25 Mayıs 2009 Pazartesi

TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN

TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN

Geçen hafta 18 Mayıs Pazartesi gününün ilk saatlerinde haftalık yazımı yazıp DOĞUŞ’a gönderdikten ve blogumda yayınladıktan sonra beklenen acı haber Prof.Dr. Türkan Saylan’ın ölüm haberi geldi… Türkan Hoca’nın ölüm haberi ile içime tarifsiz bir hüzün çöktü.

Türkan Saylan, binlerce yıldır dünyada ve bu topraklarda en korkulan hastalıklardan olan ve hastaların toplum dışına atılarak ıssız mağaralarda ölüme terkedilen cüzzam hastalığı ile mücadelenin öncü bir hekimi ve bilim kadınıdır…

Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucu genel başkanı olarak 20 yıldır bu ülkenin eğitim sorununa kendini adamıştır. “Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarla onbinlerce yoksul kız öğrencinin eğitim almasını sağlamıştır. Yine yüzlerce kız yurdu açılmasını sağlamış, onbinlerce üniversite öğrencisine burs sağlamıştır.

Türkan Saylan, “ Ne şeriat, ne darbe !” diyerek gericiliğe ve askeri darbelere karşı Cumhuriyet’i ve laiklliği savunan bu ülkede giderek azalan örnek bir aydın duruşunu bize göstermiştir.

Türkan Saylan, örnek bir hekim ve bilim kadını, örnek bir eğitimci ve örnek bir aydındı. Çalışmalarını takdirle izlediğim Türkan Saylan 07 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde benim gönlümdeki Cumhurbaşkanı adayımdı… Bu konudaki düşüncelerimi de İznik DOĞUŞ Gazetesi’nin 28 Mart 07 tarihli sayısında yayınlanan “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımda açıklamıştım…

Benim Cumhurbaşkanı adayım Türkan Saylan benim gibi düşünen milyonların gönlünü kazanmıştı… 19 Mayıs’ta gerçekleşen Türkan Hoca’nın görkemli cenaze töreni bunun kanıtıdır.

Milyonların gönlünü kazanan Türkan Saylan şeriatçı gericilerin de korkulu rüyası olmuştu… Akıl almaz saldırıların ve hedef göstermelerin sonucu 13 Nisan Pazartesi günü Ergenekon’un 12. dalgası kapsamında Türkan Saylan’ın evi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Merkezi ve şubeleri polis tarafından basılıyordu… Saatler süren arama sonunda Türkan Hoca hastalığı nedeniyle göz altına alınmıyor ama tüm kişisel evraklarına, kendi deyimiyle “aşk mektupları” dahil el konuyor, ÇYDD merkezindeki bilgisayarlarla birlikte öğrencilerin burs dosyaları da götürülüyordu. Türkan Saylan böylesi bir baskıyla sindirilmek isteniyordu. Ancak bu baskı Türkan Hoca’nın hastalığına karşın onurlu direnişi ile ters tepti. Duyarlı aydınların, sanatçıların ve bazı medya kuruluşlarının da çağrısı ile halkımız Türkan Hoca’nın öğrencilerine burs verme yarışına girişiyordu…

Türkan Saylan Hoca’nın 19 Mayıs tarihinde gerçekleşen görkemli cenaze töreninden de çıkarılacak dersler vardı. Birinci ders; Devlet ve hükümet destek yerine köstek olsa da Türkan Hoca’nın sağlık, eğitim ve çağdaşlaşma alanındaki çalışmalarını milyonlar takdir ediyordu…

İkinci derste ise ; Dinci, şeriatçı gericiliğin tetikçiliğini yapan Vakit Gazetesi’nin Türkan Hoca’ya yönelttiği akıl almaz saldırılara Türkan Hoca’nın cenaze namazını kıldıran aydın bir din adamının gerekli yanıtı vermesiydi.

Üçüncü ders ise ; Herkesin saflarının belli olmasıydı. Başbakanın ağzından “herkesin hükümeti” olacağını açıklayan AKP hükümeti bu sözünü de tutamıyor, kebapçı açılışlarına bile giden bakanlarından birini bile Türkan Hoca’nın cenazesine gönderemiyordu. Bir tarikat şeyhi öldüğünde Fatih Camisi’nin avlusunu dolduran devlet erkanından kimse Teşvikiye Camii’ne gelemiyordu. Aynı korku İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanını ve atanmış 1 Mayıs kahramanı Valisini de sarmıştı…

Dördüncü ders ise Türkan Hoca’nın vasiyeti idi… 100 bin öğrenciye burs ve her kasabaya bir kız öğrenci yurdunu gerçekleştirmek… Benim inancım Türkan Hoca’nın vasiyetinin bu ülkenin insanları tarafından mutlaka gerçekleştirileceği yönünde. Türkan Hoca’nın bu vasiyeti bizim için bir görevdir. Çağdaş, aydınlık bir Türkiye için hepimize düşen bir görev… Kardelenlerin arasından yeni Türkan Saylanlar çıkacaktır. Kardelenler ağır kar örtüsünü yırtıp güneşe çıktıkları gibi bu ülkenin üstüne örtülmek istenen dinci şeriatçıların kara örtüsünü de yırtacak ve bu ülkeyi aydınlık, çağdaş bir geleceğe taşıyacaktır…

***
İki haftadır sürdürdüğüm “ DREYFUS DAVASI VE ZOLA” yazı dizisinin sonuç bölümünü gelecek haftalarda yayınlayacağım…

Geçtiğimiz hafta ülkemizi ziyaret eden Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva hakkında yazmayı planladığım bir yazıyı zorunlu olarak daha sonraki haftalara bırakıyorum…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 27 MAYIS 09

18 Mayıs 2009 Pazartesi

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2


Geçen hafta 115 yıl önce Fransa’da yaşanan Dreyfus davasını özetlemeye çalışmıştım. Bu hafta Dreyfus Davası’nda ünlü yazar Emile ZOLA’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışacağım. Emile Zola’yı sadece bu dava ile özdeşleştirmemek gerekir. Onun yazarlığından ve eserlerinden de biraz bahsetmek isterim.

2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902 tarihleri arasında yaşamış olan Emile Zola, natüralizm akımının öncüsü Fransa’da ve dünyada çok tanınan bir romancıdır. Kitaplarından bazıları : Nana, Germinal ve Meyhane’dir.

Benim 70’li yılların ortasında okuduğum ve çok etkilendiğim Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının baş yapıtı olan Germinal romanı yüzün üzerinde ülkede yayınlanmıştır. Bu ünlü roman 5 kez sinemaya iki kez de televizyona uyarlanmıştır. Germinal’den esinlenerek yapılan iki sinema filmini de görmüştüm…

Maden işçilerinin gerçekçi yaşamını ve bir grevin öyküsünü anlatan Germinal kelime olarak ürün ve bereket anlamına gelmektedir. Emile Zola romanının sonunda sosyalist ve yenilikçi görüşlere yönelik bir umut verir. “Şimdi, nisan güneşi, toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu.” Zola’nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve “Germinal! Germinal!” diye bağırmışlardır. O zamandan itibaren kitap çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.

Geçen haftaki yazımda yazısından alıntılar yaparak Dreyfus Davası’nı özetlediğim Sayın Gül Tekay BAYSAN’ın aynı yazısından bu ünlü davaya Zola’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışayım…


“ Irkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmakla birlikte, Zola başlangıçta Dreyfus davasıyla yakından ilgilenmez. Olay gündeme geldiğinde İtalya'dadır; Paris'e dönüp gerçekleri öğrenince etkin bir kampanya başlatmayı gerekli bulur.

25 Kasım 1897'de Le Figaro'da çıkan "Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz" başlıklı yazısı yayınlanır. Bu güçlü fikir yazısı süssüz ama inandırıcı diliyle yazınsal bir yapıt güzelliğindedir. Zola bu yazısında, "kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan bir kamu oyu", satışlarını artırmak için "kışkırtıcı davranan" bir basın, "bu çılgınlığı körükleyen" "budalaca" bir bağnazlık karşısında; dürüst insanlar korkudan seslerini çıkaramamaktadırlar, ancak gerçeğin bu savaştan yengiyle çıkacağını duyurur… "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak", Zola'ya göre, Dreyfus'un suçlanma nedeni eylemi değil ırkıdır. Yazının ikinci evresinde ironinin yerini ciddi, zaman zaman da acıklı bir dil alır. Zola, olayın kendisi için ırk değil, adalet sorunu olduğunu açıklar.

Olay ortaya çıktığında Dreyfus'u şiddetle suçlayan ünlü solcu politikacılar Clemenceau ve Jaures ise artık Dreyfusçu taraftadırlar. Clemenceau'nun çıkardığı L'Aurore, bağnaz yargının kurbanlarını korkusuzca ve inatla savunan Voltaire'in mektuplarını yayımlamaya başlar.

Zola'nın Le Figaro'daki son yazısı 5 Aralık 1897'de çıkar: "Tutanak". Yazar "kepazelik" olarak nitelendirdiği olayların bir özetini yaptıktan sonra, yalan ve iftirayı yayan şoven basını şiddetle kınar. Zola bu yazıda "zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmayan" tarafsız gazeteleri de hedef alır. Oysa tehlike ciddidir. Ülkeyi ortaçağ karanlığına, soykırıma sürükleyebilecek ırkçılık, özgürlüğe aşık Fransa'ya yakışmamaktadır. Bu bağnazlık "sisli bir beynin, dengesiz bir inananın" ürünüdür. Bu "sisli beyin" kampanyayı başlatan Drumont'dan başkası değildir.

Bu yazıda da diğerlerinde olduğu gibi, öfkeli bir söylem göze çarpar. Haksızlığa baş kaldıran dürüst bir adamın sesini duyarız. Yazar, bu ateşli satırların ardından tarihsel bir saptama yapar. Irkçılık, bu "tehlikeli azgınlık", Panama Skandalı yüzünden güçlenmiş, onun ürünü olan Dreyfus olayı toplumsal bir çılgınlığa dönüşmüş, "yurtseverlik alçakça sömürülmüştür". Bu sömürüye ortak olan basın kadar, oy kaygısıyla ona göz yuman politikacılar da suçludur. Haksızlığa karşı çıkması umulan ılımlılardan, radikallerden ve sosyalistlerden hiçbiri "vicdanının sesini" duyurmamıştır. "Tutanak" umutla biter. Zola "gerçek ve adalet" için bir kez daha savaşmamayı dilemektedir. Yazdıklarını yayımlayacak gazete bulamayan Zola, savaşımını broşürlerle sürdürür.

14 Aralık 1897'de piyasaya çıkan "Gençliğe Mektup", Sorbon Üniversitesi'nin bulunduğu Quartier Latin'de Dreyfus karşıtı gösteriler yapan gençliğe bir uyarı niteliğindedir. Yirminci yüzyıla yaklaşırken, İnsan Hakları Bildirgesinin ilanından yüz yıl sonra gençliğin karşı devrimci gösteriler yapması Zola'yı hem şaşırtmakta hem de kızdırmaktadır. Eskiden baskılara isyan etmek, tutucu hocaları ve dalkavuk yazarları kınamak, ezilenleri savunmak için harekete geçen Fransız gençliğinin şimdi kışkırtmalara kapılıp dürüst insanları yuhalamak için sokaklara dökülmesi yazarı derinden yaralamıştır. "Geleceğin kurucusu" gençliğin "din savaşlarına, bağnazlıkların en iğrencine" döndürülmesine isyan eder. Henüz çıkar kaygılarıyla kirlenmediklerinden adalet duygusuyla hareket etmeleri beklenen gençlerin, hak savaşını yaşlılara bırakmış olmalarını ayıplamaktadır. Mektubun sonu, gericilerce kışkırtılan gençliğe bir ders niteliğindedir. "Nereye gidiyorsunuz gençler", "biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz" diyerek bitirir yazısını.

6 Ocak 1898'de ise "Fransa'ya Mektup" adlı broşür yayımlanır, Zola'nın sitemi bu kez tüm ulusadır. Devrimci Fransız halkı, yalanlarla kışkırtılıp çılgın, yobaz bir kitle halini almıştır. Fransa'nın bu duruma düşürülmesi yazara büyük acı verir. Gerçek bu yazının da baş kişisidir. Halkı uyarır: "Gerçeğin yolu kesilir de, uzun ya da kısa süre içinde yer altına atılması başarılırsa o güç birikir, şiddetle patlayacak hale gelir."

Saygın gazetelerin, tirajlarını artırmak için sövgüye başvurarak "ulumalarını”sürdüren küçük gazetelere eşlik etmeleri, ulusal duyguları sömürmeleri, kızdırmaktadır yazarı. Üstelik, Fransa'nın onuruna leke süren bu eylem, ülkeyi savunması gereken ordunun saygınlığını korumak adına yapılmak ta, adaleti savunanlar orduya dil uzatmakla suçlanmaktadır. Meclis dikta heveslilerinin elindedir. Zola, Yahudi düşmanlığı olarak ortaya çıkan ırkçı hareketin, ortaçağ karanlığını geri getirmesinden korkmaktadır. Bu yazısında bu kez tüm Fransa'ya meydan okur. Bir yandan kutsal değerler söyleminin etkisindeki Fransız halkını suçlar, bir yandan da gericiliğin hortlamasının ardında egemenlerin çıkar birliği olduğuna değinir. "Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duyduğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yönetenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları", Oysa cumhuriyet tehlikededir. Yazar yine de Fransa'dan umudunu kesmediğini söyler. Son sözler yine iki kahramana, adalete ve gerçeğe ayrılmıştır.

IV. Dreyfus Davası İçin Bir Dönüm Noktası: "Suçluyorum"

Casusun aklanması yetmezmiş gibi onun suç kanıtlarını bulan Picquart'ın cezalandırılması, Zola'yı bu konudaki en ünlü makalesini yazmaya iter: "Cumhurbaşkanı Felix Faure'a Açık Mektup". Clemenceau'nun gazetesi L'Aurore, bu yazıyı 13 Ocak 1898'de yayımladığında Dreyfus tarihinde yeni bir sayfa açılır. Clemenceau'nun önerisiyle, yazının son bölümünde sık sık yinelenen cümle "Suçluyorum- J'Accuse" başlık olarak kullanılır. “


( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )



İznik’te 32 yıldır haftalık yayınlanan DOĞUŞ’un kısıtlı sayfa olanaklarını düşünürek yazımı ancak haftaya bitirebileceğim. 17 Mayıs Pazar günü Ankara’da Tandoğan Meydanı’nı dolduranların, o meydana gidenleri açıkça tehdit eden Fethullahçı medyanın Dreyfus Davası’ndan ve Zola’dan çıkaracak dersleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de 90.yılını kutladığımız 19 Mayıs’ın emanet edildiği gençlerimiz… Bayramınız kutlu olsun !

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 MAYIS 09

10 Mayıs 2009 Pazar

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1


Hukuk tarihinin ve siyasal tarihin en unutulmaz davalarından biri “ Dreyfus Davası “ olarak bilinen davadır. Bundan tam 115 yıl önce ( yani 1894 yılında ) Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus’un casusluk yaptığı için ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması ile başlayan dava sırasında Fransa’da toplumda ve medyada başlayan tartışmalar bugün bile güncelliğini korumaktadır. O tarihten bu yana dünyanın her yerinde hukuksal olarak toplum vicdanını yaralayan bir dava gündeme geldiğinde Dreyfus Davası da akla gelir.

Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. Dreyfus Davası’nın seyrine, tartışmalarına ve çıkarılacak derslerine geçmeden önce Sayın Sami Selçuk’un söylediklerinden kısa alıntılar yapmak istiyorum…

“ 'Türkiye, Dreyfus Davası olayını yaşıyor'

“Ergenekon davası siyasi bir davadır. Suç siyasi diye dava siyasallaştırılamaz. Dava A’dan Z’ye siyasallaştırılmıştır" diyen Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Ergenekon’un kitabını yazdı.

Ergenekon diye bir dava yoktur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı başkaldırı suçu ve davası vardır. Davanın hukuki adı bu. Siyasi adı ise Ergenekon. Demek davayı siyasileştirme, daha işin başında, ona ’Ergenekon’ adını koyanda başlamıştır.

*
Bugün Türkiye, 115 yıl sonra bir Dreyfus Davası olayını yaşıyor. Toplum ikiye bölünmüş. Ergenekon diye mitolojik ve politik anlam yüklü, toplum bilincini saptırıcı bir dava karşısındayız. Dava bu adlandırmayla birlikte daha baştan kirletildi. Kanımca bu yüzden daha da duyarlı olmak zorundayız. Çünkü böyle ortamlarda maddi gerçeklerin uç/düşsel/gerçek benzeri/ yanılgılara yenilme olasılığı artar. Tıpkı iyi huylu urun, kötü huyla ura dönüşmesi gibi. Olayda hukuksal yanlışlıklara değinenleri, davayı sulandırmak isteyen, ordu yanlıları; bunları dile getirmeyenleri ordu karşıtı diye göstermek, karalamak sığlıktır.

*

Aziz Nesin, ’Türkiye’de üç kişiden beş kişi ozandır’ demişti. Bugünlerde de üç kişiden beş kişi yargıç kesildi, Türkiye’de. Dava dosyalarını inceleyen fakat duruşma yapmadıkları için yüzleşmeyi ve diyalektiği yaşamayan Yargıtay yargıçları bile bu yetkilere sahip değilken her önüne gelen aylardan beri soluk alır gibi hüküm kurup duruyor.

*

Soruşturmanın gizliliği gerekçesi çok insancadır, çok güçlüdür, çok tutarlıdır. Kuşkulunun öz saygısı, şerefi örselenmemeli. Suç işledikleri sanılan insanlar incitilmemeli, lekelenmemeli. Ön soruşturma asla bir güç gösterisine dönüştürülmemeli.

*

Herkesin ve özellikle tutuklu bulunan kuşkuluların iddianameleri makul sürede yazılmalıdır. Yazılmazsa ve hangi eylemlerden dolayı yargılandıklarını bilme haklarına saygı duyulmazsa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre adil yargılanma hakkı çiğnenmiş olur.

*

Özel yaşamı ve konut dokunulmazlığını çiğneyen arama, mülkiyet hakkını örseleyen el koyma, birey özgürlüğünü ortadan kaldıran gözaltı, tutuklama gibi işlemler birer önlemdir. Kural gereği ’istisna’dır. Zorunlu olduğunda başvurması gereken ’son çare’dir, ’sıra dışı’dır. Öyleyse özenle kullanmak gerekir.

Dreyfus: Haksız suçlamaların simgesi

Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransız Savaş Bakanlığı’nda çalışırken Almanlar için casusluk yapmakla suçlandı. Somut kanıt olmamasına karşın Savaş Konseyi, bir gizli dosyaya dayanıp 22 Aralık 1894’te Dreyfus’a ömür boyu sürgün ve rütbesinin geri alınması cezası verdi. Ünlü yazar Emile Zola, bir gazetede Dreyfus’u savunan, "İtham ediyorum" başlıklı yazısını kaleme aldı. Bu yazıyla başlayan mücadele sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu anlaşıldı, nişanı ve rütbesi geri verildi. Bu dava, tarihte haksız suçlamaların simgesi haline geldi. “

( TEMPO 24 )

Hukuk eğitimi almış bir yurttaş olarak Yargıtay Onursal Başkanı Sayın Sami Selçuk’un görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim… Şimdi bu ünlü Dreyfus Davası’nın kısa bir özetini sizlere bir başka yazıdan alıntı yaparak aktarmak istiyorum…

“ 1894 güzünde Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunur. Yüzbaşı Dreyfus'un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmay'dan basına sızdırılır. Irkçı gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus'un casuslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus'a ait olduğunun kanıtlanması kolay değildir.

Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının kuşkulununkine hiç benzemediğini söyleyince, istenen yanıtı verecek yeni uzmanlar bulunur.

Önyargıyla hazırlatılan raporlara dayanılarak, Dreyfus'a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır.

Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen İstihbarat Müdürü Albay Sandherr, Dreyfus'un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Henry sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı du Patty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır.

Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askeri mahkemeye ulaştırır. Savcı, iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: "Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması", "fazla kültürlü olması", çok iyi Almanca bilmesi gibi özellikleri nedeniyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişidir. Sanığın gittiği savlanan yerlerden getirilecek "olası tanıklar kuşkulu" kimselerdir'.

Dava sırasındaysa tanıklıklar ciddiyetten yoksun, hatta gülünç bir biçimde yapılır. Sanığın suçlu olduğunu adını vermediği "şerefli bir adamın" uyarılarından anlayan Henry, bu konuda ant içerken bir eliyle de İsa'nın resmini gösterir.

Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkum olur. Yaşam boyu cezasını çekmek üzere Şeytan Adası'na yollanacaktır.

Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri, düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk, bu aşağılama törenini "Yahudiler'e ölüm", "haine ölüm", "kahrolsun Yuda" sloganları atarak izler. Dreyfus Şubat 1898'de Şeytan Adası'na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.

Ailesi, basının kışkırttığı bu düşmanca ortamda Dreyfus'un suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Militan basından geri kalmamak için büyük gazeteler de kendilerini bu havaya kaptırırlar.

Bir subay hiçbir kanıt olmadan, ısmarlama bilirkişi raporları, varsayımlara dayanan bir iddianame, gülünç tanıklıklar ve sahte belgelerle vatana ihanet gibi ağır bir suçtan hüküm giymiştir. “


( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )

Dava sürecini anlatan bu cümleler size de tanıdık geliyor mu ? Dreyfus Davası’nda gerçeğin ortaya çıkmasında büyük payı olan Fransız edebiyatının ünlü yazarı Emile ZOLA’nın bu katkılarını ve sonuçlarını gelecek hafta yazacağım.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 13 MAYIS 09

4 Mayıs 2009 Pazartesi

KIR ÇİÇEKLERİ

KIR ÇİÇEKLERİ

8 ve 15 Nisan tarihli yazılarımı aynı cümlelerle bitirdim…

“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki…

Bu hafta ise bu cümleleri yazımın başına alıyorum… Dünyanın ve Türkiye’nin gündeminden sıkıcı haberleri görmezden, duymazdan geliyorum. Ya da bardak örneğinde olduğu gibi bardağın dolu yanına bakıyor ve umutlu olmak istiyorum. Bu bahar iyimserliği ile geçen haftanın olaylarından sadece ikisine kısaca değinip kırlardan derlediğim çiçeklerden söz edeceğim… Tüm dünyada yayılan domuz gribinin karamsarlığına, teröre ve Fethullahçı medyanının çirkinliklerine inat…

Geçen haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz 1 Mayıs kutlamaları idi. Bu yıl 1 Mayıs nerdeyse dünyanın tüm ülkelerinde kutlandı. Japonya’dan, Pakistan’a, Fransa’dan Küba’ya kadar tüm ülkelerde çok renkli kutlama görüntüleri vardı. Bu görüntüleri 1 Mayıs günü hem televizyonlardan hem de yazılı medyanın internet sitelerinden keyifle izledim… Haber ajansları sadece 3 ülkeden çatışma görüntüleri verdi… Almanya, Yunanistan ve Türkiye…

Bu yıl da Türkiye 1 Mayıs’a geçen yıl ki “orantısız güç” görüntülerini anımsayarak tedirginlik içinde geldi… Ancak sokak aralarında polis – gösterici çatışmalarını saymazsak bu yıl 1 Mayıs’ta en çok kullanılan sözcükle “makul sayı” da işçinin 31 yıl sonra Taksim’de yaptığı anma ve kutlama ile gelecek yıllar için umutlu bir gün oldu. Öncelikle Hükümetin tüm dünyada olduğu gibi 1 Mayıs’ı “ Emek ve Dayanışma Bayramı” olarak yasalaştırması ilk olumlu işaretti. Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının 100.yılında devletin ve sendikaların “makul sayı” pazarlıkları ile devletin “Taksim kabusu” işçilerin “Taksim hasreti” bitti. Bu anlamda 3 konfederasyon ayrı ayrı makul sayıda gelse de Taksim Meydanı’nda çok hoş görüntüler vardı. 77 1 Mayıs’ında işçilerin üzerine ateş açılan otelin pencerelerine asılan bir pankart ise günün en anlamlı pankartıydı. “ 1 Mayıs 77’de buradan ateş edenler BU-LUN-SUN !”

32 yıl önce o katliama tanık olmuş bir yurttaş olarak benimde 32 yıldır talebim buydu. Türkiye siyasi tarihinin bu kara sayfasının aydınlatılması için umutlu adımlar atılır artık… Önümüzdeki yıllarda 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramının Taksim’de tüm işçilerin katılımı ile kutlanmasını umut ediyorum. Farklılıklara karşın 3 işçi konfederasyonumuz bu bayramda olsun bir aya gelirler. Bu yıl bu anlamda Fransa’daki kutlamalar bize örnek olmalı. Fransa’nın tüm işçi konfederasyonları ( 7 adet ) bu yıl bir arada ve 360 kentte milyonların katılımı ile 1 Mayıs kutladılar. Kapitalizmin küresel krizine karşı işçi sınıfının taleplerini haykırdılar… Biz de neden olmasın ?

Hafta sonunun en güzel olaylarından birisi de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 20. yaşını Fazıl Say konseri ile kutlaması idi. ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan Hoca’nın tekerlekli sandalyesi ile katıldığı konser gelecek için insana umut veren bir etkinlikti. Çağdaşlığın ve sanatın bu ülkenin gençlerine ne güzel yakıştığını görmek insana umut veriyordu…

Bu hafta umutlu yazı yazmamın bir başka nedeni daha var. Bu neden de bu sütunlarda 17 Aralık 08 tarihinde yazdığım “İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne… “ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ” başlıklı yazıma Bursa’dan bir öğrencinin yaptığı yorum oldu. Bu yazımı internette bulup okuyan ve yorum yazan öğrenci kardeşimin yorumunu noktasına virgülüne dokunmadan olduğu gibi sizinle paylaşmak istiyorum.

merhaba ben bir iznik aşığıyım ve gerçekten yazınıza hayran kaldım... bursa merkezde oturuyorum ancak izniğe birkaç kez gittim... onun dışındada internette araştırma yaptım... gerçekten türkiyenin yavrusu... tarihi bir kentte olabilecek herşey var. kültür başkenti ve daha fazlası... şimdiki belediye başkanı katliam yapıyor orası ayrı mesele... hayalimde mimarlık okuyup izniğe belediye başkanı olmak var... tabii görevimi kötüye kullanıp mütahitlerin elinde eserleri gezdirmem ! her işin adabı vardır. ayasofya inşaat şirketinin elinde eriyip bitti... mail adresimden bana ulaşırsanız sevinirim “

Fazla söze, yoruma gerek var mı ?

İki yazımın sonunda kullandığım ve bu yazının başına koyduğum cümleleri biraz açmak istiyorum. Dost okurlarımın bildiği gibi son yıllarda fotoğraf çalışmalarım yazılarımın önüne geçti. Özellikle de bu bahar günlerinde yaşadığım köyün kırlarında elimde fotoğraf makinesiyle kır çiçeklerinin fotoğraflarını çekmek için dolaşıp duruyorum. Kır çiçeklerinin sadece fotoğraflarını çekmekle kalmıyorum. Bu çiçekler hakkında araştırmalar yapıyor. Onların latince adlarını, yerel adlarını saptadıktan sonra özeliklerini öğreniyorum ve bu bilgilerle arşivliyorum. Artık neredeyse hangi tepede, hangi ağacın yanında hangi çiçek var bilebiliyorum. Bu uğraşım da bana bu bahar aylarında doğrusu büyük keyif veriyor…

Bu çalışmalarımdan dört tanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Kır çiçeklerinden bu küçük derlememi Hıdırellez armağanı olarak kabul edin lütfen…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 6 MAYIS 09


*

*

*