24 Kasım 2009 Salı

DÖNDÜM !..



40 YILLIK HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİRDİM...

"HİNDİSTAN'IN KAPISI" MUMBAİ'DE BAŞLAYAN BU İLK HİNDİSTAN YOLCULUĞUM 40 GÜN SONRA YİNE MUMBAİ'DE SONA ERDİ. "HİNDİSTAN'IN ANAHTARI" GOA'DA ÇOK RENKLİ BİR AY GEÇİRDİM.

TÜM DOSTLARIMA YENİDEN MERHABA !

HİNDİSTAN ANILARIMI VE FOTOĞRAFLARIMI SİZLERLE BURADA PAYLAŞMAKTAN MUTLU OLACAĞIM.
SİZLERE HİNDİSTAN'DAN ANILARIMIN VE FOTOĞRAFLARIMIN DIŞINDA "SEVGİ VE HOŞGÖRÜ" GETİRDİM.

ŞİMDİDEN GELECEK YILIN HİNDİSTAN PROGRAMLARINI YAPMAYA BAŞLADIM BİLE...

GELECEK YILIN PROGRAMINDA KUZEY HİNDİSTAN VE NEPAL VAR. SONRASINDA İSE YİNE GOA. GOA'DAN SONRA DA KERALA VE SRİ LANKA VAR.

TÜM DOSTLARIMA SAĞLIK VE MUTLULUK DOLU NİCE BAYRAMLAR DİLERİM.

HÜSEYİN AY

24 Ekim 2009 Cumartesi

HİNDİSTAN'DAN MERHABA !!


M.Gandhi'nin ülkesi Hindistan'dan Merhaba !
16 Ekim 09 Cuma günü geldiğim Mumbai'de çektiğim ilk fotoğraf M.Gandhi'nin bu anıtı oldu.
2 gün Mumbai'de kaldıktan sonra 18 Ekim'de Goa'ya geldim. Bir haftadır kuzey Goa'da Candolime Beach'teyim. Pazartesi güney Goa'ya Palolem Beach'e geçiyorum. Goa'dan ilk fotoğrafların örnekleri aşağıda.
Tüm dostlara Hindistan'dan, Goa'dan selam,sevgi ve saygılar...

**
24 Ekim 09 tarihinde buraya koyduğum 5 Hindistan fotoğrafını "FOTOĞRAFLARIM" bölümüne aldım. Yeni Hindistan fotoğraflarımdan örnekleri de FOTOĞRAFLARIM bölümünden izleyebilirsiniz.

Goa, Palolem Beach'ten selam,sevgi ve saygılarımla.

5 Ekim 2009 Pazartesi

NAMESTE (*) HİNDİSTAN

NAMESTE* HİNDİSTAN !

Gel, gel benim gölüme suda yıkanacaksan.
Çıldıracaksan eğer, ölümüne atılacaksan, gel, gel benim
gölüme.
Serindir gölüm, derindir de.
Düşsüz uykular kadar karanlıktır.
Gecelerle gündüzler birdir derinliklerinde, şarkılar
sessizliktir.
Gel, gel benim gölüme dalacaksan. “


( Rabindranath TAGORE Çeviren: Ülkü TAMER )

Hindistan’ın Nobel ödüllü ünlü şairi Tagore ’ un bu dizeleri benim kırk yıllık rüyama yani Hindistan’a yolculuğum için bir çağrıdır. Ancak kırk yıl sonra bu çağrıya uyup nihayet Hindistan’a gidiyorum. Bu yolculuk öncesi duygularımı, heyecanımı siz dostlarımla paylaşmak için bu satırları yazıyorum.

Bu yazıyı yazarken bilgisayarımda Hindistan’ın ünlü müzisyeni Ravi Shankar’ın büyülü sitarıyla çaldığı ezgileri dinliyorum.

Hindistan sinemasının babası Satjayit Ray’in 1955 yapımı “Apu Üçlemesi” nin ilk filmi olan Pather Panchali’deki Apu ve Durka’nın zeytin gözlerini yirmi altı yıldır unutamadım.

Hindistan’ın kurucusu, ulusal önderi, pasifist siyasetçi ve düşünce adamı Mahatma Gandhi’nin şu sözleri de benim Hindistan yolculuğumun nedenlerinden biri sayılabilir :

“ Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı. “



Gandhi ve Tagore bir arada.

İşte benim de son günlerde kendime sık sık sorduğum ve dostlarımın bana sorduğu “ Neden Hindistan ? “ sorusunun da yanıtı olacak bu yazının satır başları. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu satır başlarını açmak, kırk yıllık rüyamın başlangıcını anlatmak ve de hazırlıklarını tamamladığım bu yolculuktan beklentilerimi de paylaşmak istiyorum.

Benim bu Hindistan yolculuğu öncesi heyecanıma eşim ve kızım yakın tanıktır. Benim edebiyat yeteneğimin bu heyecanımı anlatmaya yeterli olmadığını bildiğimden bu heyecanı yaşayan bir edebiyatçının yazısından kısa bir alıntı yapmam da yarar var. Bakın Gülten Dayıoğlu Hindistan yolculuğu öncesi heyecanını nasıl anlatıyor :

Çok uzun yıllardır düşlediğim Hindistan ve Nepal gezisi sonunda gerçekleşti. Hindistan tutkusuna öğrencilik yıllarımda kapılmıştım. Bu tutkunun oluşmasında, belleğime biriken Hindistan’la ilgili bilgilerin çok etkisi olmuştur. Başta Büyük İskender olmak üzere, tarihin en ünlü kralları, padişahları, sultanları, firavunları, kumandanları, kâşifleri, gezginleri neden Hindistan yollarına düşmüşlerdi? Amerika kıtası bile Hindistan’a yeni bir yol aranırken bulunmuştu. Canlarını dişlerine takarak Ümit Burnu’nu aşanlar da Hindistan’a ulaşma tutkusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Tarihin babası, Herodot, Büyük İskender’in görkemli ordularıyla Hindistan’a gidişini öyle bir anlatıyordu ki! Orduyla birlikte bilginler, ressamlar, düşünürler de yollara dökülmüş. Makedonya’dan kalkıp, koskoca Asya kıtasını aşıp, Hindistan’a ulaşmak kolay mı? Hele o günkü koşullarda!.. Ama, onlar bu zoru başarmışlardı. Hindistan, ilk çağlardan bu yana insanların düşü, tutkusu, hedefi olmuştu kısacası. Kimileri bu düşü gerçekleştirmiş, kimilerininse kursağında kalmıştı. Ben de insanım. Ayrıca, kırk yıldır kendi kendime Hindistan düşü kurmamın kimseye bir zararı da yok. İşte bu düşüncelerle, bu tutkuyu yıllarca içimde büyüttüm. Bir gün Hindistan’a gidebilsem türküsünü söyleye söyleye, sonunda o gün geldi. “

Sayın Gülten Dayıoğlu’nun “Hindistan tutkusu” na ben de onun gibi öğrencilik yıllarımda kapılmıştım. 60’lı yıllarda “Hippi” olarak adlandırılan Batı’nın “çiçek çocukları” nın Hindistan’a gitmek için Türkiye’den geçişlerini gördüğümde hep kendi kendime sorardım… “ Ne var bu Hindistan’da ? Bunca insan neden Hindistan’a gidiyor ? Acaba bir gün bende Hindistan’a gider miyim ? “

70’li yıllarda Sultanahmet’te o yılların Hindistan yolcularını gördükçe Hindistan merakım giderek arttı. Bu merakım 80’li yılların başında Paris Sinametek’ inin düzenlediği “Hindistan Filmleri Toplu Gösterimi” kapsamında gösterilen 120 filmden yarıdan fazlasını izlemem, bir anlamda Hindistan Sineması’nı tanımamla bu merak tam anlamıyla bir tutkuya dönüştü. Hindistan Sineması diye bildiğimiz olay 60’lı yıllarda yazlık sinemalarda izlediğimiz sadece Raj Kapoor ve “Avare” değildi.

Bizde tanınmayan ama o yıllarda Batı’nın tanıdığı Satjayit Ray isimli bir yönetmen vardı ki insanı tek başına “Hindistan Tutkunu” haline çeviriyordu. Satjayit Ray’in bütün filmlerini gördüm. Satjayit Ray’in “Apu Üçlemesi” nin ilk filmi olan ve 56’da Cannes Film Festivali’nde “En Büyük Ödülü” alan “Pater Panchali” filmi ise muhteşem bir baş yapıttır. Bu filmi izledikten sonra filmin küçük kahramanları Apu ve Durka’yı, anne ve baba ile yaşlı “babaanne” rolündeki oyuncuyu unutmak mümkün mü ? Bu filmi kaç defa izlediğimi anımsamıyorum. Ravi Shankar’ın müziği ile bataklık sahnesi, yağmurda ıslanan Durka’nın hastalanıp ölmesi, annenin açlığa ve yoksulluğa karşı direnişi gibi unutulmaz sahnelerini iyice ezberlemiştim. Bu yazının içine filmin yönetmeni Satjayit Ray’in ve beni etkileyen oyuncuların bulabildiğimi fotoğraflarını koyarak siz dostlarımla da paylaşmak istiyorum.



Pather Panchali filminden...

Hindistan Sineması’nı tanımamla ben de meraktan tutkuya dönüşen Hindistan üzerine bu kez okumaya başladım. Hindistan’ı daha önce gezen gezginlerin anılarını ve izlenimlerini de okudum.

Okudukça öğrendim ki Hindistan sadece Asya’da bir ülke değil bir “Kıta-Ülke”. Nüfus yönünden Bir Milyar Üçyüz Milyon nüfusu ile dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi. Nüfusu İki Milyonun üstünde yirmiden fazla şehri olan Hindistan’ın en kalabalık şehirleri ise Mumbai ( Eski adı Bombay), Yeni Delhi (Başkent) ve Kolkata ( Kalküta) dır.

Kıta-ülke Hindistan için o kadar çok yazılacak bilgi var ki… Özetlemek gerçekten zor. Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden ama yoksulluğun en yoğun yaşandığı ülke olmasına mı değinmeli. Tekstil sektöründeki öncülüğünden mi yoksa bilgisayar yazılımları ve bilimsel araştırmalardaki başarılarına mı değinmeli. En eski çağlardan beri ticaret yollarının son noktası Hindistan olması, başta Amerika kıtasının keşfi olmak üzere dünyada keşiflerin hedefinde de gizemli Hindistan’ın olması sadece tesadüflerle açıklanabilir mi ? Ayrıca Timur Han’dan Babür Şah’tan, Büyük İskender’e kadar fatihlerin; başta İngiliz ve Portekiz sömürgecilerinin hedefi de hep Hindistan’dır. Bu açıdan Hindistan’ın tarihi de oldukça ilginçtir.

Hindistan’ın en ilginç özelliklerinden biri de dinler ve dillerdeki çeşitliliği ile zenginliğidir. Kesin sayı bilinmemekle beraber Hindistan’da 800’den fazla farklı dilin ve bir o kadar farklı dinin olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmeyen ve sadece Hindistan’a özgü bu farklılıklar Hindistan toplumunun kültürel yönden de ne kadar zengin ve hoşgörülü olduğunun da bir göstergesidir. Hindistan hakkındaki ansiklopedik bilgilere isteyen herkes internetten ulaşabilir. Bu nedenle bu yazıyı bu bilgilerle doldurmak istemiyorum.

Hindistan’a turist olarak gitmenin iki yolu var. Ya Hindistan’a tur düzenleyen şirketlerden birinin programına katılarak sadece gösterilen kentleri ve yerleri rehber eşliğinde hızla dolaşmak; Ya da bireysel olarak kendi kafana göre istediğin kentte istediğin kadar kalarak özgürce dolaşmak… Turizm şirketlerinin düzenlediği Hindistan turlarının süreleri genellikle 7-10 gün arasında değişiyor ve sadece Kuzey Hindistan’ı kapsıyor. Kuzey Hindistan’da gidilen-gezilen şehirlerde sadece Delhi, Jaipur, Agra ve Varanasi oluyor. Hatta bu süreye 1-2 günlük Nepal-Katmandu gezisi de ekleyen turlarda var.

Hindistan’daki yaşamı ve turistik mevsimleri muson yağmurları belirliyor. Tropikal iklimlerin bir özelliği olarak bu yağmurlar Hindistan’da Nisan-Eylül arasında etkili olduğundan Hindistan turları da genellikle Ekim-Mart ayları arasında yapılıyor. Bizim yaz mevsiminde “yüksek sezon” dediğimiz Temmuz-Ağustos ayları Hindistan için Aralık-Ocak aylarına denk geliyor.

Benim Hindistan gezime gelince… Önce Eylül ayı içinde bir turizm şirketiyle 10 günlük Kuzey Hindistan ve kendi olanaklarımla bir hafta Nepal-Katmandu, bu sürenin bitiminde ise yine kendi olanaklarımla Batı Hindistan’ın Goa bölgesinde bir ay geçirmeyi planlamıştım. Ancak bu planlamanın Kuzey Hindistan-Nepal bölümü zorunlu olarak gelecek yıla ertelenince kendi olanaklarımla Goa programını uygulamaya koydum. Hindistan’ı bu ilk keşif gezimin hazırlıklarını tamamladığım programına göre 15 Ekim’de Hindistan’ın en büyük kenti olan Mumbai’ye (Bombay) gidiyorum. İki gün bu kentte kaldıktan sonra Goa bölgesine geçeceğim. Goa’nın Candolim-Calangute, Palolem, Anjuna ve Panjim plajlarında bir aydan fazla bir zaman geçirdikten sonra tekrar Mumbai’ye dönüp 4 gün daha bu kenti ve çevresini gezdikten sonra Kasım’ın son haftasında döneceğim.

Yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Batı Hindistan’da Arap Denizi sahillerinde Mumbai’nin 300 km. daha güneyinde olan Goa Bölgesi Hindistan’dan oldukça farklı bir bölgesi. Siyasi olarak, Hindistan İngiliz sömürgesi iken sadece Goa Portekiz sömürgesi imiş. Hindistan 47’de bağımsızlığına kavuşurken Goa ancak 64 yılında Portekizlilerden kurtulabilmiş. Goa Bölgesi Arap Denizi kıyısında 100 km.lik bir sahil şeridine dizilmiş onlarca plajdan oluşan bir bölge. Yerel halkın geçimi balıkçılık ve turizmden. Goa’da her bütçeye uygun otel ve konukevleri var.

Hindistan’ın bu bölgesine insanlar değişik amaçlar için gidiyorlar. Ticaret, eğlence, dinlence… Ben bu kültürü tanıma, keşfetme, fotoğraf çekmek ve dinlence amacıyla gidiyorum. Eğer anlatılanlar doğruysa gelecek yıllarda daha uzun süre Hindistan’ın bu bölgesinde konaklamayı da düşünüyorum. Bu Hindistan’ı ilk keşif gezimin iyi geçmesini bekliyorum.

Hindistan dönüşünde gezi izlenimlerimi ve fotoğraflarımı siz dostlarımla bu blogda paylaşmak kuşkusuz keyifli olacak. Goa’daki internet olanaklarına göre kısa gezi notlarımı ve çektiğim fotoğrafları bloguma koymaya çalışacağım. Kasım sonunda görüşmek üzere şimdilik hoşça kalın, esen kalın.

(*) Nameste, Hintçe “Merhaba” demek.

2 Ağustos 2009 Pazar

EGE AKŞAMLARINDA KLASİK MÜZİK DİNLEMENİN KEYFİ


Turgutreis D-Marin 5. Klasik Müzik Festivali

*

Fazıl Say-Patricia Kopatchinskaja-İbrahim Yazıcı

*

Turgutreis D-Marin'de akşam

*

Piyanist Hande Dalkılıç

*

Festival izleyicileri
*

Festival izleyicisi
*
EGE AKŞAMLARINDA KLASİK MÜZİK DİNLEMENİN KEYFİ

22-25 Temmuz tarihlerinde Doğuş Grubu’na ait Bodrum Turgutreis’teki D-Marin’de düzenlenen “Klasik Müzik Festivali”nin 5.incisini izleme olanağı buldum. Festival kapsamında düzenlenen 7 klasik müzik konserinin tamamını ( 3 “Gün Batımı Konseri” ve 4 “Gece Konseri” ) izledim.

İlk konserden başlayarak izlenimlerimi kısaca yazarak dostlarımla paylaşmak istedim. Festivalin “Açılış Konseri” İbrahim Yazıcı’nın şefliğini yaptığı İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın (İDSO) eşliğinde Fazıl Say – Patricia Kopatchinskaja konseriydi. Açılış konseri hem festival organizatörlerini hem de klasik müzik severleri katılım açısından çok sevindirdi. Çünkü marinanın çekek alanında oluşturulan konser alanında 4500’ü biletli olmak üzere yaklaşık 5 Bin kişi vardı. Bu 5 Bin kişi muhteşem bir konser izledi. Öncelikle İDSO yaylı ve nefesli sazların dengeli uyumu ile harikaydı. Şef İbrahim Yazıcı ise çok genç ve sempatik bir orkestra şefi.

Konserin solistlerinden piyanoda Fazıl Say’ı yazı ile anlatmak mümkün mü ? Piyanosu ile konuşan ve de piyanosunu konuşturan Fazıl Say piyano çalmıyor ki piyanosu ile sevişiyor adeta. Şef İbrahim Yazıcı ikinci bölümün başında açıklamasa piyanonun tuşlarından birinin koptuğunun kimse farkına varmayacaktı. Fazıl Say kendisine benzeyen müthiş yetenekli ve çok genç bir kemancı Patricia Kopatchinskaja’yı partner olarak seçmiş. Patricia Kopatchinskaja’da kemanıyla konuşan ve kemanını konuşturan bir sanatçı. O kemanı ile sevişmiyor adeta kavga ediyor.

Hele konserin son bölümünde İDSO sahneden çekildi. Sahnede sadece üç kişi kaldı. Piyano’da Fazıl Say , çıplak ayaklı kemancı Patricia Kopatchinskaja ve dinleyici şef İbrahim Yazıcı. Fazıl ve Patricia’nın konserin bu bölümündeki şovları 5 Bin kişiyi kelimenin tam anlamıyla mest etti. Gece yarısında, yıldızların altında yaşanan bir konser miydi yoksa bir rüya mı ? Anlamak, anlatmak mümkün değil. Eminim bu şanslı 5 Bin seyirci ertesi güne kadar bu rüyadan uyanamamıştır.

Festivalin ikinci gününe “Gün Batımı Konseri” nde Piyanist Hande Dalkılıç’ı dinleyerek başladık. Güneş Ege’nin öte yakasında adalar üstünde güne veda ederken genç piyanist Hande Dalkılıç’ın piyanosundan tanınmış Türk bestecileri Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin ve Muammer Sun’un ortaya saçılan notaları hafif rüzgarın etkisiyle Ege’nin iki yakasına dağılıyordu. Herkese açık bu konserlerin izleyici profili çok ilginçti. Her ulustan ve her yaştan klasik müzik izleyicisi benim dikkatimi çekti. Üçlü bir bebek arabasındaki ikizlerden ülkemizin 80 yaşını aşmış ünlüleri Halit Kıvanç ve Yıldız Kenter bu akşam konserlerinin devamlı izleyicileri arasındaydı.

Festivalin ikinci “Gece Konseri” nde bu kez İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın şefi Azerbeycanlı Yalçın Adıgezelov’du. Bu konserin solisti Çinli Sun Huang’ın Türk izleyicisi ile ilk kez buluşturduğu müzik aletinin adı “Erhu” (Arhu olarak okunuyormuş !) ise gecenin sürprizi idi. Tanıdığımız hiçbir müzik aletine benzemeyen bu müzik aletinden çıkan sesler gerçekten büyüleyiciydi. Çin’de klasik müzik orkestralarında “baş kemancı” konumunda bu müzik aleti ile yer alan Sun Huang gerçekten hem çok yetenekli hem de çok sempatik bir sanatçıydı. Bütün müzikseverleri kendine hayran bıraktı. Türk klasik müzik izleyicisini yeni bir enstrüman ve sanatçıyla tanıştıran Turgutreis D-Marin Klasik Müzik Festivali “müzik eğitimi” işlevini de görüyordu.

Bu arada eğitim demişken bir konuyu daha aktarmalıyım. Doğuş Grubu festivalde satılan biletlerin ücretlerini masraflara karşılık kendine ayırmıyor. Peki ne yapıyor ? Festivalin bilet gelirleri Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri’ne “enstrüman bağışı olarak gidiyormuş. Ne kadar takdir edilesi bir davranış…

Festivalin üçüncü gün “Gün Batımı Konseri” nde İzmir Barok Orkestrası vardı. Tüm müzisyenleri İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde görev yapan barok melodilerle klasik müzik izleyicisini gece konserine hazırlıyordu. Gece konserinde “Şefi olmayan orkestra” olarak bilinen 12 kişilik virtüöz müzisyenden oluşan “Il Musici di Roma” topluluğunun çaldığı kemanlar müzisyenlerin de, bestecilerin de, eserlerin de önüne geçiyordu. Nasıl geçmesin ki sahnedeki müzik aletlerinin en genci 120 yaşındaydı.Yapım tarihi 1600 olan bir keman 20’li yaşlarını yaşayan genç bir kemancının elindeyken insanın aklına o an neler neler geliyor… Il Musici di Roma festivalde bize heyecanlı bir gece yaşattı.

Festivalin son günü “Gün Batımı Konseri” nde Piyanist Zeynep Üçbaşaran’ı dinledik. Liszt, Mozart ve Chopin’den seçtiği parçalarla Zeynep Üçbaşaran klasik müzik severlerin beğenisini kazandı.

Festivalin son konserinde sahnede Viyana Halk Operası Senfoni Orkestrası vardı. Avusturya Halk Danslarından örnekler sunan iki genç dansçısı ve adını öğrenemediğimiz yaşlı ve sempatik şefin şovuyla belleklerimizde yer etti…

Kısacası dostlar bu yıl Temmuz’un son haftasında Turgutreis D-Marin 5. Klasik Müzik Festivali’nde çok keyifli 4 gece geçirdim. Avrupa Festivaller Birliği’ne (EFA) de kabul edilen bu festivale emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. Ben gelecek yıl için programımı bu festivale göre yapacağım. Tüm klasik müzik sever dostlarıma da öneririm.

22 Haziran 2009 Pazartesi

NİDA’YI KALBİNDEN VURDULAR !


*



NİDA’YI KALBİNDEN VURDULAR !

Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Kara sakalları kirli, elleri kanlı mollalar…

Nida’nın yeşil gözleri açıktı
Ölürken babasının kollarında.

Nida onaltısında bir genç kız
Bir tutam özgürlük istemişti kara saçlarına
Bir şarkı söylesin istemişti sevdiğine

Nida’nın kalbine kurşun sıkan
Molla beslemeleri - katiller
Otuz yıldır karanlıkta yaşamışlar
Ne bilsinler özgürlüğü, ne bilsinler aşkı
Nereden bilsinler aydınlığı

Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında

Nida’ya söz vermişti babası
Bu yaz İstanbul’a gideceklerdi…
Nida saçlarını özgürce savuracaktı
Boğaz’ın rüzgarlarına
Özgürce şarkı söyleyecek
Siyahtan başka renklerini de tanıyacaktı dünyanın

Olmadı, bırakmadılar
Kirli sakallı, eli kanlı katil mollalar
Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında

Nida bir kuş olup uçtu
Babasının kollarından
Özgürlüğün çığlığı yankılandı Tahran sokaklarında

Otuz yıl önce Şah’ı yıkan nidalar
Şimdi
Kara sakalları kirli, elleri kanlı mollaları yıkacak
En önde kalbi kardeşlerinin elinde Nida olacak…

Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Nida yeniden doğuyor
Yeşil gözleri, özgürce savrulan saçlarıyla
Babasının kollarında
Milyonların yüreğinde


HÜSEYİN AY
22 Haziran 09 Mazı


*
Nida'nın kalbinden vurulduğu "an" ın videosunu blogumun BAĞLANTILARIM bölümünden izleyebilirsiniz.
*


*


*

*

19 Haziran 2009 Cuma

HOŞÇA KAL İZNİK !

HOŞÇA KAL İZNİK !

Ayrılıklar, vedalar her zaman zordur. Biraz da hüzünlüdür. Ancak yaşamın içinde buluşmalar olduğu kadar ayrılıklar da var. Bu gazetede 20 yıl önce de yazılar yazdım, 11 yıl önce de. Son olarak “ YENİDEN MERHABA ! “ dediğimde tarih 10 Kasım 04’ tü. O günden bu yana 4 yıl 8 ay içinde tam 225 hafta köşe yazısı yazmışım. “İZNİK ZEYTİNİ” yazılarım hariç…

İznik’ten annemin vefatı nedeniyle fiilen ayrıldığım 06 yılının Ağustos ayında DOĞUŞ’a yazı yazmayı da bırakmak istemiştim ama Sevgili Dostum Kenan OĞUZ’un ısrarı üzerine bugüne kadar sürdürdüm. İznik dışında olup ta İznik’te bir yerel gazeteye yazı yazmayı sürdürmenin sıkıntılarını yaşadım. Ancak verdiğim sözü yerine getirmek adına yazılarımı aksatmamaya çalıştım.

Yazı yazdığım bu 225 haftada yazılarımı beğenerek okuduğunu beyan eden, kutlayan, teşekkür eden dost okurlarım da oldu. Yazılarımda değindiğim konulardan rahatsız olan, kızgınlığını, tepkisini gösteren okurlarım da oldu. Bu ayrılığa dost okurlarım üzülecektir. Diğerleri ise sevinecektir doğal olarak. Ben bu son yazımla ayrım yapmaksızın tüm okurlarıma teşekkür ve veda ediyorum. Onun için bu son yazımın adını “ HOŞÇA KAL İZNİK ! “ koydum.

Bu ayrılığın nedeni tümüyle benim yapmam gereken çalışmalarım ve uzun sürecek yurt dışı seyahatlerim. Yaşamımın son yıllarında dünyada gezip görmem gereken o kadar çok yer var ki… Öncelikle hayallerimin ülkesi Hindistan ve Nepal’den başlamak istiyorum. Uzakdoğu, Afrika ve Güney Amerika gezip görmek, fotoğraf çekmek istediğim diğer yerler. Ne kadarını gerçekleştirebilirim bilemiyorum. Bu arada ayda yılda bir de olsa yolum kısa süreli olarak baba ocağım İznik’e de düşecektir.

Sözü uzatmadan HOŞÇA KAL İZNİK ! Hoşçakalın İznik DOĞUŞ’un sevgili okurları.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 HAZİRAN 09

14 Haziran 2009 Pazar

Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili İRAN’IN KISA TARİHİ

Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili
İRAN’IN KISA TARİHİ


Doğu komşumuz İran’da 12 Haziran Cuma günü Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçim kampanyasının son haftasında İran’dan gelen iki renkli fotoğraflar ve görüntüleri ilgiyle izledim. Bir yanda muhafazakar aday diye tanımlanan mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad taraftarlarının siyah görüntüleri. Bir yanda reformcu aday diye tanımlanan Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının yeşil görüntüleri.

Seçimler öncesi yapılan yorumlarda Ayetullah Hamaney’in ve mollaların desteğini alan Ahmedinejad’ın kırsal kesim tarafından desteklendiği, reformcu aday Musavi’nin ise başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki gençler, kadınlar ve aydınlar tarafından desteklendiği yönündeydi. Özellikle Tahran’daki gösterilere katılanların coşkusu ve sayısı dikkate alındığında İran’da “değişim rüzgarları” nın estiği yönündeydi. Her iki adayında destekçisi olan kadınların kıyafetleri ise ilgi çekiciydi…

Ahmedinejad yanlısı kadınların simsiyah çarşaflarına karşılık Musavi yanlısı kadınların yeşil başörtülerinin altından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Seçim neredeyse kadınların bir tutam saçının görünmesi – görünmemesi üzerine örgütlenmişti. Bir tutam kadın saçının özgürlüğü veya tutsaklığı… İranlı kadınlar siyahtan yeşile geçebilecek miydi ? Bu görüntüler İran’ın batı komşusu Türkiye’de türbanı kadının özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar tarafından da endişeyle izleniyordu…

Komşumuz İran’ın bu iki renkli seçimini izlerken ister istemez 30 yıl öncesini anımsıyoruz. 79’dan 09’a… Dün gibi anımsadığımız 30 yıl… İran’ın kısa tarihi. Aslında 2500 yıllık köklü bir tarihe ve kültürel birikime sahip olan İran’da son 30 yılda yaşananlar özellikle Batı komşusu Türkiye’de yaşayanlar için önemli siyasi bir ders niteliğindedir.

İran’ın 30 yıllık kısa tarihine girmeden önce benim kişisel belleğimde 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başından kalma iki İranlı kadının fotoğrafları öne çıkıyor. İlki Prenses Süreyya olarak hafızalarımıza kazınmış. İkincisi ise Ferah Diba olarak. O yıllarda Türk basınında bu iki kadının fotoğrafı ne çok yer alırdı. Benim yaşımdakiler anımsar. Biz İran’ı sadece bu iki kadından ibaret sanırdık…

Dünyayı ve ülkeleri siyasi olarak algılamaya başladığımız 60’ların ikinci yarısında Rıza Şah Pehlevi’nin nasıl bir diktatör olduğunu, İran’ın petrolünü emperyalist Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çektiğini, kendisi sarayında lüks içinde yaşarken yoksul İran halkına nasıl baskı yaptığını filan öğrendik… Sonra İran halkının özgürlük mücadelesine dikkat kesildik… Bu yıllarda önce Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni’nin pek farkında değildik. Ondan 78 yılında Paris’ten gelen haberlerle biz de haberdar olduk… İran’da bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi Ayetullah Humeyni Paris’ten yönetiyordu.

Devrim sırasında bütün dini gruplar, liberal ve sol gruplar (içlerinde İran Komünist Partisi TUDEH’te vardı) Şah’ı devirmek için bir araya gelmişti. Bu liberal ve sol gruplar Humeyni hareketini Şah’ın diktatörlüğüne karşı “demokratik halk hareketi-devrimi” sanıyorlardı. Humeyni’nin dinsel sloganlarla halkı sokağa dökmesini “emperyalizme karşı direniş” sanıyorlardı. Bu gruplar yanıldıklarını çok kısa zamanda ve çok acı bir bedel ödeyerek anladılar.

1 Şubat 79’da Paris’ten İran’a dönen Ayetullah Humeyni’yi milyonlarca insan coşkuyla karşıladı. 79’un bahar aylarında İran’da neler yaşandı ? Önce kısaca bir alıntıyla özetleyeyim…

Tahran’da büyük mitingler yapıldı. Mitinglerde solcu ve liberal şehitlerin resimlerini taşıyanlar mollalar tarafından dövülüyordu. Bu olayın üzerinde pek durmadılar. Ertesi gün yakalanan bir hırsızın mollalar tarafından kurulan İslam Mahkemesi’nde yargılanıp kamçı cezasına çarptırıldığını öğrendiler. Bunu da ciddiye almadılar. Şarap ve bira fabrikaları ile sinemaların yakılıp yıkılmasına da ses çıkarmadılar. Onlar bu olanları umursamazken mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda okuyamayacakları; birlikte spor yapamayacakları, kadınlara örtünme zorunluluğu gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. Onlar olanları hala geçiş sancısı olarak görüyorlardı. Kitapevleri ve gazete bayileri yağmalanıp ateşe veriliyordu. İnsanlar idam ediliyordu. Uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyor, alkol içenler kırbaç cezalarına çarptırılıyordu.

Toplum hızla dincileştiriliyor, alınan kararların ardı arkası kesilmiyordu. Kızların evlenme yaşı 13’e düşürüldü. Parfüm, saç boyası, ruj gibi kozmetik malzemelerin yurda girişi yasaklandı. Demokrasiden, özgürlükten bahseden Humeyni, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollalar referandum’u gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”. Halkın yüzde 65’i okuma yazma bilmiyordu. Aydınlar bu oyunu biliyorlardı, ama özgürlükler ve demokrasi ile kandırılarak buna da karşı çıkmadılar. Bazı küçük kesimler bu oyunu boykot etti. Ancak referandum sonucunda “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bin kişiydi.

Mollalar bu sonuçlardan sonra basını ele geçirdiler, muhaliflerin sesinin çıkmasına izin vermediler, güçlendikçe saldırganlaştılar. Muhalif gazeteleri kapattılar, muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. İş işten geçmişti. Geçmişte demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanan halk artık korkuyordu. Artık muhaliflere değil konuşma hakkı yaşam hakkı bile verilmiyordu. Cezaevlerindeki tutuklu kızlar ailelerinden doğum kontrol hapından başka hiçbir şey isteyemiyorlardı. Bakirelerin ölünce cennete gideceği inancı nedeniyle, suç işleyen bakire kızlara işledikleri suçlar nedeni ile cennete gitmemeleri için idam edilmeden önce hapishanelerde tecavüz ediliyordu.”

(* Alıntının kaynağını bilerek vermiyorum)

79’da yaşanan bu olaylardan sonra İran siyaha, dini gericiliğe teslim oldu. Vatan’dan Hikmet Bila’nın tanımıyla “ Dile kolay, İran tam 30 yıldır koyu bir şeriatla yönetiliyor. Uygarlık adına ne varsa, 30 yıldır İran’da yasak. 30 yıldır kadınlar gün ışığı görmüyor. Gerilik ve gericilik el ele İran’ı 30 yıldır kasıp kavuruyor. “

İşte Doğu komşumuz İran 30 yıl önce bunları yaşadı. 30 yıl sonra 12 Haziran 09’da yapılan seçimlerde mollalar İran’ın siyahtan yeşile dönmesine izin vermedi. Her türlü seçim hilesi ile mollaların desteklediği Ahmedinejad ikinci kez seçimleri “kazandı !”

Şu anda bu yazıyı yazdığım 14 Haziran günü televizyonlar Tahran sokaklarındaki çatışma görüntülerini yayınlıyor. Bütün dünya seçim sonrası İran’da yaşananları ibretle izliyor. Bizim de komşuda neler olduğunu dikkatle izlememiz gerekiyor.

Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönmesi gibi ABD’den İstanbul’a görkemli bir karşılama töreniyle dönmeyi bekleyen Takkeli Herkül Fethullah Gülen’i destekleyen eski solcular - liberal faşistler siz de okuyun ve 30 yıl önce İranlı liberallerin düştüğü hataya siz de düşmeyin.

***
Geçen haftaki “ EDEPSİZ BİR YAZI “ başlıklı yazıma adını yazmaktan korkan, Türkçesi kıt bir okurumdan gelen bir yorumu-kınamayı Türkçe hatalarını düzeltmeden aynen sizlerle paylaşıyorum…

“ bakalım siz ne kadar özgürlükçüsünüz. bazı kişi ya da partileri sadece eleştiriyorsnuz. türkan hanımın ülkemize büyük çapta ne katkısı olmuş, ya da sizin diğer övgünüze nail olmuş kişiler. birilerini eleştiriken ya da suçlarken kendinizle kıyaslayın ona göre eleştitin ya da suçlayın. özgürlük üstü başı açık elbislerle dolaşmak değil; istediği elbiseyle dolaşmasıdır. ama siz ahala bir bez parçsının olmayacak olan etkisine kapılöış gidiyorsunuz ; yazık.

Atatürk yaşamış olsaydı sizin gibi özgürlük budalalrının yüzüne tükürürdü inanın.

sizi kınıyorum. “

*

Onlar kaybetti... Bu fotoğraf 09 seçim anısı olarak kalabilir.
*

Onlar kazandı... Ne zamana kadar ?
*



*

Persopolis, İran’da Şah’ın devrilmesini ve şeriatın gelişini küçük bir kızın gözünden anlatan harika bir çizgi film. Televizyonlarda oynadı. DVD’si piyasalarda satılıyor. İzlemeyenlerin bugünlerde izlemesinde yarar var.


İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 HAZİRAN 09

8 Haziran 2009 Pazartesi

EDEPSİZ BİR YAZI

EDEPSİZ BİR YAZI

Bu hafta “edepsiz” bir yazı yazmak geliyor içimden… Çünkü geçen hafta ulusal basının haberleri ve köşe yazılarında bu kelimeyi o kadar çok okudum ki dilime dolandı kaldı bu kelime. Geçen hafta bu kelimeyi basının gündemine sokan ise Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı…

Biz çok şanslı bir ülkeyiz. “Sui generis” bir Başbakanımız var. Sui generis, Latince bir deyim. Türkçede tam olarak kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatların yerine kullanılır. Kendine özgü özellikler olan ve başka bir örneği olmayan kişi ya da olayları anlatmakta kullanılır.

İşte Türkiye’miz 7 yıldır sui generis Başbakanımız tarafından yönetiliyor… Başbakanımız kendisine muhalefet eden hiç kimseyi sevmiyor. Elbette sevmek zorunda değil. Meclisteki muhalefet partilerinin liderlerinden Baykal’a, Bahçeli’ye demediğini bırakmıyor, A.Türk’le zaten konuşmuyor. Muhalefeti sevmezsiniz ama en azından saygı gösterirsiniz. Başbakanımız aslında demokrasiyi sevmiyor…

Başbakanımız yargıyı, yargıçları, mahkemeleri de sevmiyor, saymıyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay olmasa “ulemalar” a danışıp ne güzel yönetecek ülkeyi…

Başbakanımız – yandaş medyası hariç- medyayı da sevmiyor, saymıyor. Medya patronlarını cezalandırıyor. Gazetecileri azarlıyor. Hatta ülkeden kovmaya kalkıyor.

Başbakanımız bıraktım işçi örgütlerini, işveren örgütlerini de sevmiyor.

Başbakanımız askerleri de hiç sevmiyor. Sadece görevdekilere değil emeklilerine bile tahammülü yok.

Başbakanımız üniversite rektörlerini, üniversite öğretim üyelerinden de hiç ama hiç hoşlanmıyor.

Başbakanımız krizden, ekonomik sıkıntıdan söz eden işçiyi de, memuru da, köylüyü de, esnafı da, emekliyi de sevmez.

Bu listeyi daha da uzatmak mümkün…

İşte sui generis Başbakanımızın Davos’taki “van minut” balonunun geçen hafta “mayın” a düşüp patlamasından sonra Başbakanımız tarafından gündeme “edepli / edepsiz” tartışması taşındı. Neymiş ? Sui generis Başbakanımızın partisine “Ak Parti” yerine “AKP” diyenler edepsizmiş… Ulusal basından Başbakana bu tartışmada çok güzel yanıtlar verildi.

Bir edepsizlik de ben yapayım.

Yolsuzlukların kara batağında kapkara hale gelmiş AKP’ye “Ak Parti” demekle bu parti ak mı olacak ?

Anayasa Mahkemesi’nin geçen yıl oy birliği ile aldığı kararla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş AKP bu odaklıktan kurtulacak mı ?

Türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen AKP’ye “Ak Parti” dersek bu parti özgürlükçü bir parti mi olacak ?

Ülkesinde kendi yandaş medyası ve partilileri dışında kimseyi sevmeyen, kimseye saygı duymayan Sui Generis Başbakanımızın bize “edepsiz” yakıştırması yapması bize zarar vermez ama kendisine çok zarar verir…

Biliyorsunuz sui generis Başbakanımızı Avrupa’da Sarkozy ve Merkel gibi liderler pek sevmese de O’nun Avrupa’da Berlusconi gibi “kanka” ları var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü “Kanka ” yı “ kardeş kadar yakın olan kimse “ olarak tanımlıyor. Sui generis Başbakanımızın kankası Berlusconi geçen hafta zor günler yaşadı…

Neden mi ?

Geçtiğimiz ay çapkınlıkları ile ünlü İtalyan Başbakanı Berlusconi eşinden boşanarak gündeme gelmişti. Geçen hafta da Sardunya adasındaki villasının bahçesinde anadan üryan kadınlarla ve erkeklerle alem yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla gündeme geldi. Kanka Berlusconi ülkesinde bu fotoğrafların yayınlanmasını yasakladı. Ama o skandal fotoğrafları İspanyol “El Pais” gazetesi yayınladı. Berlusconi’nin villasının bahçesinde çekilen o fotoğraflardaki çırılçıplak erkeklerden birinin eski Çek Başbakanı Mirek Topolonek olduğu anlaşıldı.

Geçen haftanın gündeminde Başbakanımızın “edepli / edepsiz” tartışması ve de kankası Berlusconi’nin zor durumu ortada olunca bana da bu hafta “edepsiz bir yazı yazmak” kaldı. Kim edepli, kim edepsiz siz karar verin

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 HAZİRAN 09

1 Haziran 2009 Pazartesi

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek… DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3


Bu sütunlarda 13 Mayıs ve 20 Mayıs tarihlerinde yayınlanan yazılarımda hukuk tarihinde önemli bir yeri olan Dreyfus Davası’nı, bu davada hukuksal ve siyasal hataların ortaya çıkmasında ünlü yazar Emile Zola’nın katkılarını anlatmaya çalıştım. Bu davanın dönüm noktalarından olan Emile Zola’nın 13 Ocak 1898 tarihinde yayınlanan “ J’accuse …! – Suçluyorum…! “ başlıklı yazısında kalmıştık. Bu hafta E.Zola’nın bu yazısından sonra Dreyfus Davası’nın gelişimini ve sonucunu yazacağım.

“ Zola, "Suçluyorum"u yazarken suç işlediğinin farkındadır; Basın Yasası'nın hangi maddelerini ihlal ettiğini bildirerek kendini ihbar etmiş, kolaysa beni ağır cezada yargılayın diyerek meydan okumuştur. Bakanlar Kurulu, Zola hakkında suç duyurusunda bulunur. Basının sürekli kışkırttığı gericiler, Zola'nın yargılanma süreci boyunca "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler.” (Gül Tekay Baysan)

Emile Zola 1 yıl hapse mahkum edilir. Ancak dostları tarafından İngiltere’ye kaçırılır. Emile Zola’nın “ Jaccuse…! “ başlıklı yazısı Dreyfus Davası’nda gerici basının yazdıkları nedeniyle kafası karışık olan halk kesimlerinin ve sosyalist aydınların ufkunu açar. Bu yazıdan sonra Emile Zola’nın yanında yer alan Anatole France ve Jean Jaures gibi aydınların da çabalarıyla Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verilir. Bu arada Dreyfus’un avukatı saldırıya uğrar ve yaralanır. Ancak umulanın aksine 1899 yılında yeniden yapılan duruşmada Dreyfus suçlu bulunur ve 10 yıl hapse mahkum olur. Adalet bekleyenlerin umutları söner. Zola “Dehşet içindedir” bu beklenmedik gelişmeden Fransa’nın geleceği adına ürkmektedir. Avukat susturulmuş, savunmanın tanıkları dinlenmemiş, tarihe garip bir iddianame bırakılmış, Fransa dünyaya rezil olmuştur. "Gerçek" tokatlanmış, "adalet" katledilmiştir.

Dreyfus Davası nedeniyle Fransa’ da artan toplumsal huzursuzluk karşısında Cumhurbaşkanı Dreyfus’u affeder.

“ Zola'ya göre Dreyfus davası unutulması değil, anımsanması gereken bir olaydır. O sayede gericilerin maskeleri düşmüş, cumhuriyetçiler ülkelerine sahip çıkmışlardır. "Bugün Fransa gericilerin tuzağından kurtulmuş bulunuyorsa, bunu Dreyfus Davasına borçludur"

Kendisine gelince, bu konuda söyleyeceği söz kalmamıştır; bir yurttaş olarak görevini yapmış olmanın erinciyle kitaplarına dönecektir artık. Yine de "gerçeğin ve adaletin" gelişini umutla bekleyecektir, Beklenen af gelir. Suçlular da masumlar da artık özgürdürler. Zola, kitaplarına döner. Son romanı Gerçek, Dreyfus davasından esinlenir.

Zola 29 Eylül 1902'de, yatak odasındaki şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Resmi kayıtlara kaza olarak geçse de bu ölümün ardında gerici bir örgüt olduğundan kuşkulanılır. Tabutunun ardından 50 000 kişi yürür: maden işçileri, öğrenciler, yazarlar, milletvekilleri. Resmi cenaze töreni yapılamaz çünkü 1888'de legion d'honneur şövalyesi yapılan Zola'nın bu unvanı Dreyfus davası yüzünden askıya alınmıştır. Buna karşın, Zola'nın dört yıl önce hakaret etmekle suçlandığı ordu, onu uğurlamak için bir bölük asker görevlendirir. Anatole France, kabri başında yaptığı konuşmada, adalet uğruna verdiği savaşta bunca acı çeken Zola'ya acımak değil, ona gıpta etmek gerektiğini vurgular. O, "ahmaklık, cehalet ve kötülük"ten oluşan müthiş bir "ahlaksızlık kumkumasına" karşı direnerek yücelmiş, "insanlık vicdanının bir anı" olmuştur. Jaures'in Meclis'e verdiği bir önerge sonucu Dreyfus yeniden yargılanır; 1906'da aklanarak orduya geri döner.
( Gül Tekay Baysan)

21 Temmuz 1906’da orduya geri dönen Dreyfus, "Çok yaşa Dreyfus!" sloganları arasında "Legion d`honneur" nişanı alır. Birinci Dünya Savaşı`na katıldıktan sonra 1935`de ölen Dreyfus, masumiyetini ispat edip, itibarını geri almıştır...
Dreyfus`un itibarını geri aldığı 1906 yılından yüz yıl sonra, 2006 yılında Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ; "Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir" diyerek tarih önünde Dreyfus ve Zola`dan, Fransız ulusundan özür diledi. Ve "Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır" diyen Emile Zola yüz yıl sonra olsa bile haklı çıktı...

115 yıl önce yaşanan bu Dreyfus Davası’nı neden yazma gereğini duyduğumu 13 Mayıs tarihli ilk yazımda açıklamıştım…

“Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. “

Fransa’da 115 yıl önce yaşanan Dreyfus Davası’na benzer davalar bizim ülkemizde de yaşanıyor. Fethullahçı ve gerici basın bu ülkenin tüm muhalif aydınlarını “darbecilik” le suçlayarak mahkemeden önce mahkum ediyor. Ben kendi adıma bu gerici basınının yazdıklarına değil ama bir zamanlar kendini “solcu, sosyalist “ olarak tanımlayan günümüz liberal faşistlerinin gericiliğin hizmetine girmesine ve yazdıklarına kızıyorum. Ne yazık ki bizim Emile Zola gibi gerçekleri şiirsel ifade edebilecek bir yazarımız ve aydınımız yok. Ancak Dreyfus Davasında görüldüğü gibi “gerçek ve adalet” 100 yıl sonra olsa da ortaya çıkıyor…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 HAZİRAN 09

*

25 Mayıs 2009 Pazartesi

TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN

TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN

Geçen hafta 18 Mayıs Pazartesi gününün ilk saatlerinde haftalık yazımı yazıp DOĞUŞ’a gönderdikten ve blogumda yayınladıktan sonra beklenen acı haber Prof.Dr. Türkan Saylan’ın ölüm haberi geldi… Türkan Hoca’nın ölüm haberi ile içime tarifsiz bir hüzün çöktü.

Türkan Saylan, binlerce yıldır dünyada ve bu topraklarda en korkulan hastalıklardan olan ve hastaların toplum dışına atılarak ıssız mağaralarda ölüme terkedilen cüzzam hastalığı ile mücadelenin öncü bir hekimi ve bilim kadınıdır…

Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucu genel başkanı olarak 20 yıldır bu ülkenin eğitim sorununa kendini adamıştır. “Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarla onbinlerce yoksul kız öğrencinin eğitim almasını sağlamıştır. Yine yüzlerce kız yurdu açılmasını sağlamış, onbinlerce üniversite öğrencisine burs sağlamıştır.

Türkan Saylan, “ Ne şeriat, ne darbe !” diyerek gericiliğe ve askeri darbelere karşı Cumhuriyet’i ve laiklliği savunan bu ülkede giderek azalan örnek bir aydın duruşunu bize göstermiştir.

Türkan Saylan, örnek bir hekim ve bilim kadını, örnek bir eğitimci ve örnek bir aydındı. Çalışmalarını takdirle izlediğim Türkan Saylan 07 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde benim gönlümdeki Cumhurbaşkanı adayımdı… Bu konudaki düşüncelerimi de İznik DOĞUŞ Gazetesi’nin 28 Mart 07 tarihli sayısında yayınlanan “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımda açıklamıştım…

Benim Cumhurbaşkanı adayım Türkan Saylan benim gibi düşünen milyonların gönlünü kazanmıştı… 19 Mayıs’ta gerçekleşen Türkan Hoca’nın görkemli cenaze töreni bunun kanıtıdır.

Milyonların gönlünü kazanan Türkan Saylan şeriatçı gericilerin de korkulu rüyası olmuştu… Akıl almaz saldırıların ve hedef göstermelerin sonucu 13 Nisan Pazartesi günü Ergenekon’un 12. dalgası kapsamında Türkan Saylan’ın evi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Merkezi ve şubeleri polis tarafından basılıyordu… Saatler süren arama sonunda Türkan Hoca hastalığı nedeniyle göz altına alınmıyor ama tüm kişisel evraklarına, kendi deyimiyle “aşk mektupları” dahil el konuyor, ÇYDD merkezindeki bilgisayarlarla birlikte öğrencilerin burs dosyaları da götürülüyordu. Türkan Saylan böylesi bir baskıyla sindirilmek isteniyordu. Ancak bu baskı Türkan Hoca’nın hastalığına karşın onurlu direnişi ile ters tepti. Duyarlı aydınların, sanatçıların ve bazı medya kuruluşlarının da çağrısı ile halkımız Türkan Hoca’nın öğrencilerine burs verme yarışına girişiyordu…

Türkan Saylan Hoca’nın 19 Mayıs tarihinde gerçekleşen görkemli cenaze töreninden de çıkarılacak dersler vardı. Birinci ders; Devlet ve hükümet destek yerine köstek olsa da Türkan Hoca’nın sağlık, eğitim ve çağdaşlaşma alanındaki çalışmalarını milyonlar takdir ediyordu…

İkinci derste ise ; Dinci, şeriatçı gericiliğin tetikçiliğini yapan Vakit Gazetesi’nin Türkan Hoca’ya yönelttiği akıl almaz saldırılara Türkan Hoca’nın cenaze namazını kıldıran aydın bir din adamının gerekli yanıtı vermesiydi.

Üçüncü ders ise ; Herkesin saflarının belli olmasıydı. Başbakanın ağzından “herkesin hükümeti” olacağını açıklayan AKP hükümeti bu sözünü de tutamıyor, kebapçı açılışlarına bile giden bakanlarından birini bile Türkan Hoca’nın cenazesine gönderemiyordu. Bir tarikat şeyhi öldüğünde Fatih Camisi’nin avlusunu dolduran devlet erkanından kimse Teşvikiye Camii’ne gelemiyordu. Aynı korku İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanını ve atanmış 1 Mayıs kahramanı Valisini de sarmıştı…

Dördüncü ders ise Türkan Hoca’nın vasiyeti idi… 100 bin öğrenciye burs ve her kasabaya bir kız öğrenci yurdunu gerçekleştirmek… Benim inancım Türkan Hoca’nın vasiyetinin bu ülkenin insanları tarafından mutlaka gerçekleştirileceği yönünde. Türkan Hoca’nın bu vasiyeti bizim için bir görevdir. Çağdaş, aydınlık bir Türkiye için hepimize düşen bir görev… Kardelenlerin arasından yeni Türkan Saylanlar çıkacaktır. Kardelenler ağır kar örtüsünü yırtıp güneşe çıktıkları gibi bu ülkenin üstüne örtülmek istenen dinci şeriatçıların kara örtüsünü de yırtacak ve bu ülkeyi aydınlık, çağdaş bir geleceğe taşıyacaktır…

***
İki haftadır sürdürdüğüm “ DREYFUS DAVASI VE ZOLA” yazı dizisinin sonuç bölümünü gelecek haftalarda yayınlayacağım…

Geçtiğimiz hafta ülkemizi ziyaret eden Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva hakkında yazmayı planladığım bir yazıyı zorunlu olarak daha sonraki haftalara bırakıyorum…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 27 MAYIS 09

18 Mayıs 2009 Pazartesi

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2


Geçen hafta 115 yıl önce Fransa’da yaşanan Dreyfus davasını özetlemeye çalışmıştım. Bu hafta Dreyfus Davası’nda ünlü yazar Emile ZOLA’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışacağım. Emile Zola’yı sadece bu dava ile özdeşleştirmemek gerekir. Onun yazarlığından ve eserlerinden de biraz bahsetmek isterim.

2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902 tarihleri arasında yaşamış olan Emile Zola, natüralizm akımının öncüsü Fransa’da ve dünyada çok tanınan bir romancıdır. Kitaplarından bazıları : Nana, Germinal ve Meyhane’dir.

Benim 70’li yılların ortasında okuduğum ve çok etkilendiğim Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının baş yapıtı olan Germinal romanı yüzün üzerinde ülkede yayınlanmıştır. Bu ünlü roman 5 kez sinemaya iki kez de televizyona uyarlanmıştır. Germinal’den esinlenerek yapılan iki sinema filmini de görmüştüm…

Maden işçilerinin gerçekçi yaşamını ve bir grevin öyküsünü anlatan Germinal kelime olarak ürün ve bereket anlamına gelmektedir. Emile Zola romanının sonunda sosyalist ve yenilikçi görüşlere yönelik bir umut verir. “Şimdi, nisan güneşi, toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu.” Zola’nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve “Germinal! Germinal!” diye bağırmışlardır. O zamandan itibaren kitap çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.

Geçen haftaki yazımda yazısından alıntılar yaparak Dreyfus Davası’nı özetlediğim Sayın Gül Tekay BAYSAN’ın aynı yazısından bu ünlü davaya Zola’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışayım…


“ Irkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmakla birlikte, Zola başlangıçta Dreyfus davasıyla yakından ilgilenmez. Olay gündeme geldiğinde İtalya'dadır; Paris'e dönüp gerçekleri öğrenince etkin bir kampanya başlatmayı gerekli bulur.

25 Kasım 1897'de Le Figaro'da çıkan "Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz" başlıklı yazısı yayınlanır. Bu güçlü fikir yazısı süssüz ama inandırıcı diliyle yazınsal bir yapıt güzelliğindedir. Zola bu yazısında, "kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan bir kamu oyu", satışlarını artırmak için "kışkırtıcı davranan" bir basın, "bu çılgınlığı körükleyen" "budalaca" bir bağnazlık karşısında; dürüst insanlar korkudan seslerini çıkaramamaktadırlar, ancak gerçeğin bu savaştan yengiyle çıkacağını duyurur… "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak", Zola'ya göre, Dreyfus'un suçlanma nedeni eylemi değil ırkıdır. Yazının ikinci evresinde ironinin yerini ciddi, zaman zaman da acıklı bir dil alır. Zola, olayın kendisi için ırk değil, adalet sorunu olduğunu açıklar.

Olay ortaya çıktığında Dreyfus'u şiddetle suçlayan ünlü solcu politikacılar Clemenceau ve Jaures ise artık Dreyfusçu taraftadırlar. Clemenceau'nun çıkardığı L'Aurore, bağnaz yargının kurbanlarını korkusuzca ve inatla savunan Voltaire'in mektuplarını yayımlamaya başlar.

Zola'nın Le Figaro'daki son yazısı 5 Aralık 1897'de çıkar: "Tutanak". Yazar "kepazelik" olarak nitelendirdiği olayların bir özetini yaptıktan sonra, yalan ve iftirayı yayan şoven basını şiddetle kınar. Zola bu yazıda "zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmayan" tarafsız gazeteleri de hedef alır. Oysa tehlike ciddidir. Ülkeyi ortaçağ karanlığına, soykırıma sürükleyebilecek ırkçılık, özgürlüğe aşık Fransa'ya yakışmamaktadır. Bu bağnazlık "sisli bir beynin, dengesiz bir inananın" ürünüdür. Bu "sisli beyin" kampanyayı başlatan Drumont'dan başkası değildir.

Bu yazıda da diğerlerinde olduğu gibi, öfkeli bir söylem göze çarpar. Haksızlığa baş kaldıran dürüst bir adamın sesini duyarız. Yazar, bu ateşli satırların ardından tarihsel bir saptama yapar. Irkçılık, bu "tehlikeli azgınlık", Panama Skandalı yüzünden güçlenmiş, onun ürünü olan Dreyfus olayı toplumsal bir çılgınlığa dönüşmüş, "yurtseverlik alçakça sömürülmüştür". Bu sömürüye ortak olan basın kadar, oy kaygısıyla ona göz yuman politikacılar da suçludur. Haksızlığa karşı çıkması umulan ılımlılardan, radikallerden ve sosyalistlerden hiçbiri "vicdanının sesini" duyurmamıştır. "Tutanak" umutla biter. Zola "gerçek ve adalet" için bir kez daha savaşmamayı dilemektedir. Yazdıklarını yayımlayacak gazete bulamayan Zola, savaşımını broşürlerle sürdürür.

14 Aralık 1897'de piyasaya çıkan "Gençliğe Mektup", Sorbon Üniversitesi'nin bulunduğu Quartier Latin'de Dreyfus karşıtı gösteriler yapan gençliğe bir uyarı niteliğindedir. Yirminci yüzyıla yaklaşırken, İnsan Hakları Bildirgesinin ilanından yüz yıl sonra gençliğin karşı devrimci gösteriler yapması Zola'yı hem şaşırtmakta hem de kızdırmaktadır. Eskiden baskılara isyan etmek, tutucu hocaları ve dalkavuk yazarları kınamak, ezilenleri savunmak için harekete geçen Fransız gençliğinin şimdi kışkırtmalara kapılıp dürüst insanları yuhalamak için sokaklara dökülmesi yazarı derinden yaralamıştır. "Geleceğin kurucusu" gençliğin "din savaşlarına, bağnazlıkların en iğrencine" döndürülmesine isyan eder. Henüz çıkar kaygılarıyla kirlenmediklerinden adalet duygusuyla hareket etmeleri beklenen gençlerin, hak savaşını yaşlılara bırakmış olmalarını ayıplamaktadır. Mektubun sonu, gericilerce kışkırtılan gençliğe bir ders niteliğindedir. "Nereye gidiyorsunuz gençler", "biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz" diyerek bitirir yazısını.

6 Ocak 1898'de ise "Fransa'ya Mektup" adlı broşür yayımlanır, Zola'nın sitemi bu kez tüm ulusadır. Devrimci Fransız halkı, yalanlarla kışkırtılıp çılgın, yobaz bir kitle halini almıştır. Fransa'nın bu duruma düşürülmesi yazara büyük acı verir. Gerçek bu yazının da baş kişisidir. Halkı uyarır: "Gerçeğin yolu kesilir de, uzun ya da kısa süre içinde yer altına atılması başarılırsa o güç birikir, şiddetle patlayacak hale gelir."

Saygın gazetelerin, tirajlarını artırmak için sövgüye başvurarak "ulumalarını”sürdüren küçük gazetelere eşlik etmeleri, ulusal duyguları sömürmeleri, kızdırmaktadır yazarı. Üstelik, Fransa'nın onuruna leke süren bu eylem, ülkeyi savunması gereken ordunun saygınlığını korumak adına yapılmak ta, adaleti savunanlar orduya dil uzatmakla suçlanmaktadır. Meclis dikta heveslilerinin elindedir. Zola, Yahudi düşmanlığı olarak ortaya çıkan ırkçı hareketin, ortaçağ karanlığını geri getirmesinden korkmaktadır. Bu yazısında bu kez tüm Fransa'ya meydan okur. Bir yandan kutsal değerler söyleminin etkisindeki Fransız halkını suçlar, bir yandan da gericiliğin hortlamasının ardında egemenlerin çıkar birliği olduğuna değinir. "Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duyduğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yönetenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları", Oysa cumhuriyet tehlikededir. Yazar yine de Fransa'dan umudunu kesmediğini söyler. Son sözler yine iki kahramana, adalete ve gerçeğe ayrılmıştır.

IV. Dreyfus Davası İçin Bir Dönüm Noktası: "Suçluyorum"

Casusun aklanması yetmezmiş gibi onun suç kanıtlarını bulan Picquart'ın cezalandırılması, Zola'yı bu konudaki en ünlü makalesini yazmaya iter: "Cumhurbaşkanı Felix Faure'a Açık Mektup". Clemenceau'nun gazetesi L'Aurore, bu yazıyı 13 Ocak 1898'de yayımladığında Dreyfus tarihinde yeni bir sayfa açılır. Clemenceau'nun önerisiyle, yazının son bölümünde sık sık yinelenen cümle "Suçluyorum- J'Accuse" başlık olarak kullanılır. “


( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )



İznik’te 32 yıldır haftalık yayınlanan DOĞUŞ’un kısıtlı sayfa olanaklarını düşünürek yazımı ancak haftaya bitirebileceğim. 17 Mayıs Pazar günü Ankara’da Tandoğan Meydanı’nı dolduranların, o meydana gidenleri açıkça tehdit eden Fethullahçı medyanın Dreyfus Davası’ndan ve Zola’dan çıkaracak dersleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de 90.yılını kutladığımız 19 Mayıs’ın emanet edildiği gençlerimiz… Bayramınız kutlu olsun !

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 MAYIS 09

10 Mayıs 2009 Pazar

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1


Hukuk tarihinin ve siyasal tarihin en unutulmaz davalarından biri “ Dreyfus Davası “ olarak bilinen davadır. Bundan tam 115 yıl önce ( yani 1894 yılında ) Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus’un casusluk yaptığı için ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması ile başlayan dava sırasında Fransa’da toplumda ve medyada başlayan tartışmalar bugün bile güncelliğini korumaktadır. O tarihten bu yana dünyanın her yerinde hukuksal olarak toplum vicdanını yaralayan bir dava gündeme geldiğinde Dreyfus Davası da akla gelir.

Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. Dreyfus Davası’nın seyrine, tartışmalarına ve çıkarılacak derslerine geçmeden önce Sayın Sami Selçuk’un söylediklerinden kısa alıntılar yapmak istiyorum…

“ 'Türkiye, Dreyfus Davası olayını yaşıyor'

“Ergenekon davası siyasi bir davadır. Suç siyasi diye dava siyasallaştırılamaz. Dava A’dan Z’ye siyasallaştırılmıştır" diyen Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Ergenekon’un kitabını yazdı.

Ergenekon diye bir dava yoktur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı başkaldırı suçu ve davası vardır. Davanın hukuki adı bu. Siyasi adı ise Ergenekon. Demek davayı siyasileştirme, daha işin başında, ona ’Ergenekon’ adını koyanda başlamıştır.

*
Bugün Türkiye, 115 yıl sonra bir Dreyfus Davası olayını yaşıyor. Toplum ikiye bölünmüş. Ergenekon diye mitolojik ve politik anlam yüklü, toplum bilincini saptırıcı bir dava karşısındayız. Dava bu adlandırmayla birlikte daha baştan kirletildi. Kanımca bu yüzden daha da duyarlı olmak zorundayız. Çünkü böyle ortamlarda maddi gerçeklerin uç/düşsel/gerçek benzeri/ yanılgılara yenilme olasılığı artar. Tıpkı iyi huylu urun, kötü huyla ura dönüşmesi gibi. Olayda hukuksal yanlışlıklara değinenleri, davayı sulandırmak isteyen, ordu yanlıları; bunları dile getirmeyenleri ordu karşıtı diye göstermek, karalamak sığlıktır.

*

Aziz Nesin, ’Türkiye’de üç kişiden beş kişi ozandır’ demişti. Bugünlerde de üç kişiden beş kişi yargıç kesildi, Türkiye’de. Dava dosyalarını inceleyen fakat duruşma yapmadıkları için yüzleşmeyi ve diyalektiği yaşamayan Yargıtay yargıçları bile bu yetkilere sahip değilken her önüne gelen aylardan beri soluk alır gibi hüküm kurup duruyor.

*

Soruşturmanın gizliliği gerekçesi çok insancadır, çok güçlüdür, çok tutarlıdır. Kuşkulunun öz saygısı, şerefi örselenmemeli. Suç işledikleri sanılan insanlar incitilmemeli, lekelenmemeli. Ön soruşturma asla bir güç gösterisine dönüştürülmemeli.

*

Herkesin ve özellikle tutuklu bulunan kuşkuluların iddianameleri makul sürede yazılmalıdır. Yazılmazsa ve hangi eylemlerden dolayı yargılandıklarını bilme haklarına saygı duyulmazsa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre adil yargılanma hakkı çiğnenmiş olur.

*

Özel yaşamı ve konut dokunulmazlığını çiğneyen arama, mülkiyet hakkını örseleyen el koyma, birey özgürlüğünü ortadan kaldıran gözaltı, tutuklama gibi işlemler birer önlemdir. Kural gereği ’istisna’dır. Zorunlu olduğunda başvurması gereken ’son çare’dir, ’sıra dışı’dır. Öyleyse özenle kullanmak gerekir.

Dreyfus: Haksız suçlamaların simgesi

Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransız Savaş Bakanlığı’nda çalışırken Almanlar için casusluk yapmakla suçlandı. Somut kanıt olmamasına karşın Savaş Konseyi, bir gizli dosyaya dayanıp 22 Aralık 1894’te Dreyfus’a ömür boyu sürgün ve rütbesinin geri alınması cezası verdi. Ünlü yazar Emile Zola, bir gazetede Dreyfus’u savunan, "İtham ediyorum" başlıklı yazısını kaleme aldı. Bu yazıyla başlayan mücadele sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu anlaşıldı, nişanı ve rütbesi geri verildi. Bu dava, tarihte haksız suçlamaların simgesi haline geldi. “

( TEMPO 24 )

Hukuk eğitimi almış bir yurttaş olarak Yargıtay Onursal Başkanı Sayın Sami Selçuk’un görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim… Şimdi bu ünlü Dreyfus Davası’nın kısa bir özetini sizlere bir başka yazıdan alıntı yaparak aktarmak istiyorum…

“ 1894 güzünde Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunur. Yüzbaşı Dreyfus'un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmay'dan basına sızdırılır. Irkçı gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus'un casuslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus'a ait olduğunun kanıtlanması kolay değildir.

Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının kuşkulununkine hiç benzemediğini söyleyince, istenen yanıtı verecek yeni uzmanlar bulunur.

Önyargıyla hazırlatılan raporlara dayanılarak, Dreyfus'a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır.

Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen İstihbarat Müdürü Albay Sandherr, Dreyfus'un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Henry sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı du Patty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır.

Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askeri mahkemeye ulaştırır. Savcı, iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: "Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması", "fazla kültürlü olması", çok iyi Almanca bilmesi gibi özellikleri nedeniyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişidir. Sanığın gittiği savlanan yerlerden getirilecek "olası tanıklar kuşkulu" kimselerdir'.

Dava sırasındaysa tanıklıklar ciddiyetten yoksun, hatta gülünç bir biçimde yapılır. Sanığın suçlu olduğunu adını vermediği "şerefli bir adamın" uyarılarından anlayan Henry, bu konuda ant içerken bir eliyle de İsa'nın resmini gösterir.

Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkum olur. Yaşam boyu cezasını çekmek üzere Şeytan Adası'na yollanacaktır.

Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri, düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk, bu aşağılama törenini "Yahudiler'e ölüm", "haine ölüm", "kahrolsun Yuda" sloganları atarak izler. Dreyfus Şubat 1898'de Şeytan Adası'na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.

Ailesi, basının kışkırttığı bu düşmanca ortamda Dreyfus'un suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Militan basından geri kalmamak için büyük gazeteler de kendilerini bu havaya kaptırırlar.

Bir subay hiçbir kanıt olmadan, ısmarlama bilirkişi raporları, varsayımlara dayanan bir iddianame, gülünç tanıklıklar ve sahte belgelerle vatana ihanet gibi ağır bir suçtan hüküm giymiştir. “


( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )

Dava sürecini anlatan bu cümleler size de tanıdık geliyor mu ? Dreyfus Davası’nda gerçeğin ortaya çıkmasında büyük payı olan Fransız edebiyatının ünlü yazarı Emile ZOLA’nın bu katkılarını ve sonuçlarını gelecek hafta yazacağım.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 13 MAYIS 09

4 Mayıs 2009 Pazartesi

KIR ÇİÇEKLERİ

KIR ÇİÇEKLERİ

8 ve 15 Nisan tarihli yazılarımı aynı cümlelerle bitirdim…

“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki…

Bu hafta ise bu cümleleri yazımın başına alıyorum… Dünyanın ve Türkiye’nin gündeminden sıkıcı haberleri görmezden, duymazdan geliyorum. Ya da bardak örneğinde olduğu gibi bardağın dolu yanına bakıyor ve umutlu olmak istiyorum. Bu bahar iyimserliği ile geçen haftanın olaylarından sadece ikisine kısaca değinip kırlardan derlediğim çiçeklerden söz edeceğim… Tüm dünyada yayılan domuz gribinin karamsarlığına, teröre ve Fethullahçı medyanının çirkinliklerine inat…

Geçen haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz 1 Mayıs kutlamaları idi. Bu yıl 1 Mayıs nerdeyse dünyanın tüm ülkelerinde kutlandı. Japonya’dan, Pakistan’a, Fransa’dan Küba’ya kadar tüm ülkelerde çok renkli kutlama görüntüleri vardı. Bu görüntüleri 1 Mayıs günü hem televizyonlardan hem de yazılı medyanın internet sitelerinden keyifle izledim… Haber ajansları sadece 3 ülkeden çatışma görüntüleri verdi… Almanya, Yunanistan ve Türkiye…

Bu yıl da Türkiye 1 Mayıs’a geçen yıl ki “orantısız güç” görüntülerini anımsayarak tedirginlik içinde geldi… Ancak sokak aralarında polis – gösterici çatışmalarını saymazsak bu yıl 1 Mayıs’ta en çok kullanılan sözcükle “makul sayı” da işçinin 31 yıl sonra Taksim’de yaptığı anma ve kutlama ile gelecek yıllar için umutlu bir gün oldu. Öncelikle Hükümetin tüm dünyada olduğu gibi 1 Mayıs’ı “ Emek ve Dayanışma Bayramı” olarak yasalaştırması ilk olumlu işaretti. Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının 100.yılında devletin ve sendikaların “makul sayı” pazarlıkları ile devletin “Taksim kabusu” işçilerin “Taksim hasreti” bitti. Bu anlamda 3 konfederasyon ayrı ayrı makul sayıda gelse de Taksim Meydanı’nda çok hoş görüntüler vardı. 77 1 Mayıs’ında işçilerin üzerine ateş açılan otelin pencerelerine asılan bir pankart ise günün en anlamlı pankartıydı. “ 1 Mayıs 77’de buradan ateş edenler BU-LUN-SUN !”

32 yıl önce o katliama tanık olmuş bir yurttaş olarak benimde 32 yıldır talebim buydu. Türkiye siyasi tarihinin bu kara sayfasının aydınlatılması için umutlu adımlar atılır artık… Önümüzdeki yıllarda 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramının Taksim’de tüm işçilerin katılımı ile kutlanmasını umut ediyorum. Farklılıklara karşın 3 işçi konfederasyonumuz bu bayramda olsun bir aya gelirler. Bu yıl bu anlamda Fransa’daki kutlamalar bize örnek olmalı. Fransa’nın tüm işçi konfederasyonları ( 7 adet ) bu yıl bir arada ve 360 kentte milyonların katılımı ile 1 Mayıs kutladılar. Kapitalizmin küresel krizine karşı işçi sınıfının taleplerini haykırdılar… Biz de neden olmasın ?

Hafta sonunun en güzel olaylarından birisi de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 20. yaşını Fazıl Say konseri ile kutlaması idi. ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan Hoca’nın tekerlekli sandalyesi ile katıldığı konser gelecek için insana umut veren bir etkinlikti. Çağdaşlığın ve sanatın bu ülkenin gençlerine ne güzel yakıştığını görmek insana umut veriyordu…

Bu hafta umutlu yazı yazmamın bir başka nedeni daha var. Bu neden de bu sütunlarda 17 Aralık 08 tarihinde yazdığım “İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne… “ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ” başlıklı yazıma Bursa’dan bir öğrencinin yaptığı yorum oldu. Bu yazımı internette bulup okuyan ve yorum yazan öğrenci kardeşimin yorumunu noktasına virgülüne dokunmadan olduğu gibi sizinle paylaşmak istiyorum.

merhaba ben bir iznik aşığıyım ve gerçekten yazınıza hayran kaldım... bursa merkezde oturuyorum ancak izniğe birkaç kez gittim... onun dışındada internette araştırma yaptım... gerçekten türkiyenin yavrusu... tarihi bir kentte olabilecek herşey var. kültür başkenti ve daha fazlası... şimdiki belediye başkanı katliam yapıyor orası ayrı mesele... hayalimde mimarlık okuyup izniğe belediye başkanı olmak var... tabii görevimi kötüye kullanıp mütahitlerin elinde eserleri gezdirmem ! her işin adabı vardır. ayasofya inşaat şirketinin elinde eriyip bitti... mail adresimden bana ulaşırsanız sevinirim “

Fazla söze, yoruma gerek var mı ?

İki yazımın sonunda kullandığım ve bu yazının başına koyduğum cümleleri biraz açmak istiyorum. Dost okurlarımın bildiği gibi son yıllarda fotoğraf çalışmalarım yazılarımın önüne geçti. Özellikle de bu bahar günlerinde yaşadığım köyün kırlarında elimde fotoğraf makinesiyle kır çiçeklerinin fotoğraflarını çekmek için dolaşıp duruyorum. Kır çiçeklerinin sadece fotoğraflarını çekmekle kalmıyorum. Bu çiçekler hakkında araştırmalar yapıyor. Onların latince adlarını, yerel adlarını saptadıktan sonra özeliklerini öğreniyorum ve bu bilgilerle arşivliyorum. Artık neredeyse hangi tepede, hangi ağacın yanında hangi çiçek var bilebiliyorum. Bu uğraşım da bana bu bahar aylarında doğrusu büyük keyif veriyor…

Bu çalışmalarımdan dört tanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Kır çiçeklerinden bu küçük derlememi Hıdırellez armağanı olarak kabul edin lütfen…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 6 MAYIS 09


*

*

*

27 Nisan 2009 Pazartesi

AÇIKLAMA
“ Erzurum’dan ABD’ye bir yol hikayesi
Fethullah Gülen’in önlenemez yükselişi “

Başlığıyla başladığım yazı dizisinin blogumda çok yer kaplayacak olması,bu arada güncel gelişmelerden uzaklaşmamak ve de yazının bütünlüğünü de düşünürek ilgilenen arkadaşlar için bu yazının İngilizce ve Türkçe linklerini vermek istiyorum.

Türkiye’de olup biteni, ergenekon dalgalarını, cemaat ve iktidar yanlısı medyanın yazılarını anlamak açısından okunmasında yarar olan bir yazı. Yazının tümüne katılmak mümkün değil. Bu nedenle tartışmaya açık, herkesin kendince değerlendireceği bir yazı… Cemaat medyasının bu yazıdan çok rahatsız olmasının bir anlamı olmalı.

Bilgilerinize sunarım.

http://www.meforum.org/2071/fethullah-gulenin-buyuk-ihtirasi
http://www.meforum.org/2045/fethullah-gulens-grand-ambition


* Linklerin orijinali " BAĞLANTILARIM" bölmündedir.
Erzurum’dan ABD’ye bir yol hikayesi
Fethullah Gülen’in önlenemez yükselişi

Yazı Dizisi : ( 1 ) GİRİŞ


Son haftalardaki yazılarımda kısa kısa da olsa “Takkeli Herkül” Fethullah Gülen’den söz ettim. Son 20 yılda Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda en çok tanınan, ulusal ve uluslararası basında hakkında en çok yazı yazılan kişisi, aynı zamanda en çok sevilen, en çok nefret edilen, kısacası en çok tartışılan kişisi hiç kuşkusuz Fethullah Gülen’dir…Bir zamanlar vaaz kasetleri elden ele dolaşır, her akşam bir televizyon konalında yeni bir kasedi ortaya çıkardı. Sonra dünyanın bir çok ülkesinde açtığı “Türk Okulları” ile de gündem oluşturdu. Son iki yıldır da Türkiye’nin gündemini oluşturan “Ergenekon Davası ve operasyon dalgaları” ile bağlantılı olarak adı devamlı gündemde olan Fethullah Gülen’i savunan televizyonları, gazeteleri ile özel medyası var. Kendisine “Hocaefendi” olarak hitap edilen ve 98 yılından beri ABD’ de yaşayan Fethullah Gülen hakkında bu yılın Ocak ayında Amarikan Middle East Quarterly dergisinde Rachel Sharon-Krespin imzalı “ Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası - Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi” başlıklı uzunca bir yazı yayınlandı.



Bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi 15 Ocak 09 tarihinde ` Gülen imparatorluğu` manşet haberi ile okuyucularına duyurdu. Milliyet Gazetesi de “Gülen cemaati devleti ele geçirdi “ başlığını kullanıyordu. Aynı gün başta Zaman Gazetesi olmak üzere Hocaefendi medyası “ Cumhuriyet Fethullah Gülen’e Saldırdı” başlıklı aynı haberi ortak kullanıyorlardı. 17 Ocak’ta Zaman Gazetesi Washington Temsilcisi Ali H. Aslan “ ABD’de yazılan her şeye neden itibar edilemez ?” başlıklı haberi ile Rachel Sharon-Krespin’in yazısının etkisini kırmaya çalışıyordu. Hocaefendinin müritleri ise Amerikan dergisinde çıkan yazıyı haberleştiren başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere kendileri dışındaki herkese “Ergenekon” sopasını göstererek inanılmaz tehditler savuruyorlardı…

Bir yandan da Mehtap Tv.den Ali Ünal gibi Hocaefendi’yi yüceltiyorlardı… “ 120'ye yakın ülkeye yayılmış hizmetleri, müesseseleri görmeyerek, bütün dünyada iletişim koridorları açan ve günümüzde İslâmî-insanî hizmetlerin en temel zeminini oluşturan hoşgörü ve diyaloğa, bunu benimseyen insanlara ve Hocaefendi'ye bir defa daha saldırı adına kullanabilmektedir. “ Kısacası Rachel Sharon-Krespin’in Fethullah Gülen yazısı medya dünyasını karıştırmaya yetiyordu.

98 yılından beri Türkiye’ye gelemeyen, Suudi Arabistan ve İran gibi İslam ülkelerine gidemeyen Fethullah Gülen ABD’den beyaz takkesi ile Herkül.org internet sitesinden kendi imparatorluğunu ve Türkiye’yi yönetmeye çalışıyor… Fethullah Gülen’i anlatan Rachel Sharon-Krespin’in bu uzun yazısının Türkçesini İznik DOĞUŞ okurlarına ve blogumdaki okurlarıma bölümler halinde sunmak istiyorum. Daha önce ulusal basında yayınlanan, internet ortamında dolaşan bu yazıdaki görüşlerin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bu yazıyla Fethullah Gülen’i biraz daha tanımış olacaksınız. Bu giriş bölümünden sonra buyurun ilk bölümü okumaya…

Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası
Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi


Türkiye'nin iktidar partisi AKP, yonetiminin yedinci yılına girerken Türkiye artık bu partinin ikitidarı eline geçirdiği yıldaki laik ve demokratik ülke değildir. AKP bürokrasiyi kendi kontrolü altına geçirerek Türkiye'nin temel kimliğini değiştirmiştir. AKP'nin yükselişinden önce Ankara'nın yüzü Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'ya çevriliydi. Bugün, Avrupa Birliği'ne katılma retoriğine karşın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıp Rusya ve İran'a yaklaştırmış ve Türk dış politikasının Orta Doğu'daki pozisyonunu yeniden şekillendirerek, İsrail'e duyulan sempatiden vazgeçip Hamas, Hizbullah ve Suriye'ye yönelik dostlukları geliştirmiştir. Amerikan karşıtı, anti-Hırıstiyan ve anti-Semitik duygular artış göstermiştir.

Türkiye'nin bu radikal dönüşümün ardında sadece AKP'nin siyasi makinası değil, gizemli Hocaefendi Fethullah Gülen tarafından yönetilen sinsi İslamcı tarikat da vardır. Bu İslamcı tarikat, kendini hoşgörü ve uzlaşma savunucusu olarak göstermeye çalışıyor olsa da, tam tersi birtakım karanlık işlerin peşinde koşmaktadır. Bugün Fethullah Gülen ve takipçileri, yani Fethullaçılar, sadece iktidarı etkilemekle yetinmiyor, iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlar.

Bugün Türkiye'de 85 bin cami var. Yani, her 800 vatandaşa bir cami düşüyor. Bunu bir de hastane sayısıyla karşılaştıralım: Her 60 bin vatandaşa bir hastane. Türkiye'de kişi başına düşen cami sayısı dünyadaki en büyük orandır. Bir de 90 bin imamı düşünün. Doktor ve öğretmen sayısından daha çok.

Türkiye'de medrese benzeri binlerce imam-hatip okulu ve sayısı 4.000'i aşan devlet destekli resmi Kuran kursları var-bu rakama gayri resmi Kuran kursları dahil değildir. Onları da eklerseniz, en az on kez daha büyük bir rakamla karşılaşabilirsiniz.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın harcamaları beşe katlanmıştır. 2002'de 553 trilyon Türk lirası (yaklaşık 325 milyon Amerikan doları) harcama yapmış olan başkanlık, harcamalarını AKP'nin ilk dört buçuk yıllık iktidarı sırasında 2.7 katrilyon liraya çıkarmıştır. Bu başkanlığın bütçesi diğer sekiz bakanlığın toplam bütçesinden daha büyüktür.[1] (*) Yazıdaki bu dipnotları son bölümde yayınlayacağım.

Türkiye'de Cuma namazına katılım oranı, İran'ınki aşıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın hükümlerine karşın, devlet okullarında zorunlu Sünni İslam eğitimi devam ediyor.[2] Hem Başbakan Erdoğan, hem Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu "ulemaya danışalım"a karşı gösterilen tepkileri eleştirmişlerdi.

Bütün bu gelişmeler arasında, Fethullah Gülen Türkiye'nin siyasi platformunu şekillendirmeye çalışan bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Bunu yaparken de hem AKP'nin içindeki yandaşlarını kullanıyor, hem de cemaatin inanılmaz derecede büyük medya imparatorluğunu, finans kurumlarını, bankalarını, işletme birimlerini, binlerce okul, üniversite, ışıkevleri ve benzeri kurum ve kuruluşlardan oluşan uluslararası ağını harekete geçiriyor. Fethullah Gülen bir finans imparatorudur.

En iyi tahminlerle, 25 milyar dolarlık kontrol dışı ve karanlık bir bütçesi var.[3] Fethullahçı cemaatin AKP'yi doğrudan destekleyip desteklemediği, AKP'yi iktidara getiren güç olduğu henüz tam anlamıyla kanıtlanmamış olsa da, detaylar o kadar da önemli değil. Her ne olursa olsun, Fethullah hareketi AKP'nin iktidara gelmesini sağlayan en büyük güçtür.

/// Devam edecek///

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 29 NİSAN 09

19 Nisan 2009 Pazar

İki Yıl Önce ve Bugün…NE ŞERİAT NE DARBE

İki Yıl Önce ve Bugün…
NE ŞERİAT NE DARBE


Bu haftalık yazımı yazmak için Pazartesiyi beklemeden Pazar günü yazıyorum. Hafta başında ne olur ne olmaz… Türkiye’de gündem yine bir dalga ile değişebilir.

Geçen hafta Pazartesi günü yazımı yazarken bir yandan da televizyonlardan Ergenekon’un 12.dalgasını izliyordum. Türkiye bir hafta boyunca bu dalgayı konuştu, yazdı, okudu ve tartıştı…

Bu 12.dalga adı verilen operasyonun sonucu gözaltına alınan kırktan fazla kişiden çoğunluğu ÇYDD ve ÇEV çalışanları iki-üç günün sonunda serbest bırakılırken Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal, Uludağ Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, İnönü Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu, 19 Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Ferit Bernay, Van 100.Yıl Üniversitesi eski rektör yardımcısı Prof.Dr.Ayşe Yüksel ve Prof.Dr.Erol Manisalı tutuklanarak cezaevine konuldu. Cezaevinde rahatsızlanan dünyanın ünlü cerrahlarından Prof.Dr.Mehmet Haberal İstanbul Üniversitesi Hastanesi yoğun bakım üniversitesinde yaşam mücadelesi veriyor…

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof.Dr. Türkan Saylan ise zaten hastanede kanser tedavisi gördüğü için gözaltına alınmamıştı. Ancak Türkan Hoca’nın evi, ÇYDD Genel Merkezi ve Şubeleri saatlerce aranmış, tüm bilgisayarlara, evraklara el konulduğundan derneğin burs verdiği 40 bin öğrenci bu ay burslarını alamadı. Türkan Hoca ilerlemiş hastalığına ve yaşına karşın hafta boyunca dik durdu. Her televizyon programına katılarak olup biteni anlattı. Ancak hafta sonunda kendi deyimiyle onun da pili bittiğinden pilini şarj etmek ve son nefesine kadar mücadelesini sürdürmek için tekrar hastaneye döndü… Geçen haftanın en kısa özeti bu.

Bu 12.dalganın tepkilerinden de birkaç satırbaşı vereyim…Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gözaltına alınarak Ankara’dan İstanbul’a götürülen Prof.Dr.Mehmet Haberal’ı havaalanında uğurlaması ve bu uğurlamaya Milli Eğitim Bakanının eleştirisi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin burs verdiği öğrencilerine burs vermek için halktan gelen müthiş destek… Fazıl Say ve Genco Erkal başta olmak üzere diğer sanatçılardan gelen destekler. Dün de yüzbinlerin Ankara’da Anıtkabir buluşması. Bunlar olumlu tepkiler. Bir de ulusal basındaki tepkiler var. Vakit Gazetesi’nin aşağılık saldırıları Türkan Hoca’nın hastalığını bile kullanarak daha da iğrençleşerek sürdü. Taraf Gazetesi’nin “ Postallı Profesörler” başlığı kendi yazarlarının bile tepkisini çekti. Aklı başında hukukçuların bu dalgadaki hukuka karşı usulsüzlük vurgulamalarına da değindikten sonra siyasilerin tepkilerine ve tepkisizliklerine hiç değinmiyorum.

Bu konu ile ilgili olarak bugünden iki yıl öncesine 07 yılına bir geri dönüş yapıyorum. İki yıl önce bahar aylarında Türkiye’nin gündeminde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhuriyet mitingleri vardı…

Bu gazetede yani İznik DOĞUŞ Gazetesi’nde o günlerde yazdığım yazılarımın ikisinden alıntı yaparak o günleri anımsıyorum…

28 Mart 07 tarihli DOĞUŞ’taki “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımın son paragrafı şöyleydi :

Siyaset oyununu terk etmiş bir seyirci, bir yurttaş olarak gönlümdeki adayı açıklayarak bu yazıyı bitireyim. Bir kere zaman zaman sigortası atan, Cumhuriyetin temel ilkelerine inanmayan, bana göre çağdışı görüşleri olan Sayın Başbakanı asla Çankaya’da görmek istemiyorum… Gönlümdeki aday çağdaş bir yaşamı savunan, bu ülkenin temel meselesini eğitim olarak gören bu konuda yüreklice çalışan güzel insan Sayın Türkan SAYLAN’ı Çankaya’da görmek istiyorum. Bir yurttaş olarak benim görüşüm ve isteğim de bu. “

2 Mayıs 07 tarihli yazımın başlığı ve alt başlıkları ise şöyleydi…

“ 27 NİSAN ÖNCESİ VE SONRASI
Uzlaşma-İnatlaşma ve Cumhuriyet’i korumak...** Ne haki yeşili- Ne türbe yeşili- En güzeli demokrasi çiçekleri... *** 29 Nisan Cumhuriyet Bayramı “


İşte bu yazımın son bölümünü de buraya aynen alıyorum…

“Ama siyasal düşünceleri 40 yıldır solda olan bir insan olarak asla bir askeri darbeyi savunamam.Türkiye’nin sorunları asla askeri darbelerle askeri yönetimlerle çözülemez. Cumhuriyet’in koruyucusu da sadece askerler değildir.Türkiye’nin sorunları demokrasi ile çözülür. Cumhuriyet’i korumak ta 14 ve 29 Nisan’da olduğu gibi halkın görevidir. Halk bu görevinin de bilincinde olduğunu da göstermiştir.
Cumhuriyet’e ve Demokrasiye sahip çıkan milyonlarca insan 14 ve 29 Nisan’larda yazımın ikinci alt başlığı olan sloganı atmıştır ki aynen katılıyorum...
Ne haki yeşili-Ne türbe yeşili-En güzeli demokrasi çiçekleri...

29 Nisan Pazar günü İstanbul Çağlayan Meydanı’ndaki Cumhuriyet mitingindeki milyonlarca insandan biriydim. O bayrak selini, o coşku selini, Cumhuriyet’i korumadaki o kararlılığı, insanca korkuyu, güveni, mutluluk göz yaşlarını görmeliydiniz, yaşamalıydınız... O mitingi hiç bir siyasi parti düzenleyemez. O kendiliğinden bir mitingdir. O mitingte AKP iktidarının uygulamaları, laiklik ve Cumhuriyet’e karşı siyaseti eleştirilmiştir.
Ama aynı zamanda muhalefet partilerine “BİRLEŞİN !” mesajı verilmiştir.
Benim için İstanbul Çağlayan Cumhuriyet mitingi bir Cumhuriyet Bayramı’dır. Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun !
1 Mayıs İşçi Bayramı’nı da kutluyorum...30 yıl önce 1 Mayıs 77’de katledilen insanlarımızı da saygılarımla anıyorum.”


İki yıl önce o Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyici ve konuşmacılarından biriydi Prof Dr. Türkan Saylan… Basından öğrendiğimize göre Ergenekon’un 12.dalgasında tutuklananlara bu mitingler soruluyormuş… Ne diyelim ? Bu Ergenekon savcılarının işi de çok zor. O kadar insanı sorgulamak kim bilir kaç yıllar sürer. O kadar insanı içine alacak hapishaneler yapmak ta ülke ekonomisini bayağı sarsar… IMF’den gelen para da yetmez…

Geçen hafta Ergenekon’un 12. dalgasının gölgesinde kalan bir haber gözlerden kaçtı. Beni de yalanlayan bir haber bu… Geçen haftaki yazımda ben “ takkeli herkül “ Fethullah Gülen’in ABD’de CIA ve FBI korumasında yaşadığını yazmıştım ya meğer öyle değilmiş… Bakın geçen hafta ajanslara düşen ve gölgede kalan haberin başlığına… “Vakit Gazetesi Yazarı Abdurrahman Dilipak'tan Fethullah Gülen ve cemaatini çok kızdıracak sözler: "Gülen cemaatini sadece ABD"den ibaret görmemek gerek. Vatikan’ la da ilişkisi var"

Asıl yazmak istediğim konu olan Ergenekon dalgaları – Fethullah Gülen – Türkan Saylan ilişkisine yer darlığı nedeniyle değinemiyorum. Bir yanda kadını türbanı, çarşafı ile evine kapatmak, toplumsal hayattan çekmek isteyen, eğitimi de Taliban zihniyetiyle sadece Fethullah Gülen okullarında okutmak olarak gören bir zihniyet var. Bir yanda da “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarıyla kızları okutmaya, özgürleştirmeye çalışan Türkan Saylan’ın öncülük ettiği çağdaş yaşam zihniyeti var… Bu iki zihniyetin çatışması olan bu gündem maddesini izlemeye devam ediyoruz.

Ben kendi adıma iki yıl önceki durduğum yerdeyim. Aynı Türkan Hoca gibi iki yıl önce de bugün de haykırıyorum… NE ŞERİAT NE DARBE !

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 22 NİSAN 09