacağını tahmin ediyorum... Sadece senin değil, Türkiye'de yaşıyan Kürt ve Türk halklarının da anlıyacağına inanıyorum.

Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca, Savcı'ya da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için, cenazemi İstanbul'a götürmeğe kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor.

Kitaplarımı, küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun, bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da, bir yerde insanlığa hizmettir.

Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir. Seni, Annemi ve Ağabeyimi ve Kardeşimi, devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.»

Oğlun
Deniz Gezmiş

Merkez Cezaevi —Ankara.
5 Mayıs 1972



«Sevgili Babacığım,

3/5/1972 ANKARA

Bu mektubu aldığın zaman, ben ebediyyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malûm.. Bu son olayı da, metanetle karşılamanızı, sadece diliyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da, Annemin ve Yücel'in, senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için, ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun, bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat, siz, benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben, bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de, bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, Annemin ve Yücel'in senin desteğine muhtaç olduğunu, yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için, bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilâve edeyim ki, Yücel'in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için herşeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da, kuşkum yok.
Ablamlar için söyliyeceğim: Fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra, normal hayatlarını devam ettirsinler.

Mehtap'a ne diyeyim? Benim için her zaman, bol bol öpün.

Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan, çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda, bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmıyacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken, Sizi, Annemi, Yücel'i, Ablamı, Aziz Ağabeyi, Mehtap'ı hasretle kucaklarım, Babacığım..

Sağlıkla kalın...
Hoşça kalın...

Yusuf Arslan

Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki, vermiyebilirler...»

Bütün Akrabalara,

Bu mektubumu okudugunuz zaman artık aranızda olmayacagım.Mektubumu Senatonun idamlarımızı tastik ettigini ögrendigim anda yazıyorum.Şundan emin olmalısınız ki, bugüne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır.Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır. Ben halkımın kurtuluşu , Türkiye'nin tam bagımsızlıgı için savastım.Sizler beni tanıyorsunuz.Bir yıldan beri bu bir avuç sömürücüler,vatan satıcıları,işbirlikçiler ellindeki bütün imkanlarla bizi dışardan yardım gören, beyinleri yıkanmış,vatan haini,dışardan emir alan,bölücü ,diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar.Bu bir avuç azınlıga göre vatanseverlik : vatan satmak, yabancılarla işbirligi yapmak, NATO'yu ve Amerika'yı savunmak ,6. filoyu agırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş ekimini elinden almak,işçinin grev hakkını engellemek,Amerika'ya ve emperyalizme hizmet etmektir. Biz bunlara karşı çıktık.bunun için biz vatan haini, onlar yurtsever oldular. Bizi bu mücadeleden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan ve yine adil kurumları eli ile asacak olanlar bilmelidirlerki . biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bagımsızlık mücadelesi ugruna şerefimizle bir defa ölecegiz.Bizi asanlar şerefsizlikleri ile hergün ölecekler..

Son sözüm;yaşasın isçiler,köylüler ! Yasaşın devrimciler ! Yasaşın halkımın kurtuluşu ve bagımsızlıgı için savaşanlar ! Yaşasın tam demokratik Türkiyenin kurulmasından yana olanlar ! Kahrosun emperyalizim! kahrosun faşist koalisyon.

T. Yusuf Aslan



«Babama, Anneme, Kardeşlerime ve Yakın Akrabalarıma,

Söyliyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın, sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı, erken karşıma çıktı...

Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride, durumumu daha iyi anlıyacağmız inancındayım.

Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.

Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selâmlar, sevgiler.

Yapılacak çok şey var. Fakat, hem mümkün değil, hem de sırası değil.

Candan selâmlar...

Hüseyin İnan



Son Sözler:

Deniz bize döndü."Cezaevinde bizi, yangından mal kaçırır gibi kaptılar, havalandırarak getirdiler. Ayakkabılarımızın bağlarını bile bağlamamıza fırsat vermediler. Postallarımın bağlarını bağlasınlar; asıldığımda ayağımdan düşmelerini istemem." dedi. Deniz gardiyanların yardımıyla masaya çıktı. Bir gardiyan ilmiği açtı, genişletti, başından geçirip taktı Deniz'in boğazına. İşte o an Deniz son sözlerini söyledi: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm!

Deniz'in asılması sırasında Yusuf'u alıp oraya getirmişler. Bize dönerek "Duydum Deniz'in sesini." dedi. Darağacı hazırlanmış, tazelenmişti. Yusuf masaya oradan da tabureye çıktı. Geçirdiler ilmiği boynuna. Yusuf da gür, yürekli bir sesle son sözlerini söyledi, taburenin üzerinde: "Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum! Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz! Biz halkımızın hizmetindeyiz! Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz! Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun Faşizm!

Bu arada Hüseyin'i getirdiler. Bildiğimiz Hüseyin'di. Her zamanki Hüseyin. Sigara içip içmeyeceğini sorduk. "İçmeyim." dedi. Bize döndü. "Söyleyin babama." dedi; ayağındaki lastik ayakkabıları gösterdi, "Babam, yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görüp, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülmesin. Askeri Cezaevinde, ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun." dedi. Durdu. "Sehpaya çık." diye bağırdı savcı. Hüseyin savcıya döndü masanın üzerinde, "Sabırlı ol, çıkacağım." dedi. Ve tabureye çıkmadan, masanın üzerinde, yürekli bir sesle bağıra bağıra son sözlerini söyledi: "Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım! Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım! Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum! Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun Faşizm!

21 Mart 2010 Pazar


*

21 Mart Dünya Ormancılık Günü ve Orman Haftası
Orman Hayattır !..


TEMA Vakfı, 21 Mart Dünya Ormancılık Günü ve Haftası’nda ormanlarımızın ve tüm doğal varlıklarımızın hiç olmadığı kadar büyük tehdit altında olduğuna dikkat çekiyor. Vakıf halkımızı her türlü tehdide karşı doğal ormanlarımızı korumaya ve bununla beraber ağaçlandırma çalışmalarına destek vermeye davet ediyor.

Ormanlarımız ve tüm doğal varlıklarımız hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı.İnsanoğlu kişisel çıkarları uğruna ev yapmak, fabrika inşa etmek, yol yapmak, tarla açmak, maden çıkarmak, kimi zaman sadece yok etmek için acımasızca ormanları kesiyor, yakıyor, işgal ediyor. Oysa yan yana duran ağaç topluluklarından çok daha fazlasıdır orman. Hayvanların ve bitkilerin yuvası aynı zamanda da sağladığı oksijenle, insanoğlunun hayat kaynağıdır. Tüm bunların yanında, toprağı; yani “yaşam”ı, en büyük tehdit olan erozyondan koruyan, su varlığımızı zenginleştiren yeşil bir örtüdür orman.

Ormanların faydaları saymakla bitmez. Sellerin ve taşkınların oluşmasını önler, yer altı sularının birikmesine yardım eder, iklim üzerinde olumlu etkiler yapar, havayı temizler, gürültüyü azaltır. Yapacak ve yakacak hammadde kaynağıdır. Ekolojik olarak çok hassas bir konumda bulunan ormanlarımız iklim ve toprak yapısındaki çeşitlilikten kaynaklanan ender bir biyolojik zenginliktir.

İnsan Eliyle Yapılan Ağaçlandırmalar, Doğal Ormanların Yerini Tutamaz !

Avrupa Birliği’nin ormanlarının % 1’i doğal orman iken, ülkemizde bulunan ormanların % 93’ü doğal yapıdadır. Doğal ormanlarda yüzlerce tür ağaç, bitki, hayvan bir arada uyum içinde yaşayan bir ekosistemi oluşturur. Ve insan eliyle oluşturulan hiçbir ağaçlandırma, asla doğal olanın yerini tutamaz. Bu bilgiler ışığında ülkemizde son yıllarda sivil toplum kuruluşlarının öncülüğünde başta ormanlarımız olmak üzere doğal varlıkların korunmasına ilişkin bilinç ve duyarlılığın artması son derece ümit vericidir.

Kişisel çıkarlar uğruna tahrip ettiğimiz ormanlar Dünyamıza ve üzerindeki tüm canlılara hayat veriyor. TEMA Vakfı 21 Mart Dünya Ormancılık Günü ve Orman Haftası’nda bir kez daha büyük tehdit altındaki ormanların ve yeşil örtünün topraklarımızı erozyondan korumak için ne kadar önemli olduğunu altını çiziyor ve halkımızı “dikili bir ağaca” sahip olmaya davet ediyor. 3464’e boş SMS atarak 5 TL karşılığında, bir fidanı toprakla buluşturabilir ve Türkiye genelindeki 370.000 aşkın TEMA Gönüllüsü’nün Türkiye’nin çöl olma riskine karşı verdiği 18 yıllık mücadelenin haklı gururunu paylaşabilirsiniz.


Doğal ormanlarımızı koruyalım, ağaçlandırma çalışmalarına destek vererek orman varlığımızı arttıralım.

http://www.tema.org.tr

18 Mart 2010 Perşembe

1915 ÇANAKKALE’DEN 1923 İSTANBUL’A…

TARİHTE KISA BİR YOLCULUK…

8 YILDA NELER OLDU ?


*


**


***


BUGÜNÜ ANLAMAK, YARINI KURMAK İÇİN DÜNÜ BİLMEK ZORUNDAYIZ...

16 Mart 2010 Salı



*


BU KATLİAMDAN ŞANS ESERİ KURTULMUŞ BİR HUKUKÇU OLARAK, KATLİAMDA YAŞAMINI YİTİREN ARKADAŞLARIMI SAYGI İLE ANIYORUM.BU KATLİAMIN KATİLLERİNİ TANIYORUZ. BU DAVAYI ZAMAN AŞIMI BAHANESİYLE UNUTTURMAYA ÇALIŞANLARA İNAT ADALET İSTİYORUZ !

13 Mart 2010 Cumartesi




ÇİZGİ USTASI TURHAN SELÇUK’U KAYBETTİK !
ABDÜLCANBAZ ÖKSÜZ KALDI.

Turhan Selçuk (d. 1922, Milas, Muğla - ö. 11 Mart 2010, İstanbul), Türk karikatürist.
Türk mizahının önde gelen isimlerinden olup Türkiye'de mizaha yön vermiş karikatüristlerden biridir. Türkiye'de Semih Balcıoğlu ve Ferit Öngören ile beraber Karikatürcüler Derneği'nin kurucularındandır.[1] İlk olarak Akbaba'da çalışmaya başlayan sanatçı, ondan sonra Aydede, Yön, Devrim Örneği gibi dergilerde ve Milliyet, Akşam gibi günlük gazetelerde çalıştı.
Özellikle Abdülcanbaz tiplemesi ile tanınan sanatçının bu karakteri tiyatro ve sinemada da canlandırıldı. Ayrıca Abdülcanbaz 1991 yılında PTT tarafından bir posta pulu üzerinde resmedildi. Türkiye ve Avrupa'da bir çok müzede karikatürleri sergilenen sanatçı en son Cumhuriyet gazetesinde çizmekteydi. Gazeteci-yazar İlhan Selçuk'un kardeşi olan Turhan Selçuk'un yaptığı "İnsan Hakları" konulu karikatür sergisi Avrupa Konseyi'nin önerisiyle ilk kez Strazburg’da açıldı ve dünyanın birçok ülkesinde sergilendi. Çizer Turhan Selçuk, Acıbadem Maslak Hastanesi'nde karın içindeki aort damarının yırtılması nedeniyle ameliyat oldu. Bu ameliyat sonrasında yoğun bakıma kaldırılan Selçuk, 11 Mart 2010 tarihinde İstanbul'da yaşamını yitirdi.

http://tr.wikipedia.org/
*

*


*

*

*

*

*

*


*

28 Şubat 2010 Pazar

PİRAMİTLER, NİL NEHRİ VE PAPİRÜS...KAHİRE.

SİNA ÇÖLÜ, KIZILDENİZ, MERCANLAR VE RENKLİ BALIKLAR... ŞARM EL ŞEYH.

MISIR'DAN DÖNDÜM.

*

*
Bu geziden ilk 15 fotoğrafı yükledim.

11 Şubat 2010 Perşembe

YENİ YILIN İLK GEZİSİ :
PİRAMİTLER VE KIZILDENİZ !




BU GEZİNİN FOTOĞRAFLARI MART AYINDA
BURADA...

22 Ocak 2010 Cuma


*
Sesleniş

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’ den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi…

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

Cumhuriyet 25.8.1975

18 Ocak 2010 Pazartesi




BLOGUMUN ARŞİVİNDE HRANT DİNK İÇİN 07,08 VE 09 YILLARINDA YAZDIĞIM YAZILAR VE FOTOĞRAFLAR MEVCUTTUR. BU YIL O'NUN İÇİN YAZI YAZMADIM. O'NUN SON YAZISI'NI SİZİNLE PAYLAŞIYORUM...

*****
HRANT DİNK'İN SON YAZISI


Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım.

2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim.

Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.

Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı.

Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

"Türk Devleti adına"

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu.

Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen.

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.

Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.

Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler.

Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?"

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...

İşte size bedel... İşte size bedel...

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...

O noktada hep çaresiz kaldım.

"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

19 OCAK 2007 - AGOS