HOŞÇA KAL İZNİK !
Ayrılıklar, vedalar her zaman zordur. Biraz da hüzünlüdür. Ancak yaşamın içinde buluşmalar olduğu kadar ayrılıklar da var. Bu gazetede 20 yıl önce de yazılar yazdım, 11 yıl önce de. Son olarak “ YENİDEN MERHABA ! “ dediğimde tarih 10 Kasım 04’ tü. O günden bu yana 4 yıl 8 ay içinde tam 225 hafta köşe yazısı yazmışım. “İZNİK ZEYTİNİ” yazılarım hariç…
İznik’ten annemin vefatı nedeniyle fiilen ayrıldığım 06 yılının Ağustos ayında DOĞUŞ’a yazı yazmayı da bırakmak istemiştim ama Sevgili Dostum Kenan OĞUZ’un ısrarı üzerine bugüne kadar sürdürdüm. İznik dışında olup ta İznik’te bir yerel gazeteye yazı yazmayı sürdürmenin sıkıntılarını yaşadım. Ancak verdiğim sözü yerine getirmek adına yazılarımı aksatmamaya çalıştım.
Yazı yazdığım bu 225 haftada yazılarımı beğenerek okuduğunu beyan eden, kutlayan, teşekkür eden dost okurlarım da oldu. Yazılarımda değindiğim konulardan rahatsız olan, kızgınlığını, tepkisini gösteren okurlarım da oldu. Bu ayrılığa dost okurlarım üzülecektir. Diğerleri ise sevinecektir doğal olarak. Ben bu son yazımla ayrım yapmaksızın tüm okurlarıma teşekkür ve veda ediyorum. Onun için bu son yazımın adını “ HOŞÇA KAL İZNİK ! “ koydum.
Bu ayrılığın nedeni tümüyle benim yapmam gereken çalışmalarım ve uzun sürecek yurt dışı seyahatlerim. Yaşamımın son yıllarında dünyada gezip görmem gereken o kadar çok yer var ki… Öncelikle hayallerimin ülkesi Hindistan ve Nepal’den başlamak istiyorum. Uzakdoğu, Afrika ve Güney Amerika gezip görmek, fotoğraf çekmek istediğim diğer yerler. Ne kadarını gerçekleştirebilirim bilemiyorum. Bu arada ayda yılda bir de olsa yolum kısa süreli olarak baba ocağım İznik’e de düşecektir.
Sözü uzatmadan HOŞÇA KAL İZNİK ! Hoşçakalın İznik DOĞUŞ’un sevgili okurları.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 HAZİRAN 09
İZNİK DOĞUŞ YAZILARIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İZNİK DOĞUŞ YAZILARIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Haziran 2009 Cuma
14 Haziran 2009 Pazar
Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili İRAN’IN KISA TARİHİ
Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili
İRAN’IN KISA TARİHİ
Doğu komşumuz İran’da 12 Haziran Cuma günü Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçim kampanyasının son haftasında İran’dan gelen iki renkli fotoğraflar ve görüntüleri ilgiyle izledim. Bir yanda muhafazakar aday diye tanımlanan mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad taraftarlarının siyah görüntüleri. Bir yanda reformcu aday diye tanımlanan Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının yeşil görüntüleri.
Seçimler öncesi yapılan yorumlarda Ayetullah Hamaney’in ve mollaların desteğini alan Ahmedinejad’ın kırsal kesim tarafından desteklendiği, reformcu aday Musavi’nin ise başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki gençler, kadınlar ve aydınlar tarafından desteklendiği yönündeydi. Özellikle Tahran’daki gösterilere katılanların coşkusu ve sayısı dikkate alındığında İran’da “değişim rüzgarları” nın estiği yönündeydi. Her iki adayında destekçisi olan kadınların kıyafetleri ise ilgi çekiciydi…
Ahmedinejad yanlısı kadınların simsiyah çarşaflarına karşılık Musavi yanlısı kadınların yeşil başörtülerinin altından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Seçim neredeyse kadınların bir tutam saçının görünmesi – görünmemesi üzerine örgütlenmişti. Bir tutam kadın saçının özgürlüğü veya tutsaklığı… İranlı kadınlar siyahtan yeşile geçebilecek miydi ? Bu görüntüler İran’ın batı komşusu Türkiye’de türbanı kadının özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar tarafından da endişeyle izleniyordu…
Komşumuz İran’ın bu iki renkli seçimini izlerken ister istemez 30 yıl öncesini anımsıyoruz. 79’dan 09’a… Dün gibi anımsadığımız 30 yıl… İran’ın kısa tarihi. Aslında 2500 yıllık köklü bir tarihe ve kültürel birikime sahip olan İran’da son 30 yılda yaşananlar özellikle Batı komşusu Türkiye’de yaşayanlar için önemli siyasi bir ders niteliğindedir.
İran’ın 30 yıllık kısa tarihine girmeden önce benim kişisel belleğimde 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başından kalma iki İranlı kadının fotoğrafları öne çıkıyor. İlki Prenses Süreyya olarak hafızalarımıza kazınmış. İkincisi ise Ferah Diba olarak. O yıllarda Türk basınında bu iki kadının fotoğrafı ne çok yer alırdı. Benim yaşımdakiler anımsar. Biz İran’ı sadece bu iki kadından ibaret sanırdık…
Dünyayı ve ülkeleri siyasi olarak algılamaya başladığımız 60’ların ikinci yarısında Rıza Şah Pehlevi’nin nasıl bir diktatör olduğunu, İran’ın petrolünü emperyalist Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çektiğini, kendisi sarayında lüks içinde yaşarken yoksul İran halkına nasıl baskı yaptığını filan öğrendik… Sonra İran halkının özgürlük mücadelesine dikkat kesildik… Bu yıllarda önce Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni’nin pek farkında değildik. Ondan 78 yılında Paris’ten gelen haberlerle biz de haberdar olduk… İran’da bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi Ayetullah Humeyni Paris’ten yönetiyordu.
Devrim sırasında bütün dini gruplar, liberal ve sol gruplar (içlerinde İran Komünist Partisi TUDEH’te vardı) Şah’ı devirmek için bir araya gelmişti. Bu liberal ve sol gruplar Humeyni hareketini Şah’ın diktatörlüğüne karşı “demokratik halk hareketi-devrimi” sanıyorlardı. Humeyni’nin dinsel sloganlarla halkı sokağa dökmesini “emperyalizme karşı direniş” sanıyorlardı. Bu gruplar yanıldıklarını çok kısa zamanda ve çok acı bir bedel ödeyerek anladılar.
1 Şubat 79’da Paris’ten İran’a dönen Ayetullah Humeyni’yi milyonlarca insan coşkuyla karşıladı. 79’un bahar aylarında İran’da neler yaşandı ? Önce kısaca bir alıntıyla özetleyeyim…
“ Tahran’da büyük mitingler yapıldı. Mitinglerde solcu ve liberal şehitlerin resimlerini taşıyanlar mollalar tarafından dövülüyordu. Bu olayın üzerinde pek durmadılar. Ertesi gün yakalanan bir hırsızın mollalar tarafından kurulan İslam Mahkemesi’nde yargılanıp kamçı cezasına çarptırıldığını öğrendiler. Bunu da ciddiye almadılar. Şarap ve bira fabrikaları ile sinemaların yakılıp yıkılmasına da ses çıkarmadılar. Onlar bu olanları umursamazken mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda okuyamayacakları; birlikte spor yapamayacakları, kadınlara örtünme zorunluluğu gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. Onlar olanları hala geçiş sancısı olarak görüyorlardı. Kitapevleri ve gazete bayileri yağmalanıp ateşe veriliyordu. İnsanlar idam ediliyordu. Uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyor, alkol içenler kırbaç cezalarına çarptırılıyordu.
Toplum hızla dincileştiriliyor, alınan kararların ardı arkası kesilmiyordu. Kızların evlenme yaşı 13’e düşürüldü. Parfüm, saç boyası, ruj gibi kozmetik malzemelerin yurda girişi yasaklandı. Demokrasiden, özgürlükten bahseden Humeyni, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollalar referandum’u gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”. Halkın yüzde 65’i okuma yazma bilmiyordu. Aydınlar bu oyunu biliyorlardı, ama özgürlükler ve demokrasi ile kandırılarak buna da karşı çıkmadılar. Bazı küçük kesimler bu oyunu boykot etti. Ancak referandum sonucunda “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bin kişiydi.
Mollalar bu sonuçlardan sonra basını ele geçirdiler, muhaliflerin sesinin çıkmasına izin vermediler, güçlendikçe saldırganlaştılar. Muhalif gazeteleri kapattılar, muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. İş işten geçmişti. Geçmişte demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanan halk artık korkuyordu. Artık muhaliflere değil konuşma hakkı yaşam hakkı bile verilmiyordu. Cezaevlerindeki tutuklu kızlar ailelerinden doğum kontrol hapından başka hiçbir şey isteyemiyorlardı. Bakirelerin ölünce cennete gideceği inancı nedeniyle, suç işleyen bakire kızlara işledikleri suçlar nedeni ile cennete gitmemeleri için idam edilmeden önce hapishanelerde tecavüz ediliyordu.”
(* Alıntının kaynağını bilerek vermiyorum)
79’da yaşanan bu olaylardan sonra İran siyaha, dini gericiliğe teslim oldu. Vatan’dan Hikmet Bila’nın tanımıyla “ Dile kolay, İran tam 30 yıldır koyu bir şeriatla yönetiliyor. Uygarlık adına ne varsa, 30 yıldır İran’da yasak. 30 yıldır kadınlar gün ışığı görmüyor. Gerilik ve gericilik el ele İran’ı 30 yıldır kasıp kavuruyor. “
İşte Doğu komşumuz İran 30 yıl önce bunları yaşadı. 30 yıl sonra 12 Haziran 09’da yapılan seçimlerde mollalar İran’ın siyahtan yeşile dönmesine izin vermedi. Her türlü seçim hilesi ile mollaların desteklediği Ahmedinejad ikinci kez seçimleri “kazandı !”
Şu anda bu yazıyı yazdığım 14 Haziran günü televizyonlar Tahran sokaklarındaki çatışma görüntülerini yayınlıyor. Bütün dünya seçim sonrası İran’da yaşananları ibretle izliyor. Bizim de komşuda neler olduğunu dikkatle izlememiz gerekiyor.
Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönmesi gibi ABD’den İstanbul’a görkemli bir karşılama töreniyle dönmeyi bekleyen Takkeli Herkül Fethullah Gülen’i destekleyen eski solcular - liberal faşistler siz de okuyun ve 30 yıl önce İranlı liberallerin düştüğü hataya siz de düşmeyin.
***
Geçen haftaki “ EDEPSİZ BİR YAZI “ başlıklı yazıma adını yazmaktan korkan, Türkçesi kıt bir okurumdan gelen bir yorumu-kınamayı Türkçe hatalarını düzeltmeden aynen sizlerle paylaşıyorum…
“ bakalım siz ne kadar özgürlükçüsünüz. bazı kişi ya da partileri sadece eleştiriyorsnuz. türkan hanımın ülkemize büyük çapta ne katkısı olmuş, ya da sizin diğer övgünüze nail olmuş kişiler. birilerini eleştiriken ya da suçlarken kendinizle kıyaslayın ona göre eleştitin ya da suçlayın. özgürlük üstü başı açık elbislerle dolaşmak değil; istediği elbiseyle dolaşmasıdır. ama siz ahala bir bez parçsının olmayacak olan etkisine kapılöış gidiyorsunuz ; yazık.
Atatürk yaşamış olsaydı sizin gibi özgürlük budalalrının yüzüne tükürürdü inanın.
sizi kınıyorum. “
*

Onlar kaybetti... Bu fotoğraf 09 seçim anısı olarak kalabilir.
*

Onlar kazandı... Ne zamana kadar ?
*

*

Persopolis, İran’da Şah’ın devrilmesini ve şeriatın gelişini küçük bir kızın gözünden anlatan harika bir çizgi film. Televizyonlarda oynadı. DVD’si piyasalarda satılıyor. İzlemeyenlerin bugünlerde izlemesinde yarar var.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 HAZİRAN 09
İRAN’IN KISA TARİHİ
Doğu komşumuz İran’da 12 Haziran Cuma günü Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçim kampanyasının son haftasında İran’dan gelen iki renkli fotoğraflar ve görüntüleri ilgiyle izledim. Bir yanda muhafazakar aday diye tanımlanan mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad taraftarlarının siyah görüntüleri. Bir yanda reformcu aday diye tanımlanan Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının yeşil görüntüleri.
Seçimler öncesi yapılan yorumlarda Ayetullah Hamaney’in ve mollaların desteğini alan Ahmedinejad’ın kırsal kesim tarafından desteklendiği, reformcu aday Musavi’nin ise başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki gençler, kadınlar ve aydınlar tarafından desteklendiği yönündeydi. Özellikle Tahran’daki gösterilere katılanların coşkusu ve sayısı dikkate alındığında İran’da “değişim rüzgarları” nın estiği yönündeydi. Her iki adayında destekçisi olan kadınların kıyafetleri ise ilgi çekiciydi…
Ahmedinejad yanlısı kadınların simsiyah çarşaflarına karşılık Musavi yanlısı kadınların yeşil başörtülerinin altından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Seçim neredeyse kadınların bir tutam saçının görünmesi – görünmemesi üzerine örgütlenmişti. Bir tutam kadın saçının özgürlüğü veya tutsaklığı… İranlı kadınlar siyahtan yeşile geçebilecek miydi ? Bu görüntüler İran’ın batı komşusu Türkiye’de türbanı kadının özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar tarafından da endişeyle izleniyordu…
Komşumuz İran’ın bu iki renkli seçimini izlerken ister istemez 30 yıl öncesini anımsıyoruz. 79’dan 09’a… Dün gibi anımsadığımız 30 yıl… İran’ın kısa tarihi. Aslında 2500 yıllık köklü bir tarihe ve kültürel birikime sahip olan İran’da son 30 yılda yaşananlar özellikle Batı komşusu Türkiye’de yaşayanlar için önemli siyasi bir ders niteliğindedir.
İran’ın 30 yıllık kısa tarihine girmeden önce benim kişisel belleğimde 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başından kalma iki İranlı kadının fotoğrafları öne çıkıyor. İlki Prenses Süreyya olarak hafızalarımıza kazınmış. İkincisi ise Ferah Diba olarak. O yıllarda Türk basınında bu iki kadının fotoğrafı ne çok yer alırdı. Benim yaşımdakiler anımsar. Biz İran’ı sadece bu iki kadından ibaret sanırdık…
Dünyayı ve ülkeleri siyasi olarak algılamaya başladığımız 60’ların ikinci yarısında Rıza Şah Pehlevi’nin nasıl bir diktatör olduğunu, İran’ın petrolünü emperyalist Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çektiğini, kendisi sarayında lüks içinde yaşarken yoksul İran halkına nasıl baskı yaptığını filan öğrendik… Sonra İran halkının özgürlük mücadelesine dikkat kesildik… Bu yıllarda önce Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni’nin pek farkında değildik. Ondan 78 yılında Paris’ten gelen haberlerle biz de haberdar olduk… İran’da bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi Ayetullah Humeyni Paris’ten yönetiyordu.
Devrim sırasında bütün dini gruplar, liberal ve sol gruplar (içlerinde İran Komünist Partisi TUDEH’te vardı) Şah’ı devirmek için bir araya gelmişti. Bu liberal ve sol gruplar Humeyni hareketini Şah’ın diktatörlüğüne karşı “demokratik halk hareketi-devrimi” sanıyorlardı. Humeyni’nin dinsel sloganlarla halkı sokağa dökmesini “emperyalizme karşı direniş” sanıyorlardı. Bu gruplar yanıldıklarını çok kısa zamanda ve çok acı bir bedel ödeyerek anladılar.
1 Şubat 79’da Paris’ten İran’a dönen Ayetullah Humeyni’yi milyonlarca insan coşkuyla karşıladı. 79’un bahar aylarında İran’da neler yaşandı ? Önce kısaca bir alıntıyla özetleyeyim…
“ Tahran’da büyük mitingler yapıldı. Mitinglerde solcu ve liberal şehitlerin resimlerini taşıyanlar mollalar tarafından dövülüyordu. Bu olayın üzerinde pek durmadılar. Ertesi gün yakalanan bir hırsızın mollalar tarafından kurulan İslam Mahkemesi’nde yargılanıp kamçı cezasına çarptırıldığını öğrendiler. Bunu da ciddiye almadılar. Şarap ve bira fabrikaları ile sinemaların yakılıp yıkılmasına da ses çıkarmadılar. Onlar bu olanları umursamazken mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda okuyamayacakları; birlikte spor yapamayacakları, kadınlara örtünme zorunluluğu gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. Onlar olanları hala geçiş sancısı olarak görüyorlardı. Kitapevleri ve gazete bayileri yağmalanıp ateşe veriliyordu. İnsanlar idam ediliyordu. Uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyor, alkol içenler kırbaç cezalarına çarptırılıyordu.
Toplum hızla dincileştiriliyor, alınan kararların ardı arkası kesilmiyordu. Kızların evlenme yaşı 13’e düşürüldü. Parfüm, saç boyası, ruj gibi kozmetik malzemelerin yurda girişi yasaklandı. Demokrasiden, özgürlükten bahseden Humeyni, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollalar referandum’u gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”. Halkın yüzde 65’i okuma yazma bilmiyordu. Aydınlar bu oyunu biliyorlardı, ama özgürlükler ve demokrasi ile kandırılarak buna da karşı çıkmadılar. Bazı küçük kesimler bu oyunu boykot etti. Ancak referandum sonucunda “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bin kişiydi.
Mollalar bu sonuçlardan sonra basını ele geçirdiler, muhaliflerin sesinin çıkmasına izin vermediler, güçlendikçe saldırganlaştılar. Muhalif gazeteleri kapattılar, muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. İş işten geçmişti. Geçmişte demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanan halk artık korkuyordu. Artık muhaliflere değil konuşma hakkı yaşam hakkı bile verilmiyordu. Cezaevlerindeki tutuklu kızlar ailelerinden doğum kontrol hapından başka hiçbir şey isteyemiyorlardı. Bakirelerin ölünce cennete gideceği inancı nedeniyle, suç işleyen bakire kızlara işledikleri suçlar nedeni ile cennete gitmemeleri için idam edilmeden önce hapishanelerde tecavüz ediliyordu.”
(* Alıntının kaynağını bilerek vermiyorum)
79’da yaşanan bu olaylardan sonra İran siyaha, dini gericiliğe teslim oldu. Vatan’dan Hikmet Bila’nın tanımıyla “ Dile kolay, İran tam 30 yıldır koyu bir şeriatla yönetiliyor. Uygarlık adına ne varsa, 30 yıldır İran’da yasak. 30 yıldır kadınlar gün ışığı görmüyor. Gerilik ve gericilik el ele İran’ı 30 yıldır kasıp kavuruyor. “
İşte Doğu komşumuz İran 30 yıl önce bunları yaşadı. 30 yıl sonra 12 Haziran 09’da yapılan seçimlerde mollalar İran’ın siyahtan yeşile dönmesine izin vermedi. Her türlü seçim hilesi ile mollaların desteklediği Ahmedinejad ikinci kez seçimleri “kazandı !”
Şu anda bu yazıyı yazdığım 14 Haziran günü televizyonlar Tahran sokaklarındaki çatışma görüntülerini yayınlıyor. Bütün dünya seçim sonrası İran’da yaşananları ibretle izliyor. Bizim de komşuda neler olduğunu dikkatle izlememiz gerekiyor.
Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönmesi gibi ABD’den İstanbul’a görkemli bir karşılama töreniyle dönmeyi bekleyen Takkeli Herkül Fethullah Gülen’i destekleyen eski solcular - liberal faşistler siz de okuyun ve 30 yıl önce İranlı liberallerin düştüğü hataya siz de düşmeyin.
***
Geçen haftaki “ EDEPSİZ BİR YAZI “ başlıklı yazıma adını yazmaktan korkan, Türkçesi kıt bir okurumdan gelen bir yorumu-kınamayı Türkçe hatalarını düzeltmeden aynen sizlerle paylaşıyorum…
“ bakalım siz ne kadar özgürlükçüsünüz. bazı kişi ya da partileri sadece eleştiriyorsnuz. türkan hanımın ülkemize büyük çapta ne katkısı olmuş, ya da sizin diğer övgünüze nail olmuş kişiler. birilerini eleştiriken ya da suçlarken kendinizle kıyaslayın ona göre eleştitin ya da suçlayın. özgürlük üstü başı açık elbislerle dolaşmak değil; istediği elbiseyle dolaşmasıdır. ama siz ahala bir bez parçsının olmayacak olan etkisine kapılöış gidiyorsunuz ; yazık.
Atatürk yaşamış olsaydı sizin gibi özgürlük budalalrının yüzüne tükürürdü inanın.
sizi kınıyorum. “
*

Onlar kaybetti... Bu fotoğraf 09 seçim anısı olarak kalabilir.
*

Onlar kazandı... Ne zamana kadar ?
*

*

Persopolis, İran’da Şah’ın devrilmesini ve şeriatın gelişini küçük bir kızın gözünden anlatan harika bir çizgi film. Televizyonlarda oynadı. DVD’si piyasalarda satılıyor. İzlemeyenlerin bugünlerde izlemesinde yarar var.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 HAZİRAN 09
8 Haziran 2009 Pazartesi
EDEPSİZ BİR YAZI
EDEPSİZ BİR YAZI
Bu hafta “edepsiz” bir yazı yazmak geliyor içimden… Çünkü geçen hafta ulusal basının haberleri ve köşe yazılarında bu kelimeyi o kadar çok okudum ki dilime dolandı kaldı bu kelime. Geçen hafta bu kelimeyi basının gündemine sokan ise Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı…
Biz çok şanslı bir ülkeyiz. “Sui generis” bir Başbakanımız var. Sui generis, Latince bir deyim. Türkçede tam olarak kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatların yerine kullanılır. Kendine özgü özellikler olan ve başka bir örneği olmayan kişi ya da olayları anlatmakta kullanılır.
İşte Türkiye’miz 7 yıldır sui generis Başbakanımız tarafından yönetiliyor… Başbakanımız kendisine muhalefet eden hiç kimseyi sevmiyor. Elbette sevmek zorunda değil. Meclisteki muhalefet partilerinin liderlerinden Baykal’a, Bahçeli’ye demediğini bırakmıyor, A.Türk’le zaten konuşmuyor. Muhalefeti sevmezsiniz ama en azından saygı gösterirsiniz. Başbakanımız aslında demokrasiyi sevmiyor…
Başbakanımız yargıyı, yargıçları, mahkemeleri de sevmiyor, saymıyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay olmasa “ulemalar” a danışıp ne güzel yönetecek ülkeyi…
Başbakanımız – yandaş medyası hariç- medyayı da sevmiyor, saymıyor. Medya patronlarını cezalandırıyor. Gazetecileri azarlıyor. Hatta ülkeden kovmaya kalkıyor.
Başbakanımız bıraktım işçi örgütlerini, işveren örgütlerini de sevmiyor.
Başbakanımız askerleri de hiç sevmiyor. Sadece görevdekilere değil emeklilerine bile tahammülü yok.
Başbakanımız üniversite rektörlerini, üniversite öğretim üyelerinden de hiç ama hiç hoşlanmıyor.
Başbakanımız krizden, ekonomik sıkıntıdan söz eden işçiyi de, memuru da, köylüyü de, esnafı da, emekliyi de sevmez.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün…
İşte sui generis Başbakanımızın Davos’taki “van minut” balonunun geçen hafta “mayın” a düşüp patlamasından sonra Başbakanımız tarafından gündeme “edepli / edepsiz” tartışması taşındı. Neymiş ? Sui generis Başbakanımızın partisine “Ak Parti” yerine “AKP” diyenler edepsizmiş… Ulusal basından Başbakana bu tartışmada çok güzel yanıtlar verildi.
Bir edepsizlik de ben yapayım.
Yolsuzlukların kara batağında kapkara hale gelmiş AKP’ye “Ak Parti” demekle bu parti ak mı olacak ?
Anayasa Mahkemesi’nin geçen yıl oy birliği ile aldığı kararla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş AKP bu odaklıktan kurtulacak mı ?
Türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen AKP’ye “Ak Parti” dersek bu parti özgürlükçü bir parti mi olacak ?
Ülkesinde kendi yandaş medyası ve partilileri dışında kimseyi sevmeyen, kimseye saygı duymayan Sui Generis Başbakanımızın bize “edepsiz” yakıştırması yapması bize zarar vermez ama kendisine çok zarar verir…
Biliyorsunuz sui generis Başbakanımızı Avrupa’da Sarkozy ve Merkel gibi liderler pek sevmese de O’nun Avrupa’da Berlusconi gibi “kanka” ları var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü “Kanka ” yı “ kardeş kadar yakın olan kimse “ olarak tanımlıyor. Sui generis Başbakanımızın kankası Berlusconi geçen hafta zor günler yaşadı…
Neden mi ?
Geçtiğimiz ay çapkınlıkları ile ünlü İtalyan Başbakanı Berlusconi eşinden boşanarak gündeme gelmişti. Geçen hafta da Sardunya adasındaki villasının bahçesinde anadan üryan kadınlarla ve erkeklerle alem yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla gündeme geldi. Kanka Berlusconi ülkesinde bu fotoğrafların yayınlanmasını yasakladı. Ama o skandal fotoğrafları İspanyol “El Pais” gazetesi yayınladı. Berlusconi’nin villasının bahçesinde çekilen o fotoğraflardaki çırılçıplak erkeklerden birinin eski Çek Başbakanı Mirek Topolonek olduğu anlaşıldı.
Geçen haftanın gündeminde Başbakanımızın “edepli / edepsiz” tartışması ve de kankası Berlusconi’nin zor durumu ortada olunca bana da bu hafta “edepsiz bir yazı yazmak” kaldı. Kim edepli, kim edepsiz siz karar verin
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 HAZİRAN 09
Bu hafta “edepsiz” bir yazı yazmak geliyor içimden… Çünkü geçen hafta ulusal basının haberleri ve köşe yazılarında bu kelimeyi o kadar çok okudum ki dilime dolandı kaldı bu kelime. Geçen hafta bu kelimeyi basının gündemine sokan ise Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı…
Biz çok şanslı bir ülkeyiz. “Sui generis” bir Başbakanımız var. Sui generis, Latince bir deyim. Türkçede tam olarak kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatların yerine kullanılır. Kendine özgü özellikler olan ve başka bir örneği olmayan kişi ya da olayları anlatmakta kullanılır.
İşte Türkiye’miz 7 yıldır sui generis Başbakanımız tarafından yönetiliyor… Başbakanımız kendisine muhalefet eden hiç kimseyi sevmiyor. Elbette sevmek zorunda değil. Meclisteki muhalefet partilerinin liderlerinden Baykal’a, Bahçeli’ye demediğini bırakmıyor, A.Türk’le zaten konuşmuyor. Muhalefeti sevmezsiniz ama en azından saygı gösterirsiniz. Başbakanımız aslında demokrasiyi sevmiyor…
Başbakanımız yargıyı, yargıçları, mahkemeleri de sevmiyor, saymıyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay olmasa “ulemalar” a danışıp ne güzel yönetecek ülkeyi…
Başbakanımız – yandaş medyası hariç- medyayı da sevmiyor, saymıyor. Medya patronlarını cezalandırıyor. Gazetecileri azarlıyor. Hatta ülkeden kovmaya kalkıyor.
Başbakanımız bıraktım işçi örgütlerini, işveren örgütlerini de sevmiyor.
Başbakanımız askerleri de hiç sevmiyor. Sadece görevdekilere değil emeklilerine bile tahammülü yok.
Başbakanımız üniversite rektörlerini, üniversite öğretim üyelerinden de hiç ama hiç hoşlanmıyor.
Başbakanımız krizden, ekonomik sıkıntıdan söz eden işçiyi de, memuru da, köylüyü de, esnafı da, emekliyi de sevmez.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün…
İşte sui generis Başbakanımızın Davos’taki “van minut” balonunun geçen hafta “mayın” a düşüp patlamasından sonra Başbakanımız tarafından gündeme “edepli / edepsiz” tartışması taşındı. Neymiş ? Sui generis Başbakanımızın partisine “Ak Parti” yerine “AKP” diyenler edepsizmiş… Ulusal basından Başbakana bu tartışmada çok güzel yanıtlar verildi.
Bir edepsizlik de ben yapayım.
Yolsuzlukların kara batağında kapkara hale gelmiş AKP’ye “Ak Parti” demekle bu parti ak mı olacak ?
Anayasa Mahkemesi’nin geçen yıl oy birliği ile aldığı kararla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş AKP bu odaklıktan kurtulacak mı ?
Türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen AKP’ye “Ak Parti” dersek bu parti özgürlükçü bir parti mi olacak ?
Ülkesinde kendi yandaş medyası ve partilileri dışında kimseyi sevmeyen, kimseye saygı duymayan Sui Generis Başbakanımızın bize “edepsiz” yakıştırması yapması bize zarar vermez ama kendisine çok zarar verir…
Biliyorsunuz sui generis Başbakanımızı Avrupa’da Sarkozy ve Merkel gibi liderler pek sevmese de O’nun Avrupa’da Berlusconi gibi “kanka” ları var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü “Kanka ” yı “ kardeş kadar yakın olan kimse “ olarak tanımlıyor. Sui generis Başbakanımızın kankası Berlusconi geçen hafta zor günler yaşadı…
Neden mi ?
Geçtiğimiz ay çapkınlıkları ile ünlü İtalyan Başbakanı Berlusconi eşinden boşanarak gündeme gelmişti. Geçen hafta da Sardunya adasındaki villasının bahçesinde anadan üryan kadınlarla ve erkeklerle alem yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla gündeme geldi. Kanka Berlusconi ülkesinde bu fotoğrafların yayınlanmasını yasakladı. Ama o skandal fotoğrafları İspanyol “El Pais” gazetesi yayınladı. Berlusconi’nin villasının bahçesinde çekilen o fotoğraflardaki çırılçıplak erkeklerden birinin eski Çek Başbakanı Mirek Topolonek olduğu anlaşıldı.
Geçen haftanın gündeminde Başbakanımızın “edepli / edepsiz” tartışması ve de kankası Berlusconi’nin zor durumu ortada olunca bana da bu hafta “edepsiz bir yazı yazmak” kaldı. Kim edepli, kim edepsiz siz karar verin
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 HAZİRAN 09
25 Mayıs 2009 Pazartesi
TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN
TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN
Geçen hafta 18 Mayıs Pazartesi gününün ilk saatlerinde haftalık yazımı yazıp DOĞUŞ’a gönderdikten ve blogumda yayınladıktan sonra beklenen acı haber Prof.Dr. Türkan Saylan’ın ölüm haberi geldi… Türkan Hoca’nın ölüm haberi ile içime tarifsiz bir hüzün çöktü.
Türkan Saylan, binlerce yıldır dünyada ve bu topraklarda en korkulan hastalıklardan olan ve hastaların toplum dışına atılarak ıssız mağaralarda ölüme terkedilen cüzzam hastalığı ile mücadelenin öncü bir hekimi ve bilim kadınıdır…
Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucu genel başkanı olarak 20 yıldır bu ülkenin eğitim sorununa kendini adamıştır. “Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarla onbinlerce yoksul kız öğrencinin eğitim almasını sağlamıştır. Yine yüzlerce kız yurdu açılmasını sağlamış, onbinlerce üniversite öğrencisine burs sağlamıştır.
Türkan Saylan, “ Ne şeriat, ne darbe !” diyerek gericiliğe ve askeri darbelere karşı Cumhuriyet’i ve laiklliği savunan bu ülkede giderek azalan örnek bir aydın duruşunu bize göstermiştir.
Türkan Saylan, örnek bir hekim ve bilim kadını, örnek bir eğitimci ve örnek bir aydındı. Çalışmalarını takdirle izlediğim Türkan Saylan 07 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde benim gönlümdeki Cumhurbaşkanı adayımdı… Bu konudaki düşüncelerimi de İznik DOĞUŞ Gazetesi’nin 28 Mart 07 tarihli sayısında yayınlanan “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımda açıklamıştım…
Benim Cumhurbaşkanı adayım Türkan Saylan benim gibi düşünen milyonların gönlünü kazanmıştı… 19 Mayıs’ta gerçekleşen Türkan Hoca’nın görkemli cenaze töreni bunun kanıtıdır.
Milyonların gönlünü kazanan Türkan Saylan şeriatçı gericilerin de korkulu rüyası olmuştu… Akıl almaz saldırıların ve hedef göstermelerin sonucu 13 Nisan Pazartesi günü Ergenekon’un 12. dalgası kapsamında Türkan Saylan’ın evi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Merkezi ve şubeleri polis tarafından basılıyordu… Saatler süren arama sonunda Türkan Hoca hastalığı nedeniyle göz altına alınmıyor ama tüm kişisel evraklarına, kendi deyimiyle “aşk mektupları” dahil el konuyor, ÇYDD merkezindeki bilgisayarlarla birlikte öğrencilerin burs dosyaları da götürülüyordu. Türkan Saylan böylesi bir baskıyla sindirilmek isteniyordu. Ancak bu baskı Türkan Hoca’nın hastalığına karşın onurlu direnişi ile ters tepti. Duyarlı aydınların, sanatçıların ve bazı medya kuruluşlarının da çağrısı ile halkımız Türkan Hoca’nın öğrencilerine burs verme yarışına girişiyordu…
Türkan Saylan Hoca’nın 19 Mayıs tarihinde gerçekleşen görkemli cenaze töreninden de çıkarılacak dersler vardı. Birinci ders; Devlet ve hükümet destek yerine köstek olsa da Türkan Hoca’nın sağlık, eğitim ve çağdaşlaşma alanındaki çalışmalarını milyonlar takdir ediyordu…
İkinci derste ise ; Dinci, şeriatçı gericiliğin tetikçiliğini yapan Vakit Gazetesi’nin Türkan Hoca’ya yönelttiği akıl almaz saldırılara Türkan Hoca’nın cenaze namazını kıldıran aydın bir din adamının gerekli yanıtı vermesiydi.
Üçüncü ders ise ; Herkesin saflarının belli olmasıydı. Başbakanın ağzından “herkesin hükümeti” olacağını açıklayan AKP hükümeti bu sözünü de tutamıyor, kebapçı açılışlarına bile giden bakanlarından birini bile Türkan Hoca’nın cenazesine gönderemiyordu. Bir tarikat şeyhi öldüğünde Fatih Camisi’nin avlusunu dolduran devlet erkanından kimse Teşvikiye Camii’ne gelemiyordu. Aynı korku İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanını ve atanmış 1 Mayıs kahramanı Valisini de sarmıştı…
Dördüncü ders ise Türkan Hoca’nın vasiyeti idi… 100 bin öğrenciye burs ve her kasabaya bir kız öğrenci yurdunu gerçekleştirmek… Benim inancım Türkan Hoca’nın vasiyetinin bu ülkenin insanları tarafından mutlaka gerçekleştirileceği yönünde. Türkan Hoca’nın bu vasiyeti bizim için bir görevdir. Çağdaş, aydınlık bir Türkiye için hepimize düşen bir görev… Kardelenlerin arasından yeni Türkan Saylanlar çıkacaktır. Kardelenler ağır kar örtüsünü yırtıp güneşe çıktıkları gibi bu ülkenin üstüne örtülmek istenen dinci şeriatçıların kara örtüsünü de yırtacak ve bu ülkeyi aydınlık, çağdaş bir geleceğe taşıyacaktır…
***
İki haftadır sürdürdüğüm “ DREYFUS DAVASI VE ZOLA” yazı dizisinin sonuç bölümünü gelecek haftalarda yayınlayacağım…
Geçtiğimiz hafta ülkemizi ziyaret eden Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva hakkında yazmayı planladığım bir yazıyı zorunlu olarak daha sonraki haftalara bırakıyorum…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 27 MAYIS 09
Geçen hafta 18 Mayıs Pazartesi gününün ilk saatlerinde haftalık yazımı yazıp DOĞUŞ’a gönderdikten ve blogumda yayınladıktan sonra beklenen acı haber Prof.Dr. Türkan Saylan’ın ölüm haberi geldi… Türkan Hoca’nın ölüm haberi ile içime tarifsiz bir hüzün çöktü.
Türkan Saylan, binlerce yıldır dünyada ve bu topraklarda en korkulan hastalıklardan olan ve hastaların toplum dışına atılarak ıssız mağaralarda ölüme terkedilen cüzzam hastalığı ile mücadelenin öncü bir hekimi ve bilim kadınıdır…
Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucu genel başkanı olarak 20 yıldır bu ülkenin eğitim sorununa kendini adamıştır. “Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarla onbinlerce yoksul kız öğrencinin eğitim almasını sağlamıştır. Yine yüzlerce kız yurdu açılmasını sağlamış, onbinlerce üniversite öğrencisine burs sağlamıştır.
Türkan Saylan, “ Ne şeriat, ne darbe !” diyerek gericiliğe ve askeri darbelere karşı Cumhuriyet’i ve laiklliği savunan bu ülkede giderek azalan örnek bir aydın duruşunu bize göstermiştir.
Türkan Saylan, örnek bir hekim ve bilim kadını, örnek bir eğitimci ve örnek bir aydındı. Çalışmalarını takdirle izlediğim Türkan Saylan 07 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde benim gönlümdeki Cumhurbaşkanı adayımdı… Bu konudaki düşüncelerimi de İznik DOĞUŞ Gazetesi’nin 28 Mart 07 tarihli sayısında yayınlanan “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımda açıklamıştım…
Benim Cumhurbaşkanı adayım Türkan Saylan benim gibi düşünen milyonların gönlünü kazanmıştı… 19 Mayıs’ta gerçekleşen Türkan Hoca’nın görkemli cenaze töreni bunun kanıtıdır.
Milyonların gönlünü kazanan Türkan Saylan şeriatçı gericilerin de korkulu rüyası olmuştu… Akıl almaz saldırıların ve hedef göstermelerin sonucu 13 Nisan Pazartesi günü Ergenekon’un 12. dalgası kapsamında Türkan Saylan’ın evi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Merkezi ve şubeleri polis tarafından basılıyordu… Saatler süren arama sonunda Türkan Hoca hastalığı nedeniyle göz altına alınmıyor ama tüm kişisel evraklarına, kendi deyimiyle “aşk mektupları” dahil el konuyor, ÇYDD merkezindeki bilgisayarlarla birlikte öğrencilerin burs dosyaları da götürülüyordu. Türkan Saylan böylesi bir baskıyla sindirilmek isteniyordu. Ancak bu baskı Türkan Hoca’nın hastalığına karşın onurlu direnişi ile ters tepti. Duyarlı aydınların, sanatçıların ve bazı medya kuruluşlarının da çağrısı ile halkımız Türkan Hoca’nın öğrencilerine burs verme yarışına girişiyordu…
Türkan Saylan Hoca’nın 19 Mayıs tarihinde gerçekleşen görkemli cenaze töreninden de çıkarılacak dersler vardı. Birinci ders; Devlet ve hükümet destek yerine köstek olsa da Türkan Hoca’nın sağlık, eğitim ve çağdaşlaşma alanındaki çalışmalarını milyonlar takdir ediyordu…
İkinci derste ise ; Dinci, şeriatçı gericiliğin tetikçiliğini yapan Vakit Gazetesi’nin Türkan Hoca’ya yönelttiği akıl almaz saldırılara Türkan Hoca’nın cenaze namazını kıldıran aydın bir din adamının gerekli yanıtı vermesiydi.
Üçüncü ders ise ; Herkesin saflarının belli olmasıydı. Başbakanın ağzından “herkesin hükümeti” olacağını açıklayan AKP hükümeti bu sözünü de tutamıyor, kebapçı açılışlarına bile giden bakanlarından birini bile Türkan Hoca’nın cenazesine gönderemiyordu. Bir tarikat şeyhi öldüğünde Fatih Camisi’nin avlusunu dolduran devlet erkanından kimse Teşvikiye Camii’ne gelemiyordu. Aynı korku İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanını ve atanmış 1 Mayıs kahramanı Valisini de sarmıştı…
Dördüncü ders ise Türkan Hoca’nın vasiyeti idi… 100 bin öğrenciye burs ve her kasabaya bir kız öğrenci yurdunu gerçekleştirmek… Benim inancım Türkan Hoca’nın vasiyetinin bu ülkenin insanları tarafından mutlaka gerçekleştirileceği yönünde. Türkan Hoca’nın bu vasiyeti bizim için bir görevdir. Çağdaş, aydınlık bir Türkiye için hepimize düşen bir görev… Kardelenlerin arasından yeni Türkan Saylanlar çıkacaktır. Kardelenler ağır kar örtüsünü yırtıp güneşe çıktıkları gibi bu ülkenin üstüne örtülmek istenen dinci şeriatçıların kara örtüsünü de yırtacak ve bu ülkeyi aydınlık, çağdaş bir geleceğe taşıyacaktır…
***
İki haftadır sürdürdüğüm “ DREYFUS DAVASI VE ZOLA” yazı dizisinin sonuç bölümünü gelecek haftalarda yayınlayacağım…
Geçtiğimiz hafta ülkemizi ziyaret eden Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva hakkında yazmayı planladığım bir yazıyı zorunlu olarak daha sonraki haftalara bırakıyorum…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 27 MAYIS 09
18 Mayıs 2009 Pazartesi
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2
Geçen hafta 115 yıl önce Fransa’da yaşanan Dreyfus davasını özetlemeye çalışmıştım. Bu hafta Dreyfus Davası’nda ünlü yazar Emile ZOLA’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışacağım. Emile Zola’yı sadece bu dava ile özdeşleştirmemek gerekir. Onun yazarlığından ve eserlerinden de biraz bahsetmek isterim.
2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902 tarihleri arasında yaşamış olan Emile Zola, natüralizm akımının öncüsü Fransa’da ve dünyada çok tanınan bir romancıdır. Kitaplarından bazıları : Nana, Germinal ve Meyhane’dir.
Benim 70’li yılların ortasında okuduğum ve çok etkilendiğim Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının baş yapıtı olan Germinal romanı yüzün üzerinde ülkede yayınlanmıştır. Bu ünlü roman 5 kez sinemaya iki kez de televizyona uyarlanmıştır. Germinal’den esinlenerek yapılan iki sinema filmini de görmüştüm…
Maden işçilerinin gerçekçi yaşamını ve bir grevin öyküsünü anlatan Germinal kelime olarak ürün ve bereket anlamına gelmektedir. Emile Zola romanının sonunda sosyalist ve yenilikçi görüşlere yönelik bir umut verir. “Şimdi, nisan güneşi, toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu.” Zola’nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve “Germinal! Germinal!” diye bağırmışlardır. O zamandan itibaren kitap çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Geçen haftaki yazımda yazısından alıntılar yaparak Dreyfus Davası’nı özetlediğim Sayın Gül Tekay BAYSAN’ın aynı yazısından bu ünlü davaya Zola’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışayım…
“ Irkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmakla birlikte, Zola başlangıçta Dreyfus davasıyla yakından ilgilenmez. Olay gündeme geldiğinde İtalya'dadır; Paris'e dönüp gerçekleri öğrenince etkin bir kampanya başlatmayı gerekli bulur.
25 Kasım 1897'de Le Figaro'da çıkan "Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz" başlıklı yazısı yayınlanır. Bu güçlü fikir yazısı süssüz ama inandırıcı diliyle yazınsal bir yapıt güzelliğindedir. Zola bu yazısında, "kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan bir kamu oyu", satışlarını artırmak için "kışkırtıcı davranan" bir basın, "bu çılgınlığı körükleyen" "budalaca" bir bağnazlık karşısında; dürüst insanlar korkudan seslerini çıkaramamaktadırlar, ancak gerçeğin bu savaştan yengiyle çıkacağını duyurur… "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak", Zola'ya göre, Dreyfus'un suçlanma nedeni eylemi değil ırkıdır. Yazının ikinci evresinde ironinin yerini ciddi, zaman zaman da acıklı bir dil alır. Zola, olayın kendisi için ırk değil, adalet sorunu olduğunu açıklar.
Olay ortaya çıktığında Dreyfus'u şiddetle suçlayan ünlü solcu politikacılar Clemenceau ve Jaures ise artık Dreyfusçu taraftadırlar. Clemenceau'nun çıkardığı L'Aurore, bağnaz yargının kurbanlarını korkusuzca ve inatla savunan Voltaire'in mektuplarını yayımlamaya başlar.
Zola'nın Le Figaro'daki son yazısı 5 Aralık 1897'de çıkar: "Tutanak". Yazar "kepazelik" olarak nitelendirdiği olayların bir özetini yaptıktan sonra, yalan ve iftirayı yayan şoven basını şiddetle kınar. Zola bu yazıda "zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmayan" tarafsız gazeteleri de hedef alır. Oysa tehlike ciddidir. Ülkeyi ortaçağ karanlığına, soykırıma sürükleyebilecek ırkçılık, özgürlüğe aşık Fransa'ya yakışmamaktadır. Bu bağnazlık "sisli bir beynin, dengesiz bir inananın" ürünüdür. Bu "sisli beyin" kampanyayı başlatan Drumont'dan başkası değildir.
Bu yazıda da diğerlerinde olduğu gibi, öfkeli bir söylem göze çarpar. Haksızlığa baş kaldıran dürüst bir adamın sesini duyarız. Yazar, bu ateşli satırların ardından tarihsel bir saptama yapar. Irkçılık, bu "tehlikeli azgınlık", Panama Skandalı yüzünden güçlenmiş, onun ürünü olan Dreyfus olayı toplumsal bir çılgınlığa dönüşmüş, "yurtseverlik alçakça sömürülmüştür". Bu sömürüye ortak olan basın kadar, oy kaygısıyla ona göz yuman politikacılar da suçludur. Haksızlığa karşı çıkması umulan ılımlılardan, radikallerden ve sosyalistlerden hiçbiri "vicdanının sesini" duyurmamıştır. "Tutanak" umutla biter. Zola "gerçek ve adalet" için bir kez daha savaşmamayı dilemektedir. Yazdıklarını yayımlayacak gazete bulamayan Zola, savaşımını broşürlerle sürdürür.
14 Aralık 1897'de piyasaya çıkan "Gençliğe Mektup", Sorbon Üniversitesi'nin bulunduğu Quartier Latin'de Dreyfus karşıtı gösteriler yapan gençliğe bir uyarı niteliğindedir. Yirminci yüzyıla yaklaşırken, İnsan Hakları Bildirgesinin ilanından yüz yıl sonra gençliğin karşı devrimci gösteriler yapması Zola'yı hem şaşırtmakta hem de kızdırmaktadır. Eskiden baskılara isyan etmek, tutucu hocaları ve dalkavuk yazarları kınamak, ezilenleri savunmak için harekete geçen Fransız gençliğinin şimdi kışkırtmalara kapılıp dürüst insanları yuhalamak için sokaklara dökülmesi yazarı derinden yaralamıştır. "Geleceğin kurucusu" gençliğin "din savaşlarına, bağnazlıkların en iğrencine" döndürülmesine isyan eder. Henüz çıkar kaygılarıyla kirlenmediklerinden adalet duygusuyla hareket etmeleri beklenen gençlerin, hak savaşını yaşlılara bırakmış olmalarını ayıplamaktadır. Mektubun sonu, gericilerce kışkırtılan gençliğe bir ders niteliğindedir. "Nereye gidiyorsunuz gençler", "biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz" diyerek bitirir yazısını.
6 Ocak 1898'de ise "Fransa'ya Mektup" adlı broşür yayımlanır, Zola'nın sitemi bu kez tüm ulusadır. Devrimci Fransız halkı, yalanlarla kışkırtılıp çılgın, yobaz bir kitle halini almıştır. Fransa'nın bu duruma düşürülmesi yazara büyük acı verir. Gerçek bu yazının da baş kişisidir. Halkı uyarır: "Gerçeğin yolu kesilir de, uzun ya da kısa süre içinde yer altına atılması başarılırsa o güç birikir, şiddetle patlayacak hale gelir."
Saygın gazetelerin, tirajlarını artırmak için sövgüye başvurarak "ulumalarını”sürdüren küçük gazetelere eşlik etmeleri, ulusal duyguları sömürmeleri, kızdırmaktadır yazarı. Üstelik, Fransa'nın onuruna leke süren bu eylem, ülkeyi savunması gereken ordunun saygınlığını korumak adına yapılmak ta, adaleti savunanlar orduya dil uzatmakla suçlanmaktadır. Meclis dikta heveslilerinin elindedir. Zola, Yahudi düşmanlığı olarak ortaya çıkan ırkçı hareketin, ortaçağ karanlığını geri getirmesinden korkmaktadır. Bu yazısında bu kez tüm Fransa'ya meydan okur. Bir yandan kutsal değerler söyleminin etkisindeki Fransız halkını suçlar, bir yandan da gericiliğin hortlamasının ardında egemenlerin çıkar birliği olduğuna değinir. "Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duyduğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yönetenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları", Oysa cumhuriyet tehlikededir. Yazar yine de Fransa'dan umudunu kesmediğini söyler. Son sözler yine iki kahramana, adalete ve gerçeğe ayrılmıştır.
IV. Dreyfus Davası İçin Bir Dönüm Noktası: "Suçluyorum"
Casusun aklanması yetmezmiş gibi onun suç kanıtlarını bulan Picquart'ın cezalandırılması, Zola'yı bu konudaki en ünlü makalesini yazmaya iter: "Cumhurbaşkanı Felix Faure'a Açık Mektup". Clemenceau'nun gazetesi L'Aurore, bu yazıyı 13 Ocak 1898'de yayımladığında Dreyfus tarihinde yeni bir sayfa açılır. Clemenceau'nun önerisiyle, yazının son bölümünde sık sık yinelenen cümle "Suçluyorum- J'Accuse" başlık olarak kullanılır. “
( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )

İznik’te 32 yıldır haftalık yayınlanan DOĞUŞ’un kısıtlı sayfa olanaklarını düşünürek yazımı ancak haftaya bitirebileceğim. 17 Mayıs Pazar günü Ankara’da Tandoğan Meydanı’nı dolduranların, o meydana gidenleri açıkça tehdit eden Fethullahçı medyanın Dreyfus Davası’ndan ve Zola’dan çıkaracak dersleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de 90.yılını kutladığımız 19 Mayıs’ın emanet edildiği gençlerimiz… Bayramınız kutlu olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 MAYIS 09
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 2
Geçen hafta 115 yıl önce Fransa’da yaşanan Dreyfus davasını özetlemeye çalışmıştım. Bu hafta Dreyfus Davası’nda ünlü yazar Emile ZOLA’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışacağım. Emile Zola’yı sadece bu dava ile özdeşleştirmemek gerekir. Onun yazarlığından ve eserlerinden de biraz bahsetmek isterim.
2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902 tarihleri arasında yaşamış olan Emile Zola, natüralizm akımının öncüsü Fransa’da ve dünyada çok tanınan bir romancıdır. Kitaplarından bazıları : Nana, Germinal ve Meyhane’dir.
Benim 70’li yılların ortasında okuduğum ve çok etkilendiğim Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının baş yapıtı olan Germinal romanı yüzün üzerinde ülkede yayınlanmıştır. Bu ünlü roman 5 kez sinemaya iki kez de televizyona uyarlanmıştır. Germinal’den esinlenerek yapılan iki sinema filmini de görmüştüm…
Maden işçilerinin gerçekçi yaşamını ve bir grevin öyküsünü anlatan Germinal kelime olarak ürün ve bereket anlamına gelmektedir. Emile Zola romanının sonunda sosyalist ve yenilikçi görüşlere yönelik bir umut verir. “Şimdi, nisan güneşi, toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu.” Zola’nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve “Germinal! Germinal!” diye bağırmışlardır. O zamandan itibaren kitap çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Geçen haftaki yazımda yazısından alıntılar yaparak Dreyfus Davası’nı özetlediğim Sayın Gül Tekay BAYSAN’ın aynı yazısından bu ünlü davaya Zola’nın etkisini ve katkısını özetlemeye çalışayım…
“ Irkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmakla birlikte, Zola başlangıçta Dreyfus davasıyla yakından ilgilenmez. Olay gündeme geldiğinde İtalya'dadır; Paris'e dönüp gerçekleri öğrenince etkin bir kampanya başlatmayı gerekli bulur.
25 Kasım 1897'de Le Figaro'da çıkan "Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz" başlıklı yazısı yayınlanır. Bu güçlü fikir yazısı süssüz ama inandırıcı diliyle yazınsal bir yapıt güzelliğindedir. Zola bu yazısında, "kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan bir kamu oyu", satışlarını artırmak için "kışkırtıcı davranan" bir basın, "bu çılgınlığı körükleyen" "budalaca" bir bağnazlık karşısında; dürüst insanlar korkudan seslerini çıkaramamaktadırlar, ancak gerçeğin bu savaştan yengiyle çıkacağını duyurur… "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak", Zola'ya göre, Dreyfus'un suçlanma nedeni eylemi değil ırkıdır. Yazının ikinci evresinde ironinin yerini ciddi, zaman zaman da acıklı bir dil alır. Zola, olayın kendisi için ırk değil, adalet sorunu olduğunu açıklar.
Olay ortaya çıktığında Dreyfus'u şiddetle suçlayan ünlü solcu politikacılar Clemenceau ve Jaures ise artık Dreyfusçu taraftadırlar. Clemenceau'nun çıkardığı L'Aurore, bağnaz yargının kurbanlarını korkusuzca ve inatla savunan Voltaire'in mektuplarını yayımlamaya başlar.
Zola'nın Le Figaro'daki son yazısı 5 Aralık 1897'de çıkar: "Tutanak". Yazar "kepazelik" olarak nitelendirdiği olayların bir özetini yaptıktan sonra, yalan ve iftirayı yayan şoven basını şiddetle kınar. Zola bu yazıda "zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmayan" tarafsız gazeteleri de hedef alır. Oysa tehlike ciddidir. Ülkeyi ortaçağ karanlığına, soykırıma sürükleyebilecek ırkçılık, özgürlüğe aşık Fransa'ya yakışmamaktadır. Bu bağnazlık "sisli bir beynin, dengesiz bir inananın" ürünüdür. Bu "sisli beyin" kampanyayı başlatan Drumont'dan başkası değildir.
Bu yazıda da diğerlerinde olduğu gibi, öfkeli bir söylem göze çarpar. Haksızlığa baş kaldıran dürüst bir adamın sesini duyarız. Yazar, bu ateşli satırların ardından tarihsel bir saptama yapar. Irkçılık, bu "tehlikeli azgınlık", Panama Skandalı yüzünden güçlenmiş, onun ürünü olan Dreyfus olayı toplumsal bir çılgınlığa dönüşmüş, "yurtseverlik alçakça sömürülmüştür". Bu sömürüye ortak olan basın kadar, oy kaygısıyla ona göz yuman politikacılar da suçludur. Haksızlığa karşı çıkması umulan ılımlılardan, radikallerden ve sosyalistlerden hiçbiri "vicdanının sesini" duyurmamıştır. "Tutanak" umutla biter. Zola "gerçek ve adalet" için bir kez daha savaşmamayı dilemektedir. Yazdıklarını yayımlayacak gazete bulamayan Zola, savaşımını broşürlerle sürdürür.
14 Aralık 1897'de piyasaya çıkan "Gençliğe Mektup", Sorbon Üniversitesi'nin bulunduğu Quartier Latin'de Dreyfus karşıtı gösteriler yapan gençliğe bir uyarı niteliğindedir. Yirminci yüzyıla yaklaşırken, İnsan Hakları Bildirgesinin ilanından yüz yıl sonra gençliğin karşı devrimci gösteriler yapması Zola'yı hem şaşırtmakta hem de kızdırmaktadır. Eskiden baskılara isyan etmek, tutucu hocaları ve dalkavuk yazarları kınamak, ezilenleri savunmak için harekete geçen Fransız gençliğinin şimdi kışkırtmalara kapılıp dürüst insanları yuhalamak için sokaklara dökülmesi yazarı derinden yaralamıştır. "Geleceğin kurucusu" gençliğin "din savaşlarına, bağnazlıkların en iğrencine" döndürülmesine isyan eder. Henüz çıkar kaygılarıyla kirlenmediklerinden adalet duygusuyla hareket etmeleri beklenen gençlerin, hak savaşını yaşlılara bırakmış olmalarını ayıplamaktadır. Mektubun sonu, gericilerce kışkırtılan gençliğe bir ders niteliğindedir. "Nereye gidiyorsunuz gençler", "biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz" diyerek bitirir yazısını.
6 Ocak 1898'de ise "Fransa'ya Mektup" adlı broşür yayımlanır, Zola'nın sitemi bu kez tüm ulusadır. Devrimci Fransız halkı, yalanlarla kışkırtılıp çılgın, yobaz bir kitle halini almıştır. Fransa'nın bu duruma düşürülmesi yazara büyük acı verir. Gerçek bu yazının da baş kişisidir. Halkı uyarır: "Gerçeğin yolu kesilir de, uzun ya da kısa süre içinde yer altına atılması başarılırsa o güç birikir, şiddetle patlayacak hale gelir."
Saygın gazetelerin, tirajlarını artırmak için sövgüye başvurarak "ulumalarını”sürdüren küçük gazetelere eşlik etmeleri, ulusal duyguları sömürmeleri, kızdırmaktadır yazarı. Üstelik, Fransa'nın onuruna leke süren bu eylem, ülkeyi savunması gereken ordunun saygınlığını korumak adına yapılmak ta, adaleti savunanlar orduya dil uzatmakla suçlanmaktadır. Meclis dikta heveslilerinin elindedir. Zola, Yahudi düşmanlığı olarak ortaya çıkan ırkçı hareketin, ortaçağ karanlığını geri getirmesinden korkmaktadır. Bu yazısında bu kez tüm Fransa'ya meydan okur. Bir yandan kutsal değerler söyleminin etkisindeki Fransız halkını suçlar, bir yandan da gericiliğin hortlamasının ardında egemenlerin çıkar birliği olduğuna değinir. "Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duyduğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yönetenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları", Oysa cumhuriyet tehlikededir. Yazar yine de Fransa'dan umudunu kesmediğini söyler. Son sözler yine iki kahramana, adalete ve gerçeğe ayrılmıştır.
IV. Dreyfus Davası İçin Bir Dönüm Noktası: "Suçluyorum"
Casusun aklanması yetmezmiş gibi onun suç kanıtlarını bulan Picquart'ın cezalandırılması, Zola'yı bu konudaki en ünlü makalesini yazmaya iter: "Cumhurbaşkanı Felix Faure'a Açık Mektup". Clemenceau'nun gazetesi L'Aurore, bu yazıyı 13 Ocak 1898'de yayımladığında Dreyfus tarihinde yeni bir sayfa açılır. Clemenceau'nun önerisiyle, yazının son bölümünde sık sık yinelenen cümle "Suçluyorum- J'Accuse" başlık olarak kullanılır. “
( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )

İznik’te 32 yıldır haftalık yayınlanan DOĞUŞ’un kısıtlı sayfa olanaklarını düşünürek yazımı ancak haftaya bitirebileceğim. 17 Mayıs Pazar günü Ankara’da Tandoğan Meydanı’nı dolduranların, o meydana gidenleri açıkça tehdit eden Fethullahçı medyanın Dreyfus Davası’ndan ve Zola’dan çıkaracak dersleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de 90.yılını kutladığımız 19 Mayıs’ın emanet edildiği gençlerimiz… Bayramınız kutlu olsun !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 MAYIS 09
10 Mayıs 2009 Pazar
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1
Hukuk tarihinin ve siyasal tarihin en unutulmaz davalarından biri “ Dreyfus Davası “ olarak bilinen davadır. Bundan tam 115 yıl önce ( yani 1894 yılında ) Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus’un casusluk yaptığı için ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması ile başlayan dava sırasında Fransa’da toplumda ve medyada başlayan tartışmalar bugün bile güncelliğini korumaktadır. O tarihten bu yana dünyanın her yerinde hukuksal olarak toplum vicdanını yaralayan bir dava gündeme geldiğinde Dreyfus Davası da akla gelir.
Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. Dreyfus Davası’nın seyrine, tartışmalarına ve çıkarılacak derslerine geçmeden önce Sayın Sami Selçuk’un söylediklerinden kısa alıntılar yapmak istiyorum…
“ 'Türkiye, Dreyfus Davası olayını yaşıyor'
“Ergenekon davası siyasi bir davadır. Suç siyasi diye dava siyasallaştırılamaz. Dava A’dan Z’ye siyasallaştırılmıştır" diyen Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Ergenekon’un kitabını yazdı.
Ergenekon diye bir dava yoktur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı başkaldırı suçu ve davası vardır. Davanın hukuki adı bu. Siyasi adı ise Ergenekon. Demek davayı siyasileştirme, daha işin başında, ona ’Ergenekon’ adını koyanda başlamıştır.
*
Bugün Türkiye, 115 yıl sonra bir Dreyfus Davası olayını yaşıyor. Toplum ikiye bölünmüş. Ergenekon diye mitolojik ve politik anlam yüklü, toplum bilincini saptırıcı bir dava karşısındayız. Dava bu adlandırmayla birlikte daha baştan kirletildi. Kanımca bu yüzden daha da duyarlı olmak zorundayız. Çünkü böyle ortamlarda maddi gerçeklerin uç/düşsel/gerçek benzeri/ yanılgılara yenilme olasılığı artar. Tıpkı iyi huylu urun, kötü huyla ura dönüşmesi gibi. Olayda hukuksal yanlışlıklara değinenleri, davayı sulandırmak isteyen, ordu yanlıları; bunları dile getirmeyenleri ordu karşıtı diye göstermek, karalamak sığlıktır.
*
Aziz Nesin, ’Türkiye’de üç kişiden beş kişi ozandır’ demişti. Bugünlerde de üç kişiden beş kişi yargıç kesildi, Türkiye’de. Dava dosyalarını inceleyen fakat duruşma yapmadıkları için yüzleşmeyi ve diyalektiği yaşamayan Yargıtay yargıçları bile bu yetkilere sahip değilken her önüne gelen aylardan beri soluk alır gibi hüküm kurup duruyor.
*
Soruşturmanın gizliliği gerekçesi çok insancadır, çok güçlüdür, çok tutarlıdır. Kuşkulunun öz saygısı, şerefi örselenmemeli. Suç işledikleri sanılan insanlar incitilmemeli, lekelenmemeli. Ön soruşturma asla bir güç gösterisine dönüştürülmemeli.
*
Herkesin ve özellikle tutuklu bulunan kuşkuluların iddianameleri makul sürede yazılmalıdır. Yazılmazsa ve hangi eylemlerden dolayı yargılandıklarını bilme haklarına saygı duyulmazsa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre adil yargılanma hakkı çiğnenmiş olur.
*
Özel yaşamı ve konut dokunulmazlığını çiğneyen arama, mülkiyet hakkını örseleyen el koyma, birey özgürlüğünü ortadan kaldıran gözaltı, tutuklama gibi işlemler birer önlemdir. Kural gereği ’istisna’dır. Zorunlu olduğunda başvurması gereken ’son çare’dir, ’sıra dışı’dır. Öyleyse özenle kullanmak gerekir.
Dreyfus: Haksız suçlamaların simgesi
Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransız Savaş Bakanlığı’nda çalışırken Almanlar için casusluk yapmakla suçlandı. Somut kanıt olmamasına karşın Savaş Konseyi, bir gizli dosyaya dayanıp 22 Aralık 1894’te Dreyfus’a ömür boyu sürgün ve rütbesinin geri alınması cezası verdi. Ünlü yazar Emile Zola, bir gazetede Dreyfus’u savunan, "İtham ediyorum" başlıklı yazısını kaleme aldı. Bu yazıyla başlayan mücadele sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu anlaşıldı, nişanı ve rütbesi geri verildi. Bu dava, tarihte haksız suçlamaların simgesi haline geldi. “
( TEMPO 24 )
Hukuk eğitimi almış bir yurttaş olarak Yargıtay Onursal Başkanı Sayın Sami Selçuk’un görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim… Şimdi bu ünlü Dreyfus Davası’nın kısa bir özetini sizlere bir başka yazıdan alıntı yaparak aktarmak istiyorum…
“ 1894 güzünde Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunur. Yüzbaşı Dreyfus'un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmay'dan basına sızdırılır. Irkçı gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus'un casuslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus'a ait olduğunun kanıtlanması kolay değildir.
Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının kuşkulununkine hiç benzemediğini söyleyince, istenen yanıtı verecek yeni uzmanlar bulunur.
Önyargıyla hazırlatılan raporlara dayanılarak, Dreyfus'a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır.
Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen İstihbarat Müdürü Albay Sandherr, Dreyfus'un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Henry sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı du Patty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır.
Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askeri mahkemeye ulaştırır. Savcı, iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: "Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması", "fazla kültürlü olması", çok iyi Almanca bilmesi gibi özellikleri nedeniyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişidir. Sanığın gittiği savlanan yerlerden getirilecek "olası tanıklar kuşkulu" kimselerdir'.
Dava sırasındaysa tanıklıklar ciddiyetten yoksun, hatta gülünç bir biçimde yapılır. Sanığın suçlu olduğunu adını vermediği "şerefli bir adamın" uyarılarından anlayan Henry, bu konuda ant içerken bir eliyle de İsa'nın resmini gösterir.
Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkum olur. Yaşam boyu cezasını çekmek üzere Şeytan Adası'na yollanacaktır.
Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri, düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk, bu aşağılama törenini "Yahudiler'e ölüm", "haine ölüm", "kahrolsun Yuda" sloganları atarak izler. Dreyfus Şubat 1898'de Şeytan Adası'na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.
Ailesi, basının kışkırttığı bu düşmanca ortamda Dreyfus'un suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Militan basından geri kalmamak için büyük gazeteler de kendilerini bu havaya kaptırırlar.
Bir subay hiçbir kanıt olmadan, ısmarlama bilirkişi raporları, varsayımlara dayanan bir iddianame, gülünç tanıklıklar ve sahte belgelerle vatana ihanet gibi ağır bir suçtan hüküm giymiştir. “
( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )
Dava sürecini anlatan bu cümleler size de tanıdık geliyor mu ? Dreyfus Davası’nda gerçeğin ortaya çıkmasında büyük payı olan Fransız edebiyatının ünlü yazarı Emile ZOLA’nın bu katkılarını ve sonuçlarını gelecek hafta yazacağım.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 13 MAYIS 09
DREYFUS DAVASI VE ZOLA - 1
Hukuk tarihinin ve siyasal tarihin en unutulmaz davalarından biri “ Dreyfus Davası “ olarak bilinen davadır. Bundan tam 115 yıl önce ( yani 1894 yılında ) Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus’un casusluk yaptığı için ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması ile başlayan dava sırasında Fransa’da toplumda ve medyada başlayan tartışmalar bugün bile güncelliğini korumaktadır. O tarihten bu yana dünyanın her yerinde hukuksal olarak toplum vicdanını yaralayan bir dava gündeme geldiğinde Dreyfus Davası da akla gelir.
Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. Dreyfus Davası’nın seyrine, tartışmalarına ve çıkarılacak derslerine geçmeden önce Sayın Sami Selçuk’un söylediklerinden kısa alıntılar yapmak istiyorum…
“ 'Türkiye, Dreyfus Davası olayını yaşıyor'
“Ergenekon davası siyasi bir davadır. Suç siyasi diye dava siyasallaştırılamaz. Dava A’dan Z’ye siyasallaştırılmıştır" diyen Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Ergenekon’un kitabını yazdı.
Ergenekon diye bir dava yoktur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı başkaldırı suçu ve davası vardır. Davanın hukuki adı bu. Siyasi adı ise Ergenekon. Demek davayı siyasileştirme, daha işin başında, ona ’Ergenekon’ adını koyanda başlamıştır.
*
Bugün Türkiye, 115 yıl sonra bir Dreyfus Davası olayını yaşıyor. Toplum ikiye bölünmüş. Ergenekon diye mitolojik ve politik anlam yüklü, toplum bilincini saptırıcı bir dava karşısındayız. Dava bu adlandırmayla birlikte daha baştan kirletildi. Kanımca bu yüzden daha da duyarlı olmak zorundayız. Çünkü böyle ortamlarda maddi gerçeklerin uç/düşsel/gerçek benzeri/ yanılgılara yenilme olasılığı artar. Tıpkı iyi huylu urun, kötü huyla ura dönüşmesi gibi. Olayda hukuksal yanlışlıklara değinenleri, davayı sulandırmak isteyen, ordu yanlıları; bunları dile getirmeyenleri ordu karşıtı diye göstermek, karalamak sığlıktır.
*
Aziz Nesin, ’Türkiye’de üç kişiden beş kişi ozandır’ demişti. Bugünlerde de üç kişiden beş kişi yargıç kesildi, Türkiye’de. Dava dosyalarını inceleyen fakat duruşma yapmadıkları için yüzleşmeyi ve diyalektiği yaşamayan Yargıtay yargıçları bile bu yetkilere sahip değilken her önüne gelen aylardan beri soluk alır gibi hüküm kurup duruyor.
*
Soruşturmanın gizliliği gerekçesi çok insancadır, çok güçlüdür, çok tutarlıdır. Kuşkulunun öz saygısı, şerefi örselenmemeli. Suç işledikleri sanılan insanlar incitilmemeli, lekelenmemeli. Ön soruşturma asla bir güç gösterisine dönüştürülmemeli.
*
Herkesin ve özellikle tutuklu bulunan kuşkuluların iddianameleri makul sürede yazılmalıdır. Yazılmazsa ve hangi eylemlerden dolayı yargılandıklarını bilme haklarına saygı duyulmazsa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre adil yargılanma hakkı çiğnenmiş olur.
*
Özel yaşamı ve konut dokunulmazlığını çiğneyen arama, mülkiyet hakkını örseleyen el koyma, birey özgürlüğünü ortadan kaldıran gözaltı, tutuklama gibi işlemler birer önlemdir. Kural gereği ’istisna’dır. Zorunlu olduğunda başvurması gereken ’son çare’dir, ’sıra dışı’dır. Öyleyse özenle kullanmak gerekir.
Dreyfus: Haksız suçlamaların simgesi
Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransız Savaş Bakanlığı’nda çalışırken Almanlar için casusluk yapmakla suçlandı. Somut kanıt olmamasına karşın Savaş Konseyi, bir gizli dosyaya dayanıp 22 Aralık 1894’te Dreyfus’a ömür boyu sürgün ve rütbesinin geri alınması cezası verdi. Ünlü yazar Emile Zola, bir gazetede Dreyfus’u savunan, "İtham ediyorum" başlıklı yazısını kaleme aldı. Bu yazıyla başlayan mücadele sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu anlaşıldı, nişanı ve rütbesi geri verildi. Bu dava, tarihte haksız suçlamaların simgesi haline geldi. “
( TEMPO 24 )
Hukuk eğitimi almış bir yurttaş olarak Yargıtay Onursal Başkanı Sayın Sami Selçuk’un görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim… Şimdi bu ünlü Dreyfus Davası’nın kısa bir özetini sizlere bir başka yazıdan alıntı yaparak aktarmak istiyorum…
“ 1894 güzünde Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunur. Yüzbaşı Dreyfus'un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmay'dan basına sızdırılır. Irkçı gazete La Libre Parole Yahudi subay Dreyfus'un casuslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus'a ait olduğunun kanıtlanması kolay değildir.
Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının kuşkulununkine hiç benzemediğini söyleyince, istenen yanıtı verecek yeni uzmanlar bulunur.
Önyargıyla hazırlatılan raporlara dayanılarak, Dreyfus'a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır.
Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen İstihbarat Müdürü Albay Sandherr, Dreyfus'un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Henry sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı du Patty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır.
Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askeri mahkemeye ulaştırır. Savcı, iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: "Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması", "fazla kültürlü olması", çok iyi Almanca bilmesi gibi özellikleri nedeniyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişidir. Sanığın gittiği savlanan yerlerden getirilecek "olası tanıklar kuşkulu" kimselerdir'.
Dava sırasındaysa tanıklıklar ciddiyetten yoksun, hatta gülünç bir biçimde yapılır. Sanığın suçlu olduğunu adını vermediği "şerefli bir adamın" uyarılarından anlayan Henry, bu konuda ant içerken bir eliyle de İsa'nın resmini gösterir.
Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkum olur. Yaşam boyu cezasını çekmek üzere Şeytan Adası'na yollanacaktır.
Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri, düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk, bu aşağılama törenini "Yahudiler'e ölüm", "haine ölüm", "kahrolsun Yuda" sloganları atarak izler. Dreyfus Şubat 1898'de Şeytan Adası'na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.
Ailesi, basının kışkırttığı bu düşmanca ortamda Dreyfus'un suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Militan basından geri kalmamak için büyük gazeteler de kendilerini bu havaya kaptırırlar.
Bir subay hiçbir kanıt olmadan, ısmarlama bilirkişi raporları, varsayımlara dayanan bir iddianame, gülünç tanıklıklar ve sahte belgelerle vatana ihanet gibi ağır bir suçtan hüküm giymiştir. “
( Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola - Gül Tekay BAYSAN -Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi - Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195 )
Dava sürecini anlatan bu cümleler size de tanıdık geliyor mu ? Dreyfus Davası’nda gerçeğin ortaya çıkmasında büyük payı olan Fransız edebiyatının ünlü yazarı Emile ZOLA’nın bu katkılarını ve sonuçlarını gelecek hafta yazacağım.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 13 MAYIS 09
4 Mayıs 2009 Pazartesi
KIR ÇİÇEKLERİ
KIR ÇİÇEKLERİ
8 ve 15 Nisan tarihli yazılarımı aynı cümlelerle bitirdim…
“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki… “
Bu hafta ise bu cümleleri yazımın başına alıyorum… Dünyanın ve Türkiye’nin gündeminden sıkıcı haberleri görmezden, duymazdan geliyorum. Ya da bardak örneğinde olduğu gibi bardağın dolu yanına bakıyor ve umutlu olmak istiyorum. Bu bahar iyimserliği ile geçen haftanın olaylarından sadece ikisine kısaca değinip kırlardan derlediğim çiçeklerden söz edeceğim… Tüm dünyada yayılan domuz gribinin karamsarlığına, teröre ve Fethullahçı medyanının çirkinliklerine inat…
Geçen haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz 1 Mayıs kutlamaları idi. Bu yıl 1 Mayıs nerdeyse dünyanın tüm ülkelerinde kutlandı. Japonya’dan, Pakistan’a, Fransa’dan Küba’ya kadar tüm ülkelerde çok renkli kutlama görüntüleri vardı. Bu görüntüleri 1 Mayıs günü hem televizyonlardan hem de yazılı medyanın internet sitelerinden keyifle izledim… Haber ajansları sadece 3 ülkeden çatışma görüntüleri verdi… Almanya, Yunanistan ve Türkiye…
Bu yıl da Türkiye 1 Mayıs’a geçen yıl ki “orantısız güç” görüntülerini anımsayarak tedirginlik içinde geldi… Ancak sokak aralarında polis – gösterici çatışmalarını saymazsak bu yıl 1 Mayıs’ta en çok kullanılan sözcükle “makul sayı” da işçinin 31 yıl sonra Taksim’de yaptığı anma ve kutlama ile gelecek yıllar için umutlu bir gün oldu. Öncelikle Hükümetin tüm dünyada olduğu gibi 1 Mayıs’ı “ Emek ve Dayanışma Bayramı” olarak yasalaştırması ilk olumlu işaretti. Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının 100.yılında devletin ve sendikaların “makul sayı” pazarlıkları ile devletin “Taksim kabusu” işçilerin “Taksim hasreti” bitti. Bu anlamda 3 konfederasyon ayrı ayrı makul sayıda gelse de Taksim Meydanı’nda çok hoş görüntüler vardı. 77 1 Mayıs’ında işçilerin üzerine ateş açılan otelin pencerelerine asılan bir pankart ise günün en anlamlı pankartıydı. “ 1 Mayıs 77’de buradan ateş edenler BU-LUN-SUN !”
32 yıl önce o katliama tanık olmuş bir yurttaş olarak benimde 32 yıldır talebim buydu. Türkiye siyasi tarihinin bu kara sayfasının aydınlatılması için umutlu adımlar atılır artık… Önümüzdeki yıllarda 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramının Taksim’de tüm işçilerin katılımı ile kutlanmasını umut ediyorum. Farklılıklara karşın 3 işçi konfederasyonumuz bu bayramda olsun bir aya gelirler. Bu yıl bu anlamda Fransa’daki kutlamalar bize örnek olmalı. Fransa’nın tüm işçi konfederasyonları ( 7 adet ) bu yıl bir arada ve 360 kentte milyonların katılımı ile 1 Mayıs kutladılar. Kapitalizmin küresel krizine karşı işçi sınıfının taleplerini haykırdılar… Biz de neden olmasın ?
Hafta sonunun en güzel olaylarından birisi de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 20. yaşını Fazıl Say konseri ile kutlaması idi. ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan Hoca’nın tekerlekli sandalyesi ile katıldığı konser gelecek için insana umut veren bir etkinlikti. Çağdaşlığın ve sanatın bu ülkenin gençlerine ne güzel yakıştığını görmek insana umut veriyordu…
Bu hafta umutlu yazı yazmamın bir başka nedeni daha var. Bu neden de bu sütunlarda 17 Aralık 08 tarihinde yazdığım “İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne… “ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ” başlıklı yazıma Bursa’dan bir öğrencinin yaptığı yorum oldu. Bu yazımı internette bulup okuyan ve yorum yazan öğrenci kardeşimin yorumunu noktasına virgülüne dokunmadan olduğu gibi sizinle paylaşmak istiyorum.
“ merhaba ben bir iznik aşığıyım ve gerçekten yazınıza hayran kaldım... bursa merkezde oturuyorum ancak izniğe birkaç kez gittim... onun dışındada internette araştırma yaptım... gerçekten türkiyenin yavrusu... tarihi bir kentte olabilecek herşey var. kültür başkenti ve daha fazlası... şimdiki belediye başkanı katliam yapıyor orası ayrı mesele... hayalimde mimarlık okuyup izniğe belediye başkanı olmak var... tabii görevimi kötüye kullanıp mütahitlerin elinde eserleri gezdirmem ! her işin adabı vardır. ayasofya inşaat şirketinin elinde eriyip bitti... mail adresimden bana ulaşırsanız sevinirim “
Fazla söze, yoruma gerek var mı ?
İki yazımın sonunda kullandığım ve bu yazının başına koyduğum cümleleri biraz açmak istiyorum. Dost okurlarımın bildiği gibi son yıllarda fotoğraf çalışmalarım yazılarımın önüne geçti. Özellikle de bu bahar günlerinde yaşadığım köyün kırlarında elimde fotoğraf makinesiyle kır çiçeklerinin fotoğraflarını çekmek için dolaşıp duruyorum. Kır çiçeklerinin sadece fotoğraflarını çekmekle kalmıyorum. Bu çiçekler hakkında araştırmalar yapıyor. Onların latince adlarını, yerel adlarını saptadıktan sonra özeliklerini öğreniyorum ve bu bilgilerle arşivliyorum. Artık neredeyse hangi tepede, hangi ağacın yanında hangi çiçek var bilebiliyorum. Bu uğraşım da bana bu bahar aylarında doğrusu büyük keyif veriyor…
Bu çalışmalarımdan dört tanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Kır çiçeklerinden bu küçük derlememi Hıdırellez armağanı olarak kabul edin lütfen…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 6 MAYIS 09

*

*

*
8 ve 15 Nisan tarihli yazılarımı aynı cümlelerle bitirdim…
“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki… “
Bu hafta ise bu cümleleri yazımın başına alıyorum… Dünyanın ve Türkiye’nin gündeminden sıkıcı haberleri görmezden, duymazdan geliyorum. Ya da bardak örneğinde olduğu gibi bardağın dolu yanına bakıyor ve umutlu olmak istiyorum. Bu bahar iyimserliği ile geçen haftanın olaylarından sadece ikisine kısaca değinip kırlardan derlediğim çiçeklerden söz edeceğim… Tüm dünyada yayılan domuz gribinin karamsarlığına, teröre ve Fethullahçı medyanının çirkinliklerine inat…
Geçen haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz 1 Mayıs kutlamaları idi. Bu yıl 1 Mayıs nerdeyse dünyanın tüm ülkelerinde kutlandı. Japonya’dan, Pakistan’a, Fransa’dan Küba’ya kadar tüm ülkelerde çok renkli kutlama görüntüleri vardı. Bu görüntüleri 1 Mayıs günü hem televizyonlardan hem de yazılı medyanın internet sitelerinden keyifle izledim… Haber ajansları sadece 3 ülkeden çatışma görüntüleri verdi… Almanya, Yunanistan ve Türkiye…
Bu yıl da Türkiye 1 Mayıs’a geçen yıl ki “orantısız güç” görüntülerini anımsayarak tedirginlik içinde geldi… Ancak sokak aralarında polis – gösterici çatışmalarını saymazsak bu yıl 1 Mayıs’ta en çok kullanılan sözcükle “makul sayı” da işçinin 31 yıl sonra Taksim’de yaptığı anma ve kutlama ile gelecek yıllar için umutlu bir gün oldu. Öncelikle Hükümetin tüm dünyada olduğu gibi 1 Mayıs’ı “ Emek ve Dayanışma Bayramı” olarak yasalaştırması ilk olumlu işaretti. Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının 100.yılında devletin ve sendikaların “makul sayı” pazarlıkları ile devletin “Taksim kabusu” işçilerin “Taksim hasreti” bitti. Bu anlamda 3 konfederasyon ayrı ayrı makul sayıda gelse de Taksim Meydanı’nda çok hoş görüntüler vardı. 77 1 Mayıs’ında işçilerin üzerine ateş açılan otelin pencerelerine asılan bir pankart ise günün en anlamlı pankartıydı. “ 1 Mayıs 77’de buradan ateş edenler BU-LUN-SUN !”
32 yıl önce o katliama tanık olmuş bir yurttaş olarak benimde 32 yıldır talebim buydu. Türkiye siyasi tarihinin bu kara sayfasının aydınlatılması için umutlu adımlar atılır artık… Önümüzdeki yıllarda 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramının Taksim’de tüm işçilerin katılımı ile kutlanmasını umut ediyorum. Farklılıklara karşın 3 işçi konfederasyonumuz bu bayramda olsun bir aya gelirler. Bu yıl bu anlamda Fransa’daki kutlamalar bize örnek olmalı. Fransa’nın tüm işçi konfederasyonları ( 7 adet ) bu yıl bir arada ve 360 kentte milyonların katılımı ile 1 Mayıs kutladılar. Kapitalizmin küresel krizine karşı işçi sınıfının taleplerini haykırdılar… Biz de neden olmasın ?
Hafta sonunun en güzel olaylarından birisi de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 20. yaşını Fazıl Say konseri ile kutlaması idi. ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan Hoca’nın tekerlekli sandalyesi ile katıldığı konser gelecek için insana umut veren bir etkinlikti. Çağdaşlığın ve sanatın bu ülkenin gençlerine ne güzel yakıştığını görmek insana umut veriyordu…
Bu hafta umutlu yazı yazmamın bir başka nedeni daha var. Bu neden de bu sütunlarda 17 Aralık 08 tarihinde yazdığım “İznik Mavi Çini’den İznik Kültürü’ne… “ İZNİK Dün – Bugün - Yarın I ” başlıklı yazıma Bursa’dan bir öğrencinin yaptığı yorum oldu. Bu yazımı internette bulup okuyan ve yorum yazan öğrenci kardeşimin yorumunu noktasına virgülüne dokunmadan olduğu gibi sizinle paylaşmak istiyorum.
“ merhaba ben bir iznik aşığıyım ve gerçekten yazınıza hayran kaldım... bursa merkezde oturuyorum ancak izniğe birkaç kez gittim... onun dışındada internette araştırma yaptım... gerçekten türkiyenin yavrusu... tarihi bir kentte olabilecek herşey var. kültür başkenti ve daha fazlası... şimdiki belediye başkanı katliam yapıyor orası ayrı mesele... hayalimde mimarlık okuyup izniğe belediye başkanı olmak var... tabii görevimi kötüye kullanıp mütahitlerin elinde eserleri gezdirmem ! her işin adabı vardır. ayasofya inşaat şirketinin elinde eriyip bitti... mail adresimden bana ulaşırsanız sevinirim “
Fazla söze, yoruma gerek var mı ?
İki yazımın sonunda kullandığım ve bu yazının başına koyduğum cümleleri biraz açmak istiyorum. Dost okurlarımın bildiği gibi son yıllarda fotoğraf çalışmalarım yazılarımın önüne geçti. Özellikle de bu bahar günlerinde yaşadığım köyün kırlarında elimde fotoğraf makinesiyle kır çiçeklerinin fotoğraflarını çekmek için dolaşıp duruyorum. Kır çiçeklerinin sadece fotoğraflarını çekmekle kalmıyorum. Bu çiçekler hakkında araştırmalar yapıyor. Onların latince adlarını, yerel adlarını saptadıktan sonra özeliklerini öğreniyorum ve bu bilgilerle arşivliyorum. Artık neredeyse hangi tepede, hangi ağacın yanında hangi çiçek var bilebiliyorum. Bu uğraşım da bana bu bahar aylarında doğrusu büyük keyif veriyor…
Bu çalışmalarımdan dört tanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Kır çiçeklerinden bu küçük derlememi Hıdırellez armağanı olarak kabul edin lütfen…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 6 MAYIS 09
*
*
*
27 Nisan 2009 Pazartesi
Erzurum’dan ABD’ye bir yol hikayesi
Fethullah Gülen’in önlenemez yükselişi
Yazı Dizisi : ( 1 ) GİRİŞ
Son haftalardaki yazılarımda kısa kısa da olsa “Takkeli Herkül” Fethullah Gülen’den söz ettim. Son 20 yılda Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda en çok tanınan, ulusal ve uluslararası basında hakkında en çok yazı yazılan kişisi, aynı zamanda en çok sevilen, en çok nefret edilen, kısacası en çok tartışılan kişisi hiç kuşkusuz Fethullah Gülen’dir…Bir zamanlar vaaz kasetleri elden ele dolaşır, her akşam bir televizyon konalında yeni bir kasedi ortaya çıkardı. Sonra dünyanın bir çok ülkesinde açtığı “Türk Okulları” ile de gündem oluşturdu. Son iki yıldır da Türkiye’nin gündemini oluşturan “Ergenekon Davası ve operasyon dalgaları” ile bağlantılı olarak adı devamlı gündemde olan Fethullah Gülen’i savunan televizyonları, gazeteleri ile özel medyası var. Kendisine “Hocaefendi” olarak hitap edilen ve 98 yılından beri ABD’ de yaşayan Fethullah Gülen hakkında bu yılın Ocak ayında Amarikan Middle East Quarterly dergisinde Rachel Sharon-Krespin imzalı “ Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası - Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi” başlıklı uzunca bir yazı yayınlandı.

Bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi 15 Ocak 09 tarihinde ` Gülen imparatorluğu` manşet haberi ile okuyucularına duyurdu. Milliyet Gazetesi de “Gülen cemaati devleti ele geçirdi “ başlığını kullanıyordu. Aynı gün başta Zaman Gazetesi olmak üzere Hocaefendi medyası “ Cumhuriyet Fethullah Gülen’e Saldırdı” başlıklı aynı haberi ortak kullanıyorlardı. 17 Ocak’ta Zaman Gazetesi Washington Temsilcisi Ali H. Aslan “ ABD’de yazılan her şeye neden itibar edilemez ?” başlıklı haberi ile Rachel Sharon-Krespin’in yazısının etkisini kırmaya çalışıyordu. Hocaefendinin müritleri ise Amerikan dergisinde çıkan yazıyı haberleştiren başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere kendileri dışındaki herkese “Ergenekon” sopasını göstererek inanılmaz tehditler savuruyorlardı…
Bir yandan da Mehtap Tv.den Ali Ünal gibi Hocaefendi’yi yüceltiyorlardı… “ 120'ye yakın ülkeye yayılmış hizmetleri, müesseseleri görmeyerek, bütün dünyada iletişim koridorları açan ve günümüzde İslâmî-insanî hizmetlerin en temel zeminini oluşturan hoşgörü ve diyaloğa, bunu benimseyen insanlara ve Hocaefendi'ye bir defa daha saldırı adına kullanabilmektedir. “ Kısacası Rachel Sharon-Krespin’in Fethullah Gülen yazısı medya dünyasını karıştırmaya yetiyordu.
98 yılından beri Türkiye’ye gelemeyen, Suudi Arabistan ve İran gibi İslam ülkelerine gidemeyen Fethullah Gülen ABD’den beyaz takkesi ile Herkül.org internet sitesinden kendi imparatorluğunu ve Türkiye’yi yönetmeye çalışıyor… Fethullah Gülen’i anlatan Rachel Sharon-Krespin’in bu uzun yazısının Türkçesini İznik DOĞUŞ okurlarına ve blogumdaki okurlarıma bölümler halinde sunmak istiyorum. Daha önce ulusal basında yayınlanan, internet ortamında dolaşan bu yazıdaki görüşlerin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bu yazıyla Fethullah Gülen’i biraz daha tanımış olacaksınız. Bu giriş bölümünden sonra buyurun ilk bölümü okumaya…
Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası
Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi
Türkiye'nin iktidar partisi AKP, yonetiminin yedinci yılına girerken Türkiye artık bu partinin ikitidarı eline geçirdiği yıldaki laik ve demokratik ülke değildir. AKP bürokrasiyi kendi kontrolü altına geçirerek Türkiye'nin temel kimliğini değiştirmiştir. AKP'nin yükselişinden önce Ankara'nın yüzü Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'ya çevriliydi. Bugün, Avrupa Birliği'ne katılma retoriğine karşın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıp Rusya ve İran'a yaklaştırmış ve Türk dış politikasının Orta Doğu'daki pozisyonunu yeniden şekillendirerek, İsrail'e duyulan sempatiden vazgeçip Hamas, Hizbullah ve Suriye'ye yönelik dostlukları geliştirmiştir. Amerikan karşıtı, anti-Hırıstiyan ve anti-Semitik duygular artış göstermiştir.
Türkiye'nin bu radikal dönüşümün ardında sadece AKP'nin siyasi makinası değil, gizemli Hocaefendi Fethullah Gülen tarafından yönetilen sinsi İslamcı tarikat da vardır. Bu İslamcı tarikat, kendini hoşgörü ve uzlaşma savunucusu olarak göstermeye çalışıyor olsa da, tam tersi birtakım karanlık işlerin peşinde koşmaktadır. Bugün Fethullah Gülen ve takipçileri, yani Fethullaçılar, sadece iktidarı etkilemekle yetinmiyor, iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlar.
Bugün Türkiye'de 85 bin cami var. Yani, her 800 vatandaşa bir cami düşüyor. Bunu bir de hastane sayısıyla karşılaştıralım: Her 60 bin vatandaşa bir hastane. Türkiye'de kişi başına düşen cami sayısı dünyadaki en büyük orandır. Bir de 90 bin imamı düşünün. Doktor ve öğretmen sayısından daha çok.
Türkiye'de medrese benzeri binlerce imam-hatip okulu ve sayısı 4.000'i aşan devlet destekli resmi Kuran kursları var-bu rakama gayri resmi Kuran kursları dahil değildir. Onları da eklerseniz, en az on kez daha büyük bir rakamla karşılaşabilirsiniz.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın harcamaları beşe katlanmıştır. 2002'de 553 trilyon Türk lirası (yaklaşık 325 milyon Amerikan doları) harcama yapmış olan başkanlık, harcamalarını AKP'nin ilk dört buçuk yıllık iktidarı sırasında 2.7 katrilyon liraya çıkarmıştır. Bu başkanlığın bütçesi diğer sekiz bakanlığın toplam bütçesinden daha büyüktür.[1] (*) Yazıdaki bu dipnotları son bölümde yayınlayacağım.
Türkiye'de Cuma namazına katılım oranı, İran'ınki aşıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın hükümlerine karşın, devlet okullarında zorunlu Sünni İslam eğitimi devam ediyor.[2] Hem Başbakan Erdoğan, hem Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu "ulemaya danışalım"a karşı gösterilen tepkileri eleştirmişlerdi.
Bütün bu gelişmeler arasında, Fethullah Gülen Türkiye'nin siyasi platformunu şekillendirmeye çalışan bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Bunu yaparken de hem AKP'nin içindeki yandaşlarını kullanıyor, hem de cemaatin inanılmaz derecede büyük medya imparatorluğunu, finans kurumlarını, bankalarını, işletme birimlerini, binlerce okul, üniversite, ışıkevleri ve benzeri kurum ve kuruluşlardan oluşan uluslararası ağını harekete geçiriyor. Fethullah Gülen bir finans imparatorudur.
En iyi tahminlerle, 25 milyar dolarlık kontrol dışı ve karanlık bir bütçesi var.[3] Fethullahçı cemaatin AKP'yi doğrudan destekleyip desteklemediği, AKP'yi iktidara getiren güç olduğu henüz tam anlamıyla kanıtlanmamış olsa da, detaylar o kadar da önemli değil. Her ne olursa olsun, Fethullah hareketi AKP'nin iktidara gelmesini sağlayan en büyük güçtür.
/// Devam edecek///
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 29 NİSAN 09
Fethullah Gülen’in önlenemez yükselişi
Yazı Dizisi : ( 1 ) GİRİŞ
Son haftalardaki yazılarımda kısa kısa da olsa “Takkeli Herkül” Fethullah Gülen’den söz ettim. Son 20 yılda Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda en çok tanınan, ulusal ve uluslararası basında hakkında en çok yazı yazılan kişisi, aynı zamanda en çok sevilen, en çok nefret edilen, kısacası en çok tartışılan kişisi hiç kuşkusuz Fethullah Gülen’dir…Bir zamanlar vaaz kasetleri elden ele dolaşır, her akşam bir televizyon konalında yeni bir kasedi ortaya çıkardı. Sonra dünyanın bir çok ülkesinde açtığı “Türk Okulları” ile de gündem oluşturdu. Son iki yıldır da Türkiye’nin gündemini oluşturan “Ergenekon Davası ve operasyon dalgaları” ile bağlantılı olarak adı devamlı gündemde olan Fethullah Gülen’i savunan televizyonları, gazeteleri ile özel medyası var. Kendisine “Hocaefendi” olarak hitap edilen ve 98 yılından beri ABD’ de yaşayan Fethullah Gülen hakkında bu yılın Ocak ayında Amarikan Middle East Quarterly dergisinde Rachel Sharon-Krespin imzalı “ Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası - Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi” başlıklı uzunca bir yazı yayınlandı.

Bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi 15 Ocak 09 tarihinde ` Gülen imparatorluğu` manşet haberi ile okuyucularına duyurdu. Milliyet Gazetesi de “Gülen cemaati devleti ele geçirdi “ başlığını kullanıyordu. Aynı gün başta Zaman Gazetesi olmak üzere Hocaefendi medyası “ Cumhuriyet Fethullah Gülen’e Saldırdı” başlıklı aynı haberi ortak kullanıyorlardı. 17 Ocak’ta Zaman Gazetesi Washington Temsilcisi Ali H. Aslan “ ABD’de yazılan her şeye neden itibar edilemez ?” başlıklı haberi ile Rachel Sharon-Krespin’in yazısının etkisini kırmaya çalışıyordu. Hocaefendinin müritleri ise Amerikan dergisinde çıkan yazıyı haberleştiren başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere kendileri dışındaki herkese “Ergenekon” sopasını göstererek inanılmaz tehditler savuruyorlardı…
Bir yandan da Mehtap Tv.den Ali Ünal gibi Hocaefendi’yi yüceltiyorlardı… “ 120'ye yakın ülkeye yayılmış hizmetleri, müesseseleri görmeyerek, bütün dünyada iletişim koridorları açan ve günümüzde İslâmî-insanî hizmetlerin en temel zeminini oluşturan hoşgörü ve diyaloğa, bunu benimseyen insanlara ve Hocaefendi'ye bir defa daha saldırı adına kullanabilmektedir. “ Kısacası Rachel Sharon-Krespin’in Fethullah Gülen yazısı medya dünyasını karıştırmaya yetiyordu.
98 yılından beri Türkiye’ye gelemeyen, Suudi Arabistan ve İran gibi İslam ülkelerine gidemeyen Fethullah Gülen ABD’den beyaz takkesi ile Herkül.org internet sitesinden kendi imparatorluğunu ve Türkiye’yi yönetmeye çalışıyor… Fethullah Gülen’i anlatan Rachel Sharon-Krespin’in bu uzun yazısının Türkçesini İznik DOĞUŞ okurlarına ve blogumdaki okurlarıma bölümler halinde sunmak istiyorum. Daha önce ulusal basında yayınlanan, internet ortamında dolaşan bu yazıdaki görüşlerin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bu yazıyla Fethullah Gülen’i biraz daha tanımış olacaksınız. Bu giriş bölümünden sonra buyurun ilk bölümü okumaya…
Fethullah Gülen'in Büyük İhtirası
Türkiye'deki İslamcılık Tehlikesi
Türkiye'nin iktidar partisi AKP, yonetiminin yedinci yılına girerken Türkiye artık bu partinin ikitidarı eline geçirdiği yıldaki laik ve demokratik ülke değildir. AKP bürokrasiyi kendi kontrolü altına geçirerek Türkiye'nin temel kimliğini değiştirmiştir. AKP'nin yükselişinden önce Ankara'nın yüzü Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'ya çevriliydi. Bugün, Avrupa Birliği'ne katılma retoriğine karşın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıp Rusya ve İran'a yaklaştırmış ve Türk dış politikasının Orta Doğu'daki pozisyonunu yeniden şekillendirerek, İsrail'e duyulan sempatiden vazgeçip Hamas, Hizbullah ve Suriye'ye yönelik dostlukları geliştirmiştir. Amerikan karşıtı, anti-Hırıstiyan ve anti-Semitik duygular artış göstermiştir.
Türkiye'nin bu radikal dönüşümün ardında sadece AKP'nin siyasi makinası değil, gizemli Hocaefendi Fethullah Gülen tarafından yönetilen sinsi İslamcı tarikat da vardır. Bu İslamcı tarikat, kendini hoşgörü ve uzlaşma savunucusu olarak göstermeye çalışıyor olsa da, tam tersi birtakım karanlık işlerin peşinde koşmaktadır. Bugün Fethullah Gülen ve takipçileri, yani Fethullaçılar, sadece iktidarı etkilemekle yetinmiyor, iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlar.
Bugün Türkiye'de 85 bin cami var. Yani, her 800 vatandaşa bir cami düşüyor. Bunu bir de hastane sayısıyla karşılaştıralım: Her 60 bin vatandaşa bir hastane. Türkiye'de kişi başına düşen cami sayısı dünyadaki en büyük orandır. Bir de 90 bin imamı düşünün. Doktor ve öğretmen sayısından daha çok.
Türkiye'de medrese benzeri binlerce imam-hatip okulu ve sayısı 4.000'i aşan devlet destekli resmi Kuran kursları var-bu rakama gayri resmi Kuran kursları dahil değildir. Onları da eklerseniz, en az on kez daha büyük bir rakamla karşılaşabilirsiniz.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın harcamaları beşe katlanmıştır. 2002'de 553 trilyon Türk lirası (yaklaşık 325 milyon Amerikan doları) harcama yapmış olan başkanlık, harcamalarını AKP'nin ilk dört buçuk yıllık iktidarı sırasında 2.7 katrilyon liraya çıkarmıştır. Bu başkanlığın bütçesi diğer sekiz bakanlığın toplam bütçesinden daha büyüktür.[1] (*) Yazıdaki bu dipnotları son bölümde yayınlayacağım.
Türkiye'de Cuma namazına katılım oranı, İran'ınki aşıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın hükümlerine karşın, devlet okullarında zorunlu Sünni İslam eğitimi devam ediyor.[2] Hem Başbakan Erdoğan, hem Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu "ulemaya danışalım"a karşı gösterilen tepkileri eleştirmişlerdi.
Bütün bu gelişmeler arasında, Fethullah Gülen Türkiye'nin siyasi platformunu şekillendirmeye çalışan bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Bunu yaparken de hem AKP'nin içindeki yandaşlarını kullanıyor, hem de cemaatin inanılmaz derecede büyük medya imparatorluğunu, finans kurumlarını, bankalarını, işletme birimlerini, binlerce okul, üniversite, ışıkevleri ve benzeri kurum ve kuruluşlardan oluşan uluslararası ağını harekete geçiriyor. Fethullah Gülen bir finans imparatorudur.
En iyi tahminlerle, 25 milyar dolarlık kontrol dışı ve karanlık bir bütçesi var.[3] Fethullahçı cemaatin AKP'yi doğrudan destekleyip desteklemediği, AKP'yi iktidara getiren güç olduğu henüz tam anlamıyla kanıtlanmamış olsa da, detaylar o kadar da önemli değil. Her ne olursa olsun, Fethullah hareketi AKP'nin iktidara gelmesini sağlayan en büyük güçtür.
/// Devam edecek///
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 29 NİSAN 09
19 Nisan 2009 Pazar
İki Yıl Önce ve Bugün…NE ŞERİAT NE DARBE
İki Yıl Önce ve Bugün…
NE ŞERİAT NE DARBE
Bu haftalık yazımı yazmak için Pazartesiyi beklemeden Pazar günü yazıyorum. Hafta başında ne olur ne olmaz… Türkiye’de gündem yine bir dalga ile değişebilir.
Geçen hafta Pazartesi günü yazımı yazarken bir yandan da televizyonlardan Ergenekon’un 12.dalgasını izliyordum. Türkiye bir hafta boyunca bu dalgayı konuştu, yazdı, okudu ve tartıştı…
Bu 12.dalga adı verilen operasyonun sonucu gözaltına alınan kırktan fazla kişiden çoğunluğu ÇYDD ve ÇEV çalışanları iki-üç günün sonunda serbest bırakılırken Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal, Uludağ Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, İnönü Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu, 19 Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Ferit Bernay, Van 100.Yıl Üniversitesi eski rektör yardımcısı Prof.Dr.Ayşe Yüksel ve Prof.Dr.Erol Manisalı tutuklanarak cezaevine konuldu. Cezaevinde rahatsızlanan dünyanın ünlü cerrahlarından Prof.Dr.Mehmet Haberal İstanbul Üniversitesi Hastanesi yoğun bakım üniversitesinde yaşam mücadelesi veriyor…
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof.Dr. Türkan Saylan ise zaten hastanede kanser tedavisi gördüğü için gözaltına alınmamıştı. Ancak Türkan Hoca’nın evi, ÇYDD Genel Merkezi ve Şubeleri saatlerce aranmış, tüm bilgisayarlara, evraklara el konulduğundan derneğin burs verdiği 40 bin öğrenci bu ay burslarını alamadı. Türkan Hoca ilerlemiş hastalığına ve yaşına karşın hafta boyunca dik durdu. Her televizyon programına katılarak olup biteni anlattı. Ancak hafta sonunda kendi deyimiyle onun da pili bittiğinden pilini şarj etmek ve son nefesine kadar mücadelesini sürdürmek için tekrar hastaneye döndü… Geçen haftanın en kısa özeti bu.
Bu 12.dalganın tepkilerinden de birkaç satırbaşı vereyim…Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gözaltına alınarak Ankara’dan İstanbul’a götürülen Prof.Dr.Mehmet Haberal’ı havaalanında uğurlaması ve bu uğurlamaya Milli Eğitim Bakanının eleştirisi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin burs verdiği öğrencilerine burs vermek için halktan gelen müthiş destek… Fazıl Say ve Genco Erkal başta olmak üzere diğer sanatçılardan gelen destekler. Dün de yüzbinlerin Ankara’da Anıtkabir buluşması. Bunlar olumlu tepkiler. Bir de ulusal basındaki tepkiler var. Vakit Gazetesi’nin aşağılık saldırıları Türkan Hoca’nın hastalığını bile kullanarak daha da iğrençleşerek sürdü. Taraf Gazetesi’nin “ Postallı Profesörler” başlığı kendi yazarlarının bile tepkisini çekti. Aklı başında hukukçuların bu dalgadaki hukuka karşı usulsüzlük vurgulamalarına da değindikten sonra siyasilerin tepkilerine ve tepkisizliklerine hiç değinmiyorum.
Bu konu ile ilgili olarak bugünden iki yıl öncesine 07 yılına bir geri dönüş yapıyorum. İki yıl önce bahar aylarında Türkiye’nin gündeminde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhuriyet mitingleri vardı…
Bu gazetede yani İznik DOĞUŞ Gazetesi’nde o günlerde yazdığım yazılarımın ikisinden alıntı yaparak o günleri anımsıyorum…
28 Mart 07 tarihli DOĞUŞ’taki “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımın son paragrafı şöyleydi :
“ Siyaset oyununu terk etmiş bir seyirci, bir yurttaş olarak gönlümdeki adayı açıklayarak bu yazıyı bitireyim. Bir kere zaman zaman sigortası atan, Cumhuriyetin temel ilkelerine inanmayan, bana göre çağdışı görüşleri olan Sayın Başbakanı asla Çankaya’da görmek istemiyorum… Gönlümdeki aday çağdaş bir yaşamı savunan, bu ülkenin temel meselesini eğitim olarak gören bu konuda yüreklice çalışan güzel insan Sayın Türkan SAYLAN’ı Çankaya’da görmek istiyorum. Bir yurttaş olarak benim görüşüm ve isteğim de bu. “
2 Mayıs 07 tarihli yazımın başlığı ve alt başlıkları ise şöyleydi…
“ 27 NİSAN ÖNCESİ VE SONRASI
Uzlaşma-İnatlaşma ve Cumhuriyet’i korumak...** Ne haki yeşili- Ne türbe yeşili- En güzeli demokrasi çiçekleri... *** 29 Nisan Cumhuriyet Bayramı “
İşte bu yazımın son bölümünü de buraya aynen alıyorum…
“Ama siyasal düşünceleri 40 yıldır solda olan bir insan olarak asla bir askeri darbeyi savunamam.Türkiye’nin sorunları asla askeri darbelerle askeri yönetimlerle çözülemez. Cumhuriyet’in koruyucusu da sadece askerler değildir.Türkiye’nin sorunları demokrasi ile çözülür. Cumhuriyet’i korumak ta 14 ve 29 Nisan’da olduğu gibi halkın görevidir. Halk bu görevinin de bilincinde olduğunu da göstermiştir.
Cumhuriyet’e ve Demokrasiye sahip çıkan milyonlarca insan 14 ve 29 Nisan’larda yazımın ikinci alt başlığı olan sloganı atmıştır ki aynen katılıyorum...
Ne haki yeşili-Ne türbe yeşili-En güzeli demokrasi çiçekleri...
29 Nisan Pazar günü İstanbul Çağlayan Meydanı’ndaki Cumhuriyet mitingindeki milyonlarca insandan biriydim. O bayrak selini, o coşku selini, Cumhuriyet’i korumadaki o kararlılığı, insanca korkuyu, güveni, mutluluk göz yaşlarını görmeliydiniz, yaşamalıydınız... O mitingi hiç bir siyasi parti düzenleyemez. O kendiliğinden bir mitingdir. O mitingte AKP iktidarının uygulamaları, laiklik ve Cumhuriyet’e karşı siyaseti eleştirilmiştir.
Ama aynı zamanda muhalefet partilerine “BİRLEŞİN !” mesajı verilmiştir.
Benim için İstanbul Çağlayan Cumhuriyet mitingi bir Cumhuriyet Bayramı’dır. Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun !
1 Mayıs İşçi Bayramı’nı da kutluyorum...30 yıl önce 1 Mayıs 77’de katledilen insanlarımızı da saygılarımla anıyorum.”
İki yıl önce o Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyici ve konuşmacılarından biriydi Prof Dr. Türkan Saylan… Basından öğrendiğimize göre Ergenekon’un 12.dalgasında tutuklananlara bu mitingler soruluyormuş… Ne diyelim ? Bu Ergenekon savcılarının işi de çok zor. O kadar insanı sorgulamak kim bilir kaç yıllar sürer. O kadar insanı içine alacak hapishaneler yapmak ta ülke ekonomisini bayağı sarsar… IMF’den gelen para da yetmez…
Geçen hafta Ergenekon’un 12. dalgasının gölgesinde kalan bir haber gözlerden kaçtı. Beni de yalanlayan bir haber bu… Geçen haftaki yazımda ben “ takkeli herkül “ Fethullah Gülen’in ABD’de CIA ve FBI korumasında yaşadığını yazmıştım ya meğer öyle değilmiş… Bakın geçen hafta ajanslara düşen ve gölgede kalan haberin başlığına… “Vakit Gazetesi Yazarı Abdurrahman Dilipak'tan Fethullah Gülen ve cemaatini çok kızdıracak sözler: "Gülen cemaatini sadece ABD"den ibaret görmemek gerek. Vatikan’ la da ilişkisi var"
Asıl yazmak istediğim konu olan Ergenekon dalgaları – Fethullah Gülen – Türkan Saylan ilişkisine yer darlığı nedeniyle değinemiyorum. Bir yanda kadını türbanı, çarşafı ile evine kapatmak, toplumsal hayattan çekmek isteyen, eğitimi de Taliban zihniyetiyle sadece Fethullah Gülen okullarında okutmak olarak gören bir zihniyet var. Bir yanda da “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarıyla kızları okutmaya, özgürleştirmeye çalışan Türkan Saylan’ın öncülük ettiği çağdaş yaşam zihniyeti var… Bu iki zihniyetin çatışması olan bu gündem maddesini izlemeye devam ediyoruz.
Ben kendi adıma iki yıl önceki durduğum yerdeyim. Aynı Türkan Hoca gibi iki yıl önce de bugün de haykırıyorum… NE ŞERİAT NE DARBE !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 22 NİSAN 09
NE ŞERİAT NE DARBE
Bu haftalık yazımı yazmak için Pazartesiyi beklemeden Pazar günü yazıyorum. Hafta başında ne olur ne olmaz… Türkiye’de gündem yine bir dalga ile değişebilir.
Geçen hafta Pazartesi günü yazımı yazarken bir yandan da televizyonlardan Ergenekon’un 12.dalgasını izliyordum. Türkiye bir hafta boyunca bu dalgayı konuştu, yazdı, okudu ve tartıştı…
Bu 12.dalga adı verilen operasyonun sonucu gözaltına alınan kırktan fazla kişiden çoğunluğu ÇYDD ve ÇEV çalışanları iki-üç günün sonunda serbest bırakılırken Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal, Uludağ Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, İnönü Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu, 19 Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr.Ferit Bernay, Van 100.Yıl Üniversitesi eski rektör yardımcısı Prof.Dr.Ayşe Yüksel ve Prof.Dr.Erol Manisalı tutuklanarak cezaevine konuldu. Cezaevinde rahatsızlanan dünyanın ünlü cerrahlarından Prof.Dr.Mehmet Haberal İstanbul Üniversitesi Hastanesi yoğun bakım üniversitesinde yaşam mücadelesi veriyor…
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof.Dr. Türkan Saylan ise zaten hastanede kanser tedavisi gördüğü için gözaltına alınmamıştı. Ancak Türkan Hoca’nın evi, ÇYDD Genel Merkezi ve Şubeleri saatlerce aranmış, tüm bilgisayarlara, evraklara el konulduğundan derneğin burs verdiği 40 bin öğrenci bu ay burslarını alamadı. Türkan Hoca ilerlemiş hastalığına ve yaşına karşın hafta boyunca dik durdu. Her televizyon programına katılarak olup biteni anlattı. Ancak hafta sonunda kendi deyimiyle onun da pili bittiğinden pilini şarj etmek ve son nefesine kadar mücadelesini sürdürmek için tekrar hastaneye döndü… Geçen haftanın en kısa özeti bu.
Bu 12.dalganın tepkilerinden de birkaç satırbaşı vereyim…Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gözaltına alınarak Ankara’dan İstanbul’a götürülen Prof.Dr.Mehmet Haberal’ı havaalanında uğurlaması ve bu uğurlamaya Milli Eğitim Bakanının eleştirisi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin burs verdiği öğrencilerine burs vermek için halktan gelen müthiş destek… Fazıl Say ve Genco Erkal başta olmak üzere diğer sanatçılardan gelen destekler. Dün de yüzbinlerin Ankara’da Anıtkabir buluşması. Bunlar olumlu tepkiler. Bir de ulusal basındaki tepkiler var. Vakit Gazetesi’nin aşağılık saldırıları Türkan Hoca’nın hastalığını bile kullanarak daha da iğrençleşerek sürdü. Taraf Gazetesi’nin “ Postallı Profesörler” başlığı kendi yazarlarının bile tepkisini çekti. Aklı başında hukukçuların bu dalgadaki hukuka karşı usulsüzlük vurgulamalarına da değindikten sonra siyasilerin tepkilerine ve tepkisizliklerine hiç değinmiyorum.
Bu konu ile ilgili olarak bugünden iki yıl öncesine 07 yılına bir geri dönüş yapıyorum. İki yıl önce bahar aylarında Türkiye’nin gündeminde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhuriyet mitingleri vardı…
Bu gazetede yani İznik DOĞUŞ Gazetesi’nde o günlerde yazdığım yazılarımın ikisinden alıntı yaparak o günleri anımsıyorum…
28 Mart 07 tarihli DOĞUŞ’taki “ CUMHURBAŞKANI ADAYIMI AÇIKLIYORUM “ başlıklı yazımın son paragrafı şöyleydi :
“ Siyaset oyununu terk etmiş bir seyirci, bir yurttaş olarak gönlümdeki adayı açıklayarak bu yazıyı bitireyim. Bir kere zaman zaman sigortası atan, Cumhuriyetin temel ilkelerine inanmayan, bana göre çağdışı görüşleri olan Sayın Başbakanı asla Çankaya’da görmek istemiyorum… Gönlümdeki aday çağdaş bir yaşamı savunan, bu ülkenin temel meselesini eğitim olarak gören bu konuda yüreklice çalışan güzel insan Sayın Türkan SAYLAN’ı Çankaya’da görmek istiyorum. Bir yurttaş olarak benim görüşüm ve isteğim de bu. “
2 Mayıs 07 tarihli yazımın başlığı ve alt başlıkları ise şöyleydi…
“ 27 NİSAN ÖNCESİ VE SONRASI
Uzlaşma-İnatlaşma ve Cumhuriyet’i korumak...** Ne haki yeşili- Ne türbe yeşili- En güzeli demokrasi çiçekleri... *** 29 Nisan Cumhuriyet Bayramı “
İşte bu yazımın son bölümünü de buraya aynen alıyorum…
“Ama siyasal düşünceleri 40 yıldır solda olan bir insan olarak asla bir askeri darbeyi savunamam.Türkiye’nin sorunları asla askeri darbelerle askeri yönetimlerle çözülemez. Cumhuriyet’in koruyucusu da sadece askerler değildir.Türkiye’nin sorunları demokrasi ile çözülür. Cumhuriyet’i korumak ta 14 ve 29 Nisan’da olduğu gibi halkın görevidir. Halk bu görevinin de bilincinde olduğunu da göstermiştir.
Cumhuriyet’e ve Demokrasiye sahip çıkan milyonlarca insan 14 ve 29 Nisan’larda yazımın ikinci alt başlığı olan sloganı atmıştır ki aynen katılıyorum...
Ne haki yeşili-Ne türbe yeşili-En güzeli demokrasi çiçekleri...
29 Nisan Pazar günü İstanbul Çağlayan Meydanı’ndaki Cumhuriyet mitingindeki milyonlarca insandan biriydim. O bayrak selini, o coşku selini, Cumhuriyet’i korumadaki o kararlılığı, insanca korkuyu, güveni, mutluluk göz yaşlarını görmeliydiniz, yaşamalıydınız... O mitingi hiç bir siyasi parti düzenleyemez. O kendiliğinden bir mitingdir. O mitingte AKP iktidarının uygulamaları, laiklik ve Cumhuriyet’e karşı siyaseti eleştirilmiştir.
Ama aynı zamanda muhalefet partilerine “BİRLEŞİN !” mesajı verilmiştir.
Benim için İstanbul Çağlayan Cumhuriyet mitingi bir Cumhuriyet Bayramı’dır. Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun !
1 Mayıs İşçi Bayramı’nı da kutluyorum...30 yıl önce 1 Mayıs 77’de katledilen insanlarımızı da saygılarımla anıyorum.”
İki yıl önce o Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyici ve konuşmacılarından biriydi Prof Dr. Türkan Saylan… Basından öğrendiğimize göre Ergenekon’un 12.dalgasında tutuklananlara bu mitingler soruluyormuş… Ne diyelim ? Bu Ergenekon savcılarının işi de çok zor. O kadar insanı sorgulamak kim bilir kaç yıllar sürer. O kadar insanı içine alacak hapishaneler yapmak ta ülke ekonomisini bayağı sarsar… IMF’den gelen para da yetmez…
Geçen hafta Ergenekon’un 12. dalgasının gölgesinde kalan bir haber gözlerden kaçtı. Beni de yalanlayan bir haber bu… Geçen haftaki yazımda ben “ takkeli herkül “ Fethullah Gülen’in ABD’de CIA ve FBI korumasında yaşadığını yazmıştım ya meğer öyle değilmiş… Bakın geçen hafta ajanslara düşen ve gölgede kalan haberin başlığına… “Vakit Gazetesi Yazarı Abdurrahman Dilipak'tan Fethullah Gülen ve cemaatini çok kızdıracak sözler: "Gülen cemaatini sadece ABD"den ibaret görmemek gerek. Vatikan’ la da ilişkisi var"
Asıl yazmak istediğim konu olan Ergenekon dalgaları – Fethullah Gülen – Türkan Saylan ilişkisine yer darlığı nedeniyle değinemiyorum. Bir yanda kadını türbanı, çarşafı ile evine kapatmak, toplumsal hayattan çekmek isteyen, eğitimi de Taliban zihniyetiyle sadece Fethullah Gülen okullarında okutmak olarak gören bir zihniyet var. Bir yanda da “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarıyla kızları okutmaya, özgürleştirmeye çalışan Türkan Saylan’ın öncülük ettiği çağdaş yaşam zihniyeti var… Bu iki zihniyetin çatışması olan bu gündem maddesini izlemeye devam ediyoruz.
Ben kendi adıma iki yıl önceki durduğum yerdeyim. Aynı Türkan Hoca gibi iki yıl önce de bugün de haykırıyorum… NE ŞERİAT NE DARBE !
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 22 NİSAN 09
13 Nisan 2009 Pazartesi
RÜZGAR VE DALGALAR
RÜZGAR VE DALGALAR
Bu gazetede ve blogumda yayınladığım yazılarımı Pazartesi sabahları yazıyorum. Bir hafta öncesinin olaylarını değerlendirmek ve haftanın gündemi olabilecek olaylar hakkında düşüncelerimi aktarıyorum. Ben 13 Nisan Pazartesi sabahı 6-12 Nisan haftasının olaylarını değerlendirmek için bilgisayarımın başına oturduğumda televizyonlar Ergenekon’un 12. dalgasının haberlerini canlı olarak veriyor. Televizyonların canlı yayınlarında Ankara- İstanbul- Bursa- Adana- Samsun ve Van gibi 18 ilde 50 kişi hakkında operasyon düzenlendiği, bu kentlerdeki eski üniversite rektörlerinin gözaltına alındığını izliyorum. Arama yapılan noktalardan biri de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkez ve şubeleri ile Genel Başkan Prof.Dr. Türkan SAYLAN’ın evi… Şu aşamada söylenecek ve yazılacak hem çok şey var hem de yok… Anlaşılan bu dalgalar devam edecek… İzlemeye devam ediyoruz…
Geçen hafta 6 Nisan Pazartesi sabahı yazdığım “GÜNDEMDEN KISA KISA” başlıklı yazımda ABD’den fetva ve talimatlar gönderen Fetullah Gülen için “takkeli herkül” tanımlamasını yapmıştım. Çünkü bir süredir Fetullah Gülen’in vaaz ve yandaşlarına talimatlarını “www.herkul.org “ sitesinden izliyordum. F.Gülen’i bu konuşmalarında beyaz takkesi ile görünce ve sitesini adı ile birleştirince doğal olarak bu tanım ortaya çıktı. Benim Pazartesi bu tanımlamayı yapmamdan üç gün sonra Çarşamba akşam üstü bu “herkül” sitesinin adı ve F.Gülen’in yeni açıklamaları ulusal basın haber ajanslarına düştü. Perşembe günü gazetelerde okumuşsunuzdur. Neden takke ? Neden “Herkül” ? Herkül denilen eski Yunan tanrısı müslüman mıydı acaba ? Gelecek hafta F.Gülen’e bir mektup ta ben yazıp soracağım… Takkeli Herkül herhalde bana da bir yanıt verir… ABD’de özgür yaşamaya devam eden F.Gülen fetva ve talimatları ile Türkiye’yi yönlendirmeye devam ediyor… Nasıl olsa kimse onun CIA ve FBI tarafından korunan evini sabahın köründe arayamıyor…
Geçen hafta Türkiye’den Obama geçti… Hani o ünlü roman ve filmin adı gibi. “Rüzgar Gibi Geçti”… Geçen haftaki yazımda Obama’nın gelişinde bu ziyareti protesto edenlerin haberlerine ulusal basında yer verilmediğini yazmıştım. Bu protesto eylemleri dış basında yer alınca bizim ulusal basın da yer vermek zorunda kaldı. Bu protesto eylemlerinden en çok ses getireni Greenpeace isimli çevreci örgütün Boğaz Köprüsü’ndeki pankart eylemi idi. Üç dilde yazılan pankartta ne yazıyor du ? “ BARIŞ İÇİN İKLİMİ KORU”. Başkan Obama Türkiye’den İslam dünyasına ve Türkiye’ye mesajlar verdi… Şimdi bu mesajlar tartışılıyor. Türkiye de zaman zaman kullanılan bir halk deyişi vardır. Hani şu baldız – enişte muhabbetine dair… “ Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü ?” ABD’nin yeni Başkanı Barack H. Obama şirin bir adam… Ama bu şirin adamla yapılan makyaj da ABD emperyalizminin dünya üzerindeki çirkin yüzünü gizlemeye yetmez…
Geçen haftaki yazımın bir bölümünde İstanbul Beşiktaş’ta polisin Beşiktaş taraftarlarına “orantısız güç” kullandığına değinmiştim. Uzun süredir futboldan biraz soğumuştum. Maçlara gitmediğim gibi televizyonlardan bile izlemiyordum. Geçen haftanın önemli gündemlerinden biri de GS - FB arasında oynanacak derbi maçtı. İki takım arasındaki derbi rekabetinin 100.yılı olması nedeniyle hadi televizyondan izleyeyim dedim. Keşke izlemez olaydım… Futbol maçı gibi başlayan futbolun oynanmadığı maçta 93.dakikada boks maçı olarak sona erdi… Hakemin sadece 4 kırmızı kartla geçiştirdiği bu maçtan sonra boksör futbolcuların açıklamaları ise tüyler ürperticiydi… Futbol maçı yerine boks maçı yapanlar izleyenlerden, taraftarlarında özür dileyeceklerine sahte dostluklarını ve kinlerini savunuyorlardı. Herhalde bu hafta en çok konuşulacak olaylardan birisi de bu maç sonrası yaşananlar olacak…
Bu haftaki yazımı da geçen haftaki yazımın son paragrafı ile bitiriyorum :
“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki… “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 15 NİSAN 09
Bu gazetede ve blogumda yayınladığım yazılarımı Pazartesi sabahları yazıyorum. Bir hafta öncesinin olaylarını değerlendirmek ve haftanın gündemi olabilecek olaylar hakkında düşüncelerimi aktarıyorum. Ben 13 Nisan Pazartesi sabahı 6-12 Nisan haftasının olaylarını değerlendirmek için bilgisayarımın başına oturduğumda televizyonlar Ergenekon’un 12. dalgasının haberlerini canlı olarak veriyor. Televizyonların canlı yayınlarında Ankara- İstanbul- Bursa- Adana- Samsun ve Van gibi 18 ilde 50 kişi hakkında operasyon düzenlendiği, bu kentlerdeki eski üniversite rektörlerinin gözaltına alındığını izliyorum. Arama yapılan noktalardan biri de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkez ve şubeleri ile Genel Başkan Prof.Dr. Türkan SAYLAN’ın evi… Şu aşamada söylenecek ve yazılacak hem çok şey var hem de yok… Anlaşılan bu dalgalar devam edecek… İzlemeye devam ediyoruz…
Geçen hafta 6 Nisan Pazartesi sabahı yazdığım “GÜNDEMDEN KISA KISA” başlıklı yazımda ABD’den fetva ve talimatlar gönderen Fetullah Gülen için “takkeli herkül” tanımlamasını yapmıştım. Çünkü bir süredir Fetullah Gülen’in vaaz ve yandaşlarına talimatlarını “www.herkul.org “ sitesinden izliyordum. F.Gülen’i bu konuşmalarında beyaz takkesi ile görünce ve sitesini adı ile birleştirince doğal olarak bu tanım ortaya çıktı. Benim Pazartesi bu tanımlamayı yapmamdan üç gün sonra Çarşamba akşam üstü bu “herkül” sitesinin adı ve F.Gülen’in yeni açıklamaları ulusal basın haber ajanslarına düştü. Perşembe günü gazetelerde okumuşsunuzdur. Neden takke ? Neden “Herkül” ? Herkül denilen eski Yunan tanrısı müslüman mıydı acaba ? Gelecek hafta F.Gülen’e bir mektup ta ben yazıp soracağım… Takkeli Herkül herhalde bana da bir yanıt verir… ABD’de özgür yaşamaya devam eden F.Gülen fetva ve talimatları ile Türkiye’yi yönlendirmeye devam ediyor… Nasıl olsa kimse onun CIA ve FBI tarafından korunan evini sabahın köründe arayamıyor…
Geçen hafta Türkiye’den Obama geçti… Hani o ünlü roman ve filmin adı gibi. “Rüzgar Gibi Geçti”… Geçen haftaki yazımda Obama’nın gelişinde bu ziyareti protesto edenlerin haberlerine ulusal basında yer verilmediğini yazmıştım. Bu protesto eylemleri dış basında yer alınca bizim ulusal basın da yer vermek zorunda kaldı. Bu protesto eylemlerinden en çok ses getireni Greenpeace isimli çevreci örgütün Boğaz Köprüsü’ndeki pankart eylemi idi. Üç dilde yazılan pankartta ne yazıyor du ? “ BARIŞ İÇİN İKLİMİ KORU”. Başkan Obama Türkiye’den İslam dünyasına ve Türkiye’ye mesajlar verdi… Şimdi bu mesajlar tartışılıyor. Türkiye de zaman zaman kullanılan bir halk deyişi vardır. Hani şu baldız – enişte muhabbetine dair… “ Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü ?” ABD’nin yeni Başkanı Barack H. Obama şirin bir adam… Ama bu şirin adamla yapılan makyaj da ABD emperyalizminin dünya üzerindeki çirkin yüzünü gizlemeye yetmez…
Geçen haftaki yazımın bir bölümünde İstanbul Beşiktaş’ta polisin Beşiktaş taraftarlarına “orantısız güç” kullandığına değinmiştim. Uzun süredir futboldan biraz soğumuştum. Maçlara gitmediğim gibi televizyonlardan bile izlemiyordum. Geçen haftanın önemli gündemlerinden biri de GS - FB arasında oynanacak derbi maçtı. İki takım arasındaki derbi rekabetinin 100.yılı olması nedeniyle hadi televizyondan izleyeyim dedim. Keşke izlemez olaydım… Futbol maçı gibi başlayan futbolun oynanmadığı maçta 93.dakikada boks maçı olarak sona erdi… Hakemin sadece 4 kırmızı kartla geçiştirdiği bu maçtan sonra boksör futbolcuların açıklamaları ise tüyler ürperticiydi… Futbol maçı yerine boks maçı yapanlar izleyenlerden, taraftarlarında özür dileyeceklerine sahte dostluklarını ve kinlerini savunuyorlardı. Herhalde bu hafta en çok konuşulacak olaylardan birisi de bu maç sonrası yaşananlar olacak…
Bu haftaki yazımı da geçen haftaki yazımın son paragrafı ile bitiriyorum :
“ Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki… “
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 15 NİSAN 09
6 Nisan 2009 Pazartesi
GÜNDEMDEN KISA KISA…
GÜNDEMDEN KISA KISA…
Bazı bilim insanlarına ve yazarlara göre “İletişim Çağı” ndayız ya ondan olacak dünyanın ve Türkiye’nin gündemi öylesine hızlı değişiyor ki yetişebilene aşk olsun… Bu nedenle bu hafta tek bir konu yazmak yerine hızla değişen bu gündemin haberlerinden gözümüze takılanlara ve aklımızda kalanlara kısa kısa değinmek istedim…
6 Nisan Pazartesi sabahı bu yazıyı yazarken bir yandan gözüm televizyonda…Euronews kanalından haberleri izliyorum. En sıcak gündemden başlayarak geriye doğru gideyim…
Bizim ulusal basının “ WELCOME MR. PRESIDENT - Hürriyet “ , “ Hoşgeldin Hussein ! – Taraf”, “ Hüseyin mi Barac mı – Anadolu’da Vakit “, gibi başlıklarla karşıladığı ABD’nin yeni başkanı Barack H.Obama dün gece Ankara’ya geldi. Ulusal basının önde gelen 28 gazetesinin birinci sayfalarında benzer başlıklarla Obama selamlanıyor ama hiç birinde Obama’nın gelişini protesto edenlerin “Obama Evine Dön !” diyenlerin haberi yok… Televizyon kanalları da aynı durumda… İyi ki haberleri Euronews’ dan izliyorum…
Obama nedeniyle bugün (Pazartesi) Ankaralılar, yarın (Salı) İstanbullular trafik çilesi çekecekler… Kısacası bu hafta Türkiye’de Obama rüzgarı esecek… Gelecek hafta da Obama’nın Türkiye’den İslam dünyasına vereceği mesajları tartışacağız.
Pazartesi’den geriye doğru gidersek haftasonunda aynı rüzgar Avrupa’daydı… Önce hafta sonuna doğru Londra’da G-20 zirvesi… Kapitalizmin evrensel ekonomik krizine çare aramak için yapılan toplantılarda IMF ve Dünya Bankası’na 1 Trilyon Dolarlık kaynak aktarılarak krize çare aranırken Londra sokakları da protestolarla renkli ve hareketliydi… Bizim Başbakanımız bu evrensel krizin bizim ülkemizi teğet geçerken birazcık etkilediğini, ancak IMF ile anlaşmaya varıldığını da Londra’da açıkladı.
Hafta sonu AB’nin çekirdek ülkeleri Almanya ve Fransa NATO’nun 60.Yılını kutlamak için Obama’lı doğum günü partisi düzenlediler. Aynı toplantıda NATO’ya yeni genel sekreter seçimi de yapıldı. Danimarka Başbakanı Rasmussen bu göreve adaydı. Ama bizim Davos Fatihi Başbakanımız bu kez yine “one minute…” diyerek Rasmussen’in adaylığına iki yıl önceki karikatür krizi ve PKK’nın yayın organı Roj Tv nedeniyle karşı olduğunu açıklayınca AB telaşlandı… Berlusconi-Erdoğan telefon şovu ve araya Obama’nın girmesiyle bu itiraz geri çekildi ve Rasmussen yeni NATO genel sekreteri olarak İstanbul’a gelebildi.
Cumartesi günü başta Fransa’nın Strasbourg kenti olmak üzere Avrupa’nın bir çok kenti ve İstanbul’da “ NATO’YA HAYIR !” “60 YIL YETER !” diyenlerin sesleri yankılandı… Bu “NATO’YA HAYIR !” pankartı beni 34 yıl öncesine götürdü… 75 yılında bir dernek kongresinden sonra yayınladığım basın bildirisinde “ NATO’YA HAYIR !” demiştim ve bu ulusal basında yer almıştı. 34 yıldır bir şey değişmemekle birlikte ben halâ aynı noktadayım… Bugünün gençleri gibi “NATO’YA HAYIR !” diyorum. 60 yıl öncesinin “Soğuk Savaş” örgütü olan NATO için yapılan harcamalar dünyanın açlıkla boğuşan insanlarına ve yok olan doğamızı kurtarmaya harcansa daha iyi olmaz mı ?
Pazar günü ise Obama Prag’daydı… Oradan AB üyelerine net bir çağrı yaptı. Türkiye’yi AB’ne alın… Bizim ulusal medyanın alkışlarla karşıladığı bu çağrıya Sarkozy ve Merkel’in olumsuz yanıtı gecikmedi… Obama’nın Prag’dan verdiği diğer bir mesajda “nükleer silahsız bir dünya” idi…
09 yerel seçimleri bitti… İtirazları, tartışmaları bitmedi… Bazı seçim tartışmaları ise ölümle bitti. Bu seçim tartışmalarında 20 kişi yaşamını yitirdi… Bu kadar hilenin, itirazın yapıldığı seçimler üzerine yapılan yorumlar da çok ilginçti… Bu yorumlara girmeye hiç niyetim yok… Bu seçimin gözdelerinden Adana’da Aytaç Durak ve Ankara’da Melih Gökçek’in kaç parti değitirdiğini biliyor musunuz ? Buradan İznikli okurlarıma da benzer bir sorum var… İznik’in eski belediye başkanı Zeynel Abidin Turan kaç parti değiştirdi, kaç parti eskitti ? Şimdiki başkan Kadri Eryılmaz AKP’de başladı, bu seçim öncesi DP’nin kapsını çaldı, MHP’den tekrar seçildi. İznik’te CHP’liler seçimi kazanamadık diye hiç üzülmesinler gelecek seçimlerde Kadri Başkan CHP’nin adayı olur ve onlarda seçimi kazanırlar… Maksat sadece seçim kazanmak olduktan sonra neden olmasın ?
Geçen hafta Arama-Kurtarma çalışmaları bağlamında helikopter kazasına değinmiştim… Özellikle de gazeteci İsmail Güneş’in kurtarılamamasına... Bu helikopter kazası Türkiye’nin gündeminde kalmaya devam ediyor… Arama-Kurtarma çalışmalarındaki aksaklıklar şimdi başka boyutta tartışılıyor. Tartışmanın talimatı uzaklardaki halifeden gelince yandaş medya yön değiştirdi… Amerika’da yaşayan “ takkeli herkül ” Fetullah Gülen’in “bam teli” ne dokunmasıyla bu kazanın da Ergenegon örgütünün bir eylemi olduğu iddiası gündeme düştü… 15 gün önce açıklanan Ergenekon’un 2. iddianamesinden gizli telefon dinlemeleri yayınlanıyor.
Bu helikopter kazasında yaşamını yitiren TBMM önünden tekbir sesleri ile ulusal kahraman gibi uğurlanan ve Ankara’da bir tarikat dergahına defnedilen Muhsin Yazıcıoğlu üzerine efsaneler anlatılıyor… 12 Eylül 80 öncesi başta Ankara’da 7 TİP’li gencin (üçü Yenişehirliydi…) boğularak öldürülmesi olmak üzere bir sürü faşist cinayetten sorumlu olan ve bu nedenle 7,5 yıl hapis yatan Muhsin Yazıcoğlu’nun efsaneleri daha uzun sürer…
Bu sütunlarda Muhsin Yazıcoğlu’nun adı daha önce yayınladığım “TARİKATLAR VE DEMOKRASİ” başlıklı yazı dizisinde geçmişti. 10 Eylül 08 tarihli yazımda 22 Temmuz 07 seçimlerinde hangi tarikatın hangi siyasetçiyi desteklediğini yazmıştık… O yazımdaki paragrafı tekrarlamak isterim…
“ Gülen Cemaati : AKP listelerinde 30’dan fazla milletvekili adayları var. AKP’den sadece Cemil Çiçek’e destek yok… Sivas’ta BBP’li Muhsin Yazıcıoğlu ’na destek var. Milli Görüş’e destek yok…”
Gelecek haftalarda da tartışılacak olan bu gündem maddesi ile ilgili haberleri izlerken “takkeli herkül” Fetullah Gülen – Muhsin Yazıcıoğlu – Ergenekon ilişkisi aklınızda kalsın…
Geçen haftanın ve hafta sonunun çok yoğun gündemi içinde bir olay daha var ki değinmeden geçemeyeceğim… Cumartesi günü Beşiktaş taraftarlarının futbol takımına destek için meşaleli yürüyüşüne İstanbul polisinin “orantısız güç kullanarak” müdahalesi, tekme-tokat yetmeyince su sıkması ve biber gazı atması ile ortaya çıkan görüntüler benim aklıma aynı polisin geçen yıl ki 1 Mayıs gösterilerindeki orantısız güç kullanmasını anımsattı… Bu yıl ki 1 Mayıs yaklaşıyor ya İstanbul polisi Beşiktaş seyircisi üzerinde hazırlık çalışması yapmış anlaşılan… Pazar günü ise aynı polis teşkilatının 164.yılı nedeniyle içlerinde İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün de bulunduğu Polis-Halk yürüyüşü Şişli’den Taksim’e yapılıyor… İstanbul’un Taksim Meydanı 5 Nisan’da da 1 Mayıs’ta da polise açık ama bu ülkenin işçilerine, emekçilerine yasak…
Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 8 NİSAN 09
Bazı bilim insanlarına ve yazarlara göre “İletişim Çağı” ndayız ya ondan olacak dünyanın ve Türkiye’nin gündemi öylesine hızlı değişiyor ki yetişebilene aşk olsun… Bu nedenle bu hafta tek bir konu yazmak yerine hızla değişen bu gündemin haberlerinden gözümüze takılanlara ve aklımızda kalanlara kısa kısa değinmek istedim…
6 Nisan Pazartesi sabahı bu yazıyı yazarken bir yandan gözüm televizyonda…Euronews kanalından haberleri izliyorum. En sıcak gündemden başlayarak geriye doğru gideyim…
Bizim ulusal basının “ WELCOME MR. PRESIDENT - Hürriyet “ , “ Hoşgeldin Hussein ! – Taraf”, “ Hüseyin mi Barac mı – Anadolu’da Vakit “, gibi başlıklarla karşıladığı ABD’nin yeni başkanı Barack H.Obama dün gece Ankara’ya geldi. Ulusal basının önde gelen 28 gazetesinin birinci sayfalarında benzer başlıklarla Obama selamlanıyor ama hiç birinde Obama’nın gelişini protesto edenlerin “Obama Evine Dön !” diyenlerin haberi yok… Televizyon kanalları da aynı durumda… İyi ki haberleri Euronews’ dan izliyorum…
Obama nedeniyle bugün (Pazartesi) Ankaralılar, yarın (Salı) İstanbullular trafik çilesi çekecekler… Kısacası bu hafta Türkiye’de Obama rüzgarı esecek… Gelecek hafta da Obama’nın Türkiye’den İslam dünyasına vereceği mesajları tartışacağız.
Pazartesi’den geriye doğru gidersek haftasonunda aynı rüzgar Avrupa’daydı… Önce hafta sonuna doğru Londra’da G-20 zirvesi… Kapitalizmin evrensel ekonomik krizine çare aramak için yapılan toplantılarda IMF ve Dünya Bankası’na 1 Trilyon Dolarlık kaynak aktarılarak krize çare aranırken Londra sokakları da protestolarla renkli ve hareketliydi… Bizim Başbakanımız bu evrensel krizin bizim ülkemizi teğet geçerken birazcık etkilediğini, ancak IMF ile anlaşmaya varıldığını da Londra’da açıkladı.
Hafta sonu AB’nin çekirdek ülkeleri Almanya ve Fransa NATO’nun 60.Yılını kutlamak için Obama’lı doğum günü partisi düzenlediler. Aynı toplantıda NATO’ya yeni genel sekreter seçimi de yapıldı. Danimarka Başbakanı Rasmussen bu göreve adaydı. Ama bizim Davos Fatihi Başbakanımız bu kez yine “one minute…” diyerek Rasmussen’in adaylığına iki yıl önceki karikatür krizi ve PKK’nın yayın organı Roj Tv nedeniyle karşı olduğunu açıklayınca AB telaşlandı… Berlusconi-Erdoğan telefon şovu ve araya Obama’nın girmesiyle bu itiraz geri çekildi ve Rasmussen yeni NATO genel sekreteri olarak İstanbul’a gelebildi.
Cumartesi günü başta Fransa’nın Strasbourg kenti olmak üzere Avrupa’nın bir çok kenti ve İstanbul’da “ NATO’YA HAYIR !” “60 YIL YETER !” diyenlerin sesleri yankılandı… Bu “NATO’YA HAYIR !” pankartı beni 34 yıl öncesine götürdü… 75 yılında bir dernek kongresinden sonra yayınladığım basın bildirisinde “ NATO’YA HAYIR !” demiştim ve bu ulusal basında yer almıştı. 34 yıldır bir şey değişmemekle birlikte ben halâ aynı noktadayım… Bugünün gençleri gibi “NATO’YA HAYIR !” diyorum. 60 yıl öncesinin “Soğuk Savaş” örgütü olan NATO için yapılan harcamalar dünyanın açlıkla boğuşan insanlarına ve yok olan doğamızı kurtarmaya harcansa daha iyi olmaz mı ?
Pazar günü ise Obama Prag’daydı… Oradan AB üyelerine net bir çağrı yaptı. Türkiye’yi AB’ne alın… Bizim ulusal medyanın alkışlarla karşıladığı bu çağrıya Sarkozy ve Merkel’in olumsuz yanıtı gecikmedi… Obama’nın Prag’dan verdiği diğer bir mesajda “nükleer silahsız bir dünya” idi…
09 yerel seçimleri bitti… İtirazları, tartışmaları bitmedi… Bazı seçim tartışmaları ise ölümle bitti. Bu seçim tartışmalarında 20 kişi yaşamını yitirdi… Bu kadar hilenin, itirazın yapıldığı seçimler üzerine yapılan yorumlar da çok ilginçti… Bu yorumlara girmeye hiç niyetim yok… Bu seçimin gözdelerinden Adana’da Aytaç Durak ve Ankara’da Melih Gökçek’in kaç parti değitirdiğini biliyor musunuz ? Buradan İznikli okurlarıma da benzer bir sorum var… İznik’in eski belediye başkanı Zeynel Abidin Turan kaç parti değiştirdi, kaç parti eskitti ? Şimdiki başkan Kadri Eryılmaz AKP’de başladı, bu seçim öncesi DP’nin kapsını çaldı, MHP’den tekrar seçildi. İznik’te CHP’liler seçimi kazanamadık diye hiç üzülmesinler gelecek seçimlerde Kadri Başkan CHP’nin adayı olur ve onlarda seçimi kazanırlar… Maksat sadece seçim kazanmak olduktan sonra neden olmasın ?
Geçen hafta Arama-Kurtarma çalışmaları bağlamında helikopter kazasına değinmiştim… Özellikle de gazeteci İsmail Güneş’in kurtarılamamasına... Bu helikopter kazası Türkiye’nin gündeminde kalmaya devam ediyor… Arama-Kurtarma çalışmalarındaki aksaklıklar şimdi başka boyutta tartışılıyor. Tartışmanın talimatı uzaklardaki halifeden gelince yandaş medya yön değiştirdi… Amerika’da yaşayan “ takkeli herkül ” Fetullah Gülen’in “bam teli” ne dokunmasıyla bu kazanın da Ergenegon örgütünün bir eylemi olduğu iddiası gündeme düştü… 15 gün önce açıklanan Ergenekon’un 2. iddianamesinden gizli telefon dinlemeleri yayınlanıyor.
Bu helikopter kazasında yaşamını yitiren TBMM önünden tekbir sesleri ile ulusal kahraman gibi uğurlanan ve Ankara’da bir tarikat dergahına defnedilen Muhsin Yazıcıoğlu üzerine efsaneler anlatılıyor… 12 Eylül 80 öncesi başta Ankara’da 7 TİP’li gencin (üçü Yenişehirliydi…) boğularak öldürülmesi olmak üzere bir sürü faşist cinayetten sorumlu olan ve bu nedenle 7,5 yıl hapis yatan Muhsin Yazıcoğlu’nun efsaneleri daha uzun sürer…
Bu sütunlarda Muhsin Yazıcoğlu’nun adı daha önce yayınladığım “TARİKATLAR VE DEMOKRASİ” başlıklı yazı dizisinde geçmişti. 10 Eylül 08 tarihli yazımda 22 Temmuz 07 seçimlerinde hangi tarikatın hangi siyasetçiyi desteklediğini yazmıştık… O yazımdaki paragrafı tekrarlamak isterim…
“ Gülen Cemaati : AKP listelerinde 30’dan fazla milletvekili adayları var. AKP’den sadece Cemil Çiçek’e destek yok… Sivas’ta BBP’li Muhsin Yazıcıoğlu ’na destek var. Milli Görüş’e destek yok…”
Gelecek haftalarda da tartışılacak olan bu gündem maddesi ile ilgili haberleri izlerken “takkeli herkül” Fetullah Gülen – Muhsin Yazıcıoğlu – Ergenekon ilişkisi aklınızda kalsın…
Geçen haftanın ve hafta sonunun çok yoğun gündemi içinde bir olay daha var ki değinmeden geçemeyeceğim… Cumartesi günü Beşiktaş taraftarlarının futbol takımına destek için meşaleli yürüyüşüne İstanbul polisinin “orantısız güç kullanarak” müdahalesi, tekme-tokat yetmeyince su sıkması ve biber gazı atması ile ortaya çıkan görüntüler benim aklıma aynı polisin geçen yıl ki 1 Mayıs gösterilerindeki orantısız güç kullanmasını anımsattı… Bu yıl ki 1 Mayıs yaklaşıyor ya İstanbul polisi Beşiktaş seyircisi üzerinde hazırlık çalışması yapmış anlaşılan… Pazar günü ise aynı polis teşkilatının 164.yılı nedeniyle içlerinde İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün de bulunduğu Polis-Halk yürüyüşü Şişli’den Taksim’e yapılıyor… İstanbul’un Taksim Meydanı 5 Nisan’da da 1 Mayıs’ta da polise açık ama bu ülkenin işçilerine, emekçilerine yasak…
Bu haftalık ta bu kadar… Siyasetin, ekonominin gündemi çok yüklü. Bu gündemi izlemek sıkıcı ama bir başka gündem daha var… İzlemesi çok keyifli. Doğanın bahar gündemi… Çiçekler, kuşlar, yağmur, güneş… Baharda yaşamak ve doğayı izlemek öyle keyifli ki…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 8 NİSAN 09
30 Mart 2009 Pazartesi
SEÇİM BİTTİ…İSMAİL HALÂ KARLAR ALTINDA…
SEÇİM BİTTİ…
İSMAİL HALÂ KARLAR ALTINDA…
Geçen haftaki “ SEÇİM ve GEÇİM “ başlıklı yazımı seçimden bir hafta önce Pazartesi günü yazmıştım ve seçim sonuçları ile ilgili olarak şu tahminde bulunmuştum.
“Peki ne olacak Pazar günü ? Kim, ne kazanacak, hangi belediye kimin olacak ? Anketler bir aşağı bir yukarı sonuçları veriyor zaten… Meydan meydan dolaşan, senin benim paramla Tunceli’de buzdolabı,çamaşır makinesi gibi beyaz eşyayı seçim rüşveti olarak dağıttıran Başbakanının iktidar partisinin oyları 3-5 puan düşecek, Baykal’ın oyları adayları sayesinde 3-5 puan artacak… Sonuçta son anda olabilecek sürpriz gelişmeler olmazsa : Yolsuzluk bataklığında boğulmaya devam eden İstanbul ve Ankara’yı iktidar partisi adayları, İzmir’i ise Baykal’ın zoraki olarak aday gösterdiği şimdiki başkan kazanacak… Başbakanın iki yıl önceden hedef gösterdiği İzmir, Diyarbakır ve Çankaya eski sahiplerinde kalacak… Diğer yerler teferruat zaten…"
Bir hafta sonra bu Pazartesi sabahı bu yazıyı yazarken seçim sonuçlarına televizyonlardan ve ulusal gazetelerden bakıyorum. Sandık sonuçları bir hafta önce öngördüğüm tablodan farklı değil…
Geçen haftaki yazımın sonunda İznik seçimlerine kısaca değinmiştim. İznik seçimlerinin sonucuna da bu yazımın sonunda yine kısaca değineceğim…
Yine geçen haftaki yazımın ilk cümlesi şöyleydi : “Oh bee… Nihayet bu hafta sonu seçim kampanyası işkencesi bitiyor… “ Yaşamın olağan akışı içinde böyle olması gerekiyordu… Ama yaşamın içinde bazen olağanüstü olaylar da var. Geçen hafta yaşadığımız trajik bir helikopter kazası nedeniyle seçim kampanyaları Çarşamba günü bitti… Mart ayında seçim kampanyalarının seviyesizliği üzerine seçim ve siyaset yazıları yerine ulusal ve uluslararası sorunlarımız konusunda yazılar yazmaya başlamıştım. Planladığım yazı konuları içinde insan ve doğa kaynaklı kazalar ile doğal felaketlerdeki arama-kurtarma çalışmaları da vardı.
Arama-Kurtarma nedir ? Doğal afet ya da kazalar ; İnsan kaynaklı ve doğal kaynaklı olabilir ama ne zaman, nerede meydana geleceği, ne kadar insana zarar vereceği önceden bilinemez ve de engellenemez. İşte önceden öngörülemeyen ve önlenemeyen kaza ve afetlerden dolayı yaralı ya da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan ve bu durumdan kendi olanaklarıyla kurtulamayan insanları kurtarılması etkinliğine Arama-Kurtarma denir… Arama-Kurtarma konusunu gündeme getiren kazalar ve doğal afetler dünyanın her yerinde meydana geldiğinden evrensel bir sorundur. Bu evrensel sorunun tüm dünyada kabul edilmiş evrensel değerleri de vardır. Bu değerler kısaca şunlardır : Kurtarma gönüllü bir etkinliktir. Kişisel çıkar sağlanamaz. Maddi kazanç sağlanamaz. Bir operasyonda en öncelikli konu kazazedenin kurtarılmasıdır. Kurtarma uzman kişilerce gerçekleştirilmelidir. Kurtarma bir ekip çalışmasıdır.
Gönüllülük esasına dayalı bir ekip çalışması olan Arama – Kurtarma çalışmalarının önemli noktalarından biri de bu etkinliğin örgütlenmesi ve planlanmasıdır. Bu etkinliğin örgütlenmesi ve planlamasının iki düzeyi vardır. Ulusal düzeyde örgütlenme ve planlama. Yerel düzeyde örgütlenme ve planlama. Bu etkinliğin örgütlenme ve planlamasında en önemli unsurların başında ise bu etkinlik içinde yer alacak sivil, resmi görevli kişilerin eğitimlerinin yapılması, donanımlarının tamamlanması ve pratiklerinin geliştirilmesidir.
Arama-Kurtarmanın bu temel değerlerinin ışığında son aylarda ulusal düzeyde yaşadığımız birkaç olayı anımsayalım ve de son trajik helikopter kazasına da kısaca değinelim.
Bu olaylardan ilki Uludağ’da daracık bir alanda bir gencin Arama-Kurtarma organizasyonundaki eksiklikler ve yanlışlıklar nedeniyle kurtarılamayarak donarak ölmesi olayıdır. Bu olayda GSM şirketlerinin paradan başka hiçbir şeye önem vermemesinin ve de resmi kurumların eşgüdüm sağlayamaması önemli etkendir…
Biz de öncelikle devletin resmi kurumlarında bürokrasinin hantal yapılanması ve siyasi kadrolaşma sonucunu en son Hollanda’daki uçak kazasında gördük… Kazadan haberi olmayan, aralarında hiçbir eşgüdüm bulunmayan “hamdolsuncu” siyasi kadroların Bakanın ve Genel Müdürün acele ile yaptıkları “ uçak düştü ama ölen yok.” açıklaması unutulabilir mi ?
Geçen Çarşamba günü BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını taşıyan ve K.Maraş’ın Göksun ilçesindeki Döngel Köyü yakınlarında Keş Dağı’na düşen helikopter kazası sonrası yaşananlar ise Arama-Kurtarma adına unutulmayacak, utanç verici ve ders çıkarılması gereken bir örnektir…
Düşen helikopterden yaralı olarak çıkan ve 112 Acil Yardım numarasını telefonla arayan gazeteci İsmail Güneş’in bu servis yetkilisi ile yaptığı telefon görüşmesinin ses kayıtları televizyonları yayınlandı… Bu servis yetkilisinin eğitimsizliği sonucu kaza anında gazeteci İsmail Güneş’le yaptığı konuşma insanı çıldırtacak boyutta idi… Sonra medyanın haber yarışı ve haber kirliliği yaşanmaya başladı. Medya muhabirlerinin bölge valilerine dayanarak yaptığı açıklamalara göre yaralılara ulaşılmıştı ve hastanelere naklediliyordu… Oysa yapılan açıklamaya göre devlet birimleri bir kriz masası kurmuştu. Bürokratlardan oluşan kriz masasına bağlı olarak 12 helikopter, 1 uçak ve 3 bin asker ve sivil görevli yaralılara ulaşmak ve onları kurtarmak bir yana henüz kaza mahallini bile saptayamamıştı… Saatler geçiyordu… 6 saat, 12 saat, 24 saat, 36 saat, 48 saat… Artık hiçbir umut kalmamıştı.
Devletin kriz masasına bağlı olmayan duyarlı köylüler dağa çıkıyor ve 47 saat sonra dağın açıklık bir bölgesine düşen helikopteri ve kazada ölenlerden 5 kişiye ulaşıyordu… Kazada ölen 5 kişinin cenazesi Cuma günü kaza mahallinden indirildi ve bugün toprağa verilecek… Kazadan yaralı kurtulan gazeteci İsmail Güneş ise hala kaza mahallinde. Kriz masasına bağlı yüzlerce görevli aramaya devam ediyor… İnanılmaz ama gerçek… Bugün Pazartesi saat 10.00… İsmail halâ karlar altında…(*)
* Bu yazıyı yazdıktan sonra saat 14.00 te İsmail’e nihayet ulaşıldığı haberleri geliyor…
Bu Arama-Kurtarma konusunun ulusal ve yerel örgütlenmesi, depreme hazırlık bağlamında yine döneceğiz.
Yazımın son bölümünde İznik seçimleri… Geçen haftaki yazımda Kadri Eryılmaz hariç tüm adaylara başarılar dilemiştim. Ama İznik’te seçimleri Kadri Eryılmaz kazandı… Hem geçen haftaki yazılarımda hem de önceki yazılarımda Kadri Eryılmaz’ın çalışmalarının İznik yararına olmadığını açıklamıştım. Benim bu düşüncelerimde değişen bir şey yok. İznik’te seçimi Kadri Eryılmaz kazandı ama İznik bir beş yıl daha kaybetti… Yazık oldu İznik’e… Yerel seçimlerde partiler değil adaylar önemlidir. Geçen haftaki yazımda ve önceki yazılarımda ben sadece Kadri Eryılmaz’a neden karşı olduğumu açıkladım. Şimdi diyorum ki İznik’te MHP Kadri Eryılmaz’ı transfer edeceğine keşke kendi içinden bir adayla seçimlere katılıp ta kazansaydı. Örneğin bir Kamil Özbek, o makama Kadri Eryılmaz’dan daha fazla yakışırdı… Kadri Eryılmaz yerine Kamil Özbek seçimleri kazanmış olsaydı İznik’e kadar gelir ve kendisini kucaklayarak kutlardım. Seçilmesini dilemediğim Kadri Eryılmaz’ı niye kutlayayım ? Artık iktidar nimetleri de yok… Çalışkan Kaymakam Hüseyin AVCI’ da yok… Du bakali n’olcek ?! Golfçü Başkan İznik’te n’etçek ?
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 01 NİSAN 09
İSMAİL HALÂ KARLAR ALTINDA…
Geçen haftaki “ SEÇİM ve GEÇİM “ başlıklı yazımı seçimden bir hafta önce Pazartesi günü yazmıştım ve seçim sonuçları ile ilgili olarak şu tahminde bulunmuştum.
“Peki ne olacak Pazar günü ? Kim, ne kazanacak, hangi belediye kimin olacak ? Anketler bir aşağı bir yukarı sonuçları veriyor zaten… Meydan meydan dolaşan, senin benim paramla Tunceli’de buzdolabı,çamaşır makinesi gibi beyaz eşyayı seçim rüşveti olarak dağıttıran Başbakanının iktidar partisinin oyları 3-5 puan düşecek, Baykal’ın oyları adayları sayesinde 3-5 puan artacak… Sonuçta son anda olabilecek sürpriz gelişmeler olmazsa : Yolsuzluk bataklığında boğulmaya devam eden İstanbul ve Ankara’yı iktidar partisi adayları, İzmir’i ise Baykal’ın zoraki olarak aday gösterdiği şimdiki başkan kazanacak… Başbakanın iki yıl önceden hedef gösterdiği İzmir, Diyarbakır ve Çankaya eski sahiplerinde kalacak… Diğer yerler teferruat zaten…"
Bir hafta sonra bu Pazartesi sabahı bu yazıyı yazarken seçim sonuçlarına televizyonlardan ve ulusal gazetelerden bakıyorum. Sandık sonuçları bir hafta önce öngördüğüm tablodan farklı değil…
Geçen haftaki yazımın sonunda İznik seçimlerine kısaca değinmiştim. İznik seçimlerinin sonucuna da bu yazımın sonunda yine kısaca değineceğim…
Yine geçen haftaki yazımın ilk cümlesi şöyleydi : “Oh bee… Nihayet bu hafta sonu seçim kampanyası işkencesi bitiyor… “ Yaşamın olağan akışı içinde böyle olması gerekiyordu… Ama yaşamın içinde bazen olağanüstü olaylar da var. Geçen hafta yaşadığımız trajik bir helikopter kazası nedeniyle seçim kampanyaları Çarşamba günü bitti… Mart ayında seçim kampanyalarının seviyesizliği üzerine seçim ve siyaset yazıları yerine ulusal ve uluslararası sorunlarımız konusunda yazılar yazmaya başlamıştım. Planladığım yazı konuları içinde insan ve doğa kaynaklı kazalar ile doğal felaketlerdeki arama-kurtarma çalışmaları da vardı.
Arama-Kurtarma nedir ? Doğal afet ya da kazalar ; İnsan kaynaklı ve doğal kaynaklı olabilir ama ne zaman, nerede meydana geleceği, ne kadar insana zarar vereceği önceden bilinemez ve de engellenemez. İşte önceden öngörülemeyen ve önlenemeyen kaza ve afetlerden dolayı yaralı ya da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan ve bu durumdan kendi olanaklarıyla kurtulamayan insanları kurtarılması etkinliğine Arama-Kurtarma denir… Arama-Kurtarma konusunu gündeme getiren kazalar ve doğal afetler dünyanın her yerinde meydana geldiğinden evrensel bir sorundur. Bu evrensel sorunun tüm dünyada kabul edilmiş evrensel değerleri de vardır. Bu değerler kısaca şunlardır : Kurtarma gönüllü bir etkinliktir. Kişisel çıkar sağlanamaz. Maddi kazanç sağlanamaz. Bir operasyonda en öncelikli konu kazazedenin kurtarılmasıdır. Kurtarma uzman kişilerce gerçekleştirilmelidir. Kurtarma bir ekip çalışmasıdır.
Gönüllülük esasına dayalı bir ekip çalışması olan Arama – Kurtarma çalışmalarının önemli noktalarından biri de bu etkinliğin örgütlenmesi ve planlanmasıdır. Bu etkinliğin örgütlenmesi ve planlamasının iki düzeyi vardır. Ulusal düzeyde örgütlenme ve planlama. Yerel düzeyde örgütlenme ve planlama. Bu etkinliğin örgütlenme ve planlamasında en önemli unsurların başında ise bu etkinlik içinde yer alacak sivil, resmi görevli kişilerin eğitimlerinin yapılması, donanımlarının tamamlanması ve pratiklerinin geliştirilmesidir.
Arama-Kurtarmanın bu temel değerlerinin ışığında son aylarda ulusal düzeyde yaşadığımız birkaç olayı anımsayalım ve de son trajik helikopter kazasına da kısaca değinelim.
Bu olaylardan ilki Uludağ’da daracık bir alanda bir gencin Arama-Kurtarma organizasyonundaki eksiklikler ve yanlışlıklar nedeniyle kurtarılamayarak donarak ölmesi olayıdır. Bu olayda GSM şirketlerinin paradan başka hiçbir şeye önem vermemesinin ve de resmi kurumların eşgüdüm sağlayamaması önemli etkendir…
Biz de öncelikle devletin resmi kurumlarında bürokrasinin hantal yapılanması ve siyasi kadrolaşma sonucunu en son Hollanda’daki uçak kazasında gördük… Kazadan haberi olmayan, aralarında hiçbir eşgüdüm bulunmayan “hamdolsuncu” siyasi kadroların Bakanın ve Genel Müdürün acele ile yaptıkları “ uçak düştü ama ölen yok.” açıklaması unutulabilir mi ?
Geçen Çarşamba günü BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını taşıyan ve K.Maraş’ın Göksun ilçesindeki Döngel Köyü yakınlarında Keş Dağı’na düşen helikopter kazası sonrası yaşananlar ise Arama-Kurtarma adına unutulmayacak, utanç verici ve ders çıkarılması gereken bir örnektir…
Düşen helikopterden yaralı olarak çıkan ve 112 Acil Yardım numarasını telefonla arayan gazeteci İsmail Güneş’in bu servis yetkilisi ile yaptığı telefon görüşmesinin ses kayıtları televizyonları yayınlandı… Bu servis yetkilisinin eğitimsizliği sonucu kaza anında gazeteci İsmail Güneş’le yaptığı konuşma insanı çıldırtacak boyutta idi… Sonra medyanın haber yarışı ve haber kirliliği yaşanmaya başladı. Medya muhabirlerinin bölge valilerine dayanarak yaptığı açıklamalara göre yaralılara ulaşılmıştı ve hastanelere naklediliyordu… Oysa yapılan açıklamaya göre devlet birimleri bir kriz masası kurmuştu. Bürokratlardan oluşan kriz masasına bağlı olarak 12 helikopter, 1 uçak ve 3 bin asker ve sivil görevli yaralılara ulaşmak ve onları kurtarmak bir yana henüz kaza mahallini bile saptayamamıştı… Saatler geçiyordu… 6 saat, 12 saat, 24 saat, 36 saat, 48 saat… Artık hiçbir umut kalmamıştı.
Devletin kriz masasına bağlı olmayan duyarlı köylüler dağa çıkıyor ve 47 saat sonra dağın açıklık bir bölgesine düşen helikopteri ve kazada ölenlerden 5 kişiye ulaşıyordu… Kazada ölen 5 kişinin cenazesi Cuma günü kaza mahallinden indirildi ve bugün toprağa verilecek… Kazadan yaralı kurtulan gazeteci İsmail Güneş ise hala kaza mahallinde. Kriz masasına bağlı yüzlerce görevli aramaya devam ediyor… İnanılmaz ama gerçek… Bugün Pazartesi saat 10.00… İsmail halâ karlar altında…(*)
* Bu yazıyı yazdıktan sonra saat 14.00 te İsmail’e nihayet ulaşıldığı haberleri geliyor…
Bu Arama-Kurtarma konusunun ulusal ve yerel örgütlenmesi, depreme hazırlık bağlamında yine döneceğiz.
Yazımın son bölümünde İznik seçimleri… Geçen haftaki yazımda Kadri Eryılmaz hariç tüm adaylara başarılar dilemiştim. Ama İznik’te seçimleri Kadri Eryılmaz kazandı… Hem geçen haftaki yazılarımda hem de önceki yazılarımda Kadri Eryılmaz’ın çalışmalarının İznik yararına olmadığını açıklamıştım. Benim bu düşüncelerimde değişen bir şey yok. İznik’te seçimi Kadri Eryılmaz kazandı ama İznik bir beş yıl daha kaybetti… Yazık oldu İznik’e… Yerel seçimlerde partiler değil adaylar önemlidir. Geçen haftaki yazımda ve önceki yazılarımda ben sadece Kadri Eryılmaz’a neden karşı olduğumu açıkladım. Şimdi diyorum ki İznik’te MHP Kadri Eryılmaz’ı transfer edeceğine keşke kendi içinden bir adayla seçimlere katılıp ta kazansaydı. Örneğin bir Kamil Özbek, o makama Kadri Eryılmaz’dan daha fazla yakışırdı… Kadri Eryılmaz yerine Kamil Özbek seçimleri kazanmış olsaydı İznik’e kadar gelir ve kendisini kucaklayarak kutlardım. Seçilmesini dilemediğim Kadri Eryılmaz’ı niye kutlayayım ? Artık iktidar nimetleri de yok… Çalışkan Kaymakam Hüseyin AVCI’ da yok… Du bakali n’olcek ?! Golfçü Başkan İznik’te n’etçek ?
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 01 NİSAN 09
23 Mart 2009 Pazartesi
SEÇİM ve GEÇİM
SEÇİM ve GEÇİM
Oh bee… Nihayet bu hafta sonu seçim kampanyası işkencesi bitiyor… Bu sütunlarda Şubat ayında yazdığım yazılarda 09 yerel seçimlerinde siyasi partilerimizin açılımlarını değerlendirmiştim. 25 Şubat tarihinde yazdığım “ SİYASET BATAKLIĞI “ ve 04 Mart tarihinde yazdığım “ SORU SORMAK “ başlıklı yazılarımda ise bu yerel seçimde kentlerin, beldelerin sorunlarının konuşulmadığı, tartışılmadığı sadece üç parti liderinin meydanlardaki seviyesiz atışmalarından sıkıldığımı ifade etmiştim…
Bu yazıyı yazdığım 23 Mart Pazartesi sabahı televizyonlarda ve ulusal gazetelerde dün İstanbul’da yapılan 5 mitingin detayları var. Meydanların büyüklüğü, metrekareye düşen insan sayısı hesapları, kim daha kalabalık topladı, kimin mitingi daha coşkuluydu, hangi lider diğerine ne dedi, bu mitinglere katılan parti (tarikat) ve lider (şeyh) müritleri neler dedi ? Dün televizyonlardan ara sıra zorunlu olarak bir kısmını izlemiştim… Tekrar izlemek gerçekten tam bir işkence. O meydanlardaki parti bayraklarının yarattığı görüntü kirliliği, yüksek volumle yapılan ve kulakları sağır eden müzik işkencesi ve ses kirliliği… Aman Allahım dayanılır gibi değil… Bu nedenle ben bu kalabalıkları da, liderleri de, kampanyaları da anlamıyorum. Kimse bana bunun demokrasinin gereği olduğunu filan anlatmaya kalkmasın…
İşin aslına bakarsanız benim bu mitinglerden fazla şikayet etme hakkım yok... Çünkü benim yaşadığım köyde bir tek parti bayrağı bile asılı değil. Bir tek yüksek sesle müzik çalan parti aracı da yok. Ben televizyonlardaki görüntülerden ve seslerden sıkıldığımı anlatmaya çalışıyorum. Sonuç olarak üç gün sonra Pazar günü bu işkence bitecek…
Bu sabah televizyonlarda ( gazetelerde olmayan ) iki görüntü dikkatimi çekti… Birincisi Sakarya’da çöp kutularından kullanım süresi geçtiği için çöpe atılmış gıda maddelerini toplayıp evine götüren kadının görüntüsü… Kapitalizmin küresel krizinin “ hamdolsun teğet geçtiği “ ülkemizden yürek burkan, düşündüren bir insan manzarası… Diğeri de anneleri, babaları işsiz kalmış lise öğrencilerinin İstanbul’daki eyleminden görüntüler… Kimisi harçlıklarının düştüğünden, azlığından söz ediyordu, kimisi de kriz nedeniyle okulu bıraktığından…
Peki ne olacak Pazar günü ? Kim, ne kazanacak, hangi belediye kimin olacak ? Anketler bir aşağı bir yukarı sonuçları veriyor zaten… Meydan meydan dolaşan, senin benim paramla Tunceli’de buzdolabı,çamaşır makinesi gibi beyaz eşyayı seçim rüşveti olarak dağıttıran Başbakanının iktidar partisinin oyları 3-5 puan düşecek, Baykal’ın oyları adayları sayesinde 3-5 puan artacak… Sonuçta son anda olabilecek sürpriz gelişmeler olmazsa : Yolsuzluk bataklığında boğulmaya devam eden İstanbul ve Ankara’yı iktidar partisi adayları, İzmir’i ise Baykal’ın zoraki olarak aday gösterdiği şimdiki başkan kazanacak… Başbakanın iki yıl önceden hedef gösterdiği İzmir, Diyarbakır ve Çankaya eski sahiplerinde kalacak… Diğer yerler teferruat zaten…
Bu arada İznik için bir paragraf açmalıyım. İznik’te olsaydım oyumu kime verirdim ? Bir kere geçen hafta bu gazetede yayınlanan karikatüründen dolayı dostum Hüseyin ACAROL’u kutluyorum. Ben de onun gibi düşünüyorum. İznik’in ortasına, tarihine, talihine bir hançer gibi saplanan o kazığı oradan kim kaldıracaksa o adaya verirdim… Bir de İznik’te Kent Müzesi açmayı kafasına koyan, programına yazan adaya oy verirdim. İznik’ten bir kutlama da İznik siyasetinin duayeni Erdoğan SAVAŞ’ a. Başka partiden aday olmak, küsmek ona yakışmazdı. Kendisine yakışanı yapıp Dündar KOYUTÜRK’ün yanında yer aldığ için kendisini kutluyorum.
İznik’te 5 yıldır hiçbir iş yapmayan, İznik sokaklarını plastik çiçeklerle donatacak kadar zevksiz, güzelim sahil bandımızı güzelleştirmek yerine doğal yapısını tahrip eden, üstüne üstlük kime ne getireceği belli olmayan golf sahası adına sahilimizi birilerine peşkeş çeken, İznik’e Kent Müzesi yapmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, İznik’in kalbine o kazığı çakan, partisince aday gösterilmeyince kapı kapı dolaşan ve sonunda MHP’ye kapılanan Kadri ERYILMAZ hariç tüm adaylara başarılar diliyorum…
Evet bir seçim daha Pazar günü bitecek… Kazanan sevinecek, kaybeden üzülecek, küsecek ama her şey Pazartesi sabah unutulacak… Çünkü Pazartesi sabahı geçim derdi kapımızı çalacak… Seçim bitti sıra geçimde. Geçimin içinde ise işsizlik, açlık, yoksulluk var. Bu ülkede seçim sıkıntısı biter ama geçim sıkıntısı bitmez…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 25 MART 09
Oh bee… Nihayet bu hafta sonu seçim kampanyası işkencesi bitiyor… Bu sütunlarda Şubat ayında yazdığım yazılarda 09 yerel seçimlerinde siyasi partilerimizin açılımlarını değerlendirmiştim. 25 Şubat tarihinde yazdığım “ SİYASET BATAKLIĞI “ ve 04 Mart tarihinde yazdığım “ SORU SORMAK “ başlıklı yazılarımda ise bu yerel seçimde kentlerin, beldelerin sorunlarının konuşulmadığı, tartışılmadığı sadece üç parti liderinin meydanlardaki seviyesiz atışmalarından sıkıldığımı ifade etmiştim…
Bu yazıyı yazdığım 23 Mart Pazartesi sabahı televizyonlarda ve ulusal gazetelerde dün İstanbul’da yapılan 5 mitingin detayları var. Meydanların büyüklüğü, metrekareye düşen insan sayısı hesapları, kim daha kalabalık topladı, kimin mitingi daha coşkuluydu, hangi lider diğerine ne dedi, bu mitinglere katılan parti (tarikat) ve lider (şeyh) müritleri neler dedi ? Dün televizyonlardan ara sıra zorunlu olarak bir kısmını izlemiştim… Tekrar izlemek gerçekten tam bir işkence. O meydanlardaki parti bayraklarının yarattığı görüntü kirliliği, yüksek volumle yapılan ve kulakları sağır eden müzik işkencesi ve ses kirliliği… Aman Allahım dayanılır gibi değil… Bu nedenle ben bu kalabalıkları da, liderleri de, kampanyaları da anlamıyorum. Kimse bana bunun demokrasinin gereği olduğunu filan anlatmaya kalkmasın…
İşin aslına bakarsanız benim bu mitinglerden fazla şikayet etme hakkım yok... Çünkü benim yaşadığım köyde bir tek parti bayrağı bile asılı değil. Bir tek yüksek sesle müzik çalan parti aracı da yok. Ben televizyonlardaki görüntülerden ve seslerden sıkıldığımı anlatmaya çalışıyorum. Sonuç olarak üç gün sonra Pazar günü bu işkence bitecek…
Bu sabah televizyonlarda ( gazetelerde olmayan ) iki görüntü dikkatimi çekti… Birincisi Sakarya’da çöp kutularından kullanım süresi geçtiği için çöpe atılmış gıda maddelerini toplayıp evine götüren kadının görüntüsü… Kapitalizmin küresel krizinin “ hamdolsun teğet geçtiği “ ülkemizden yürek burkan, düşündüren bir insan manzarası… Diğeri de anneleri, babaları işsiz kalmış lise öğrencilerinin İstanbul’daki eyleminden görüntüler… Kimisi harçlıklarının düştüğünden, azlığından söz ediyordu, kimisi de kriz nedeniyle okulu bıraktığından…
Peki ne olacak Pazar günü ? Kim, ne kazanacak, hangi belediye kimin olacak ? Anketler bir aşağı bir yukarı sonuçları veriyor zaten… Meydan meydan dolaşan, senin benim paramla Tunceli’de buzdolabı,çamaşır makinesi gibi beyaz eşyayı seçim rüşveti olarak dağıttıran Başbakanının iktidar partisinin oyları 3-5 puan düşecek, Baykal’ın oyları adayları sayesinde 3-5 puan artacak… Sonuçta son anda olabilecek sürpriz gelişmeler olmazsa : Yolsuzluk bataklığında boğulmaya devam eden İstanbul ve Ankara’yı iktidar partisi adayları, İzmir’i ise Baykal’ın zoraki olarak aday gösterdiği şimdiki başkan kazanacak… Başbakanın iki yıl önceden hedef gösterdiği İzmir, Diyarbakır ve Çankaya eski sahiplerinde kalacak… Diğer yerler teferruat zaten…
Bu arada İznik için bir paragraf açmalıyım. İznik’te olsaydım oyumu kime verirdim ? Bir kere geçen hafta bu gazetede yayınlanan karikatüründen dolayı dostum Hüseyin ACAROL’u kutluyorum. Ben de onun gibi düşünüyorum. İznik’in ortasına, tarihine, talihine bir hançer gibi saplanan o kazığı oradan kim kaldıracaksa o adaya verirdim… Bir de İznik’te Kent Müzesi açmayı kafasına koyan, programına yazan adaya oy verirdim. İznik’ten bir kutlama da İznik siyasetinin duayeni Erdoğan SAVAŞ’ a. Başka partiden aday olmak, küsmek ona yakışmazdı. Kendisine yakışanı yapıp Dündar KOYUTÜRK’ün yanında yer aldığ için kendisini kutluyorum.
İznik’te 5 yıldır hiçbir iş yapmayan, İznik sokaklarını plastik çiçeklerle donatacak kadar zevksiz, güzelim sahil bandımızı güzelleştirmek yerine doğal yapısını tahrip eden, üstüne üstlük kime ne getireceği belli olmayan golf sahası adına sahilimizi birilerine peşkeş çeken, İznik’e Kent Müzesi yapmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, İznik’in kalbine o kazığı çakan, partisince aday gösterilmeyince kapı kapı dolaşan ve sonunda MHP’ye kapılanan Kadri ERYILMAZ hariç tüm adaylara başarılar diliyorum…
Evet bir seçim daha Pazar günü bitecek… Kazanan sevinecek, kaybeden üzülecek, küsecek ama her şey Pazartesi sabah unutulacak… Çünkü Pazartesi sabahı geçim derdi kapımızı çalacak… Seçim bitti sıra geçimde. Geçimin içinde ise işsizlik, açlık, yoksulluk var. Bu ülkede seçim sıkıntısı biter ama geçim sıkıntısı bitmez…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 25 MART 09
16 Mart 2009 Pazartesi
“ SU HAYATTIR SATILAMAZ ! “

“ SU HAYATTIR SATILAMAZ ! “
Yerel seçimlerin liderlerin seviyesiz söylemleriyle anlamsızlaşması karşısında seçim ve siyaset yazmak yerine dünyanın evrensel sorunlarına ilişkin görüşlerimi açıklamaya geçen hafta başlamıştım. Bu bağlamda geçen haftaki yazımın başlığı “ KÜRESEL ISINMA VE İKLİM DEĞİŞİMİ “ idi. Bu evrensel sorunla bağlantılı olarak geçen hafta Türkiye’de bir olay yaşadık… Bu hafta da yine evrensel bir başka sorun Türkiye’nin gündeminde. Önce geçen haftaki olaya kısaca değinelim ve bu haftanın olayına geçelim.
Evrim tartışması ve TÜBİTAK’ın Darwin sansürü geçen haftanın en önemli olayıydı…
TÜBİTAK’ın bu gerici sansürü ile ilgili yapılan bir açıklamayı sizlerle paylaşmak istiyorum…
“ Biyolojide ve bütün bilimlerde devrim yapan Charles Darwin’in doğumunun 200. Türlerin Kökeni’nin ilk basımının 150. yılı nedeniyle Unesco tüm dünyada 2009′u Darwin yılı ilan etti.
Bilimle az ya da çok ilgili her basın organı, her dergi tüm dünyada bu anma etkinliğini kapağa taşımakta gecikmedi. Türkiye’de 42 yıldır Tübitak tarafından yayınlanan bilimsel ve teknolojide yaşanan gelişmeleri Türk okuyucusuna taşıyan Bilim ve Teknik Dergisi de Mart/09 sayısını Darwin’e ayırdı.
Dergi ekibi için son derece normal bir bilimsel refleksti yaptıkları. Tüm dünyada ilan edilen Darwin yılını kapağa taşımaktan daha doğal bir şey olabilir miydi ?
Ama Tübitak’ın yeni yönetimi Harun Yahya’nın Yaratılış Atlası garabetini okullara dağıtmakta sakınca görmeyen bir zihniyetin uzantısıydı ve derginin genel yayın yönetimi Çiğdem Atakuman’ın bilimsel refleksi başına iş açmakta gecikmedi. Tübitak Başkan Yardımcısı Ömer Cebeci derginin hazırlanan taslağını veto etti. Darwin ve Evrim Teorisine ayrılan 15 sayfa ile birlikte hazırlanan kapak, derginin genel yayın yönetmeni Çiğdem Atakuman’la birlikte dergiden atıldı.
Yerine konan kapak Küresel İklim Değişikliği oldu.
Bu anlayışın hayatın her anında bizi kuşatmasına karşı çıkmak her aydının, her demokratın öncelikli görevidir.
Tüm duyarlı insanları bu uygulamayı protesto etmeye çağırıyoruz. Çiğdem Atakuman’lar sahipsiz değildir.
Bilim ve Teknik dergimizden çekin elinizi…”
Bu kısa açıklama her şeyi özetliyor sanırım. Daha fazla söze gerek yok…
Bu haftanın olayı ise bu yazıyı yazdığım tarih olan 16 Mart günü İstanbul’da başlayan ve 22 Mart’a kadar sürecek olan 5.Dünya Su Forumu…
“ Farklılıkların Su İçin Birleştirilmesi” ana teması ile toplanan foruma yurt dışından ve yurt içinden binlerce kişinin katılacağı belirtiliyor. Foruma katılanlar uluslararası şirketler, bazı devlet ve siyaset adamları var ama halktan ve sivil toplum kuruluşlarından kimse yok… Kısacası ekonomi için Davos’ta bir araya gelen kapitalizmin temsilcileri su için İstanbul’da bir araya geliyor… Forum’un programını inceledim.. Bu forumun gündeminde çok cafcaflı sözlerle aktarılan alt gündem maddeleri var. Ancak su kaynaklarının korunması, su gereksinimi olan insanlara ve diğer canlılara suyun nasıl verileceği gibi insani konular yok. Forumun amacı dünyadaki mevcut suları belli ulusların ve şirketlerin malı gibi görüp suyun ticarileştirilmesi, suyun ticari mal olarak satışından elde edilecek kârların nasıl paylaşılacağının pazarlığını yaparak kararını vermek…
Dünya Su Forumu’nun bu gerçek yüzünü gören, bu forumun su üzerindeki kirli rant paylaşımına karşı çıkanlar ise dün yani 15 Mart Pazar günü Kadıköy Meydanında Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu öncülüğünde “ Su Hayattır Satılamaz ! “ pankart ve sloganları ile yürüdüler. Ulusal medyada pek yer bulmayan bu yürüyüşün haberini biz yayınlayalım…
“15.00’de başlayan yürüyüş kolunun en önünde “Su yaşamdır, yaşamlarımız satılık değildir” pankartıyla Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu yer aldı.
Ardından sırasıyla, Bursa Su Platformu, Marmara Çevre Platformu, Temiz Enerji Platformu, Türkiye Çevre Platformu eylemdeki yerini aldı. Ege Çevre ve Kültür Platformu “Su haktır sattırmayız, su yaşamdır kirlettirmeyiz” pankartıyla, ALLIANOI Girişim Grubu, “Tarih cinayeti: ALLIANOI çamurla boğuluyor, faili meçhul değil, yaşatacağız” pankartıyla eylemdeki yerini aldı. Fındıklı Dereleri Korumu Platformu, “Geleceğimizi sattırmayacağız”, “Bu ülke, bu halk, bu doğa, bu dereler satılık değil” pankartlarıyla eleme katılırken, Derelerin Kardeşliği Platformu “Abu dereler özgür akacak” pankartıyla eyleme katıldı.
Çevre örgütlerinin ardından DİSK’e Bağlı Birleşik Metal-İş, KESK İstanbul Şubeler Platformu, KESK Ankara Şubeler Platformu ve Enerji ve Sanayi Maden Kamu Emekçileri Sendikası (ESM) eyleme katıldı.
Onları İstanbul Tabip Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası, TMMOB ve “Çoruh, Dereler, Munzur, Çeşmeler özgür akacak” pankartıyla Emo-Genç izledi.
Odaların arkasından, üyeleri işçi değil gerekçesiyle kapatılan Çiftçi-Sen “Tarım Şirketlere terk edilemez üretmek istiyoruz” ve “Çiftçilerin örgütlenme hakkı engellenemez” pankartlarıyla alandaki yerini aldı. Ardından “Genetiği değiştirilmiş organizmalara hayır” pankartıyla GDO'ya Hayır Platformu yer aldı.
Ekoloji Kolektifi ise “Ya Ekososyalizm Ya barbarlık” pankartıyla eyleme katıldı. Ardından Tüketicileri Koruma Derneği ve İstanbul Serbest Muhasebeciler Mali Müşavirler Odası eylemdeki yerlerini aldı.
Halk Cephesi “Haklıyız kazanacağız, Su halkındır sattırmayız” pankartını taşırken hayatın her alanında hak mücadeleleri veren Halkevleri “Su hayattır sattırmayız” pankartıyla eyleme katıldı.Öğrenci Kolektifleri ise “Suyunu satanın Suyunu Sık” pankartıyla eyleme katıldı. Öğrenci Kolektiflerin arkasından Kaldıraç ve İşçi Cephesi eyleme katıldı.
EMEP “Su yaşamdır yaşam satılık değildir” pankartıyla, ESP “Suyun özelleştirilmesine hayır” pankartıyla, ÖDP “Su haktır satılamaz” pankartıyla eylemdeki yerlerini aldı. BDSP ise “Bir bardak su için bile sosyalizm” pankartıyla eyleme katıldı. TKP “Dünya su formunu durdurun” pankartıyla eyleme katıldı. “
Su, yaşam, insan, doğa üzerine söylenecek o kadar çok söz var ki… İnsan ve doğadaki tüm canlılar için yaşamsal öneme sahip suyumuzu kapitalist patronlara bırakmayalım. Her gün giderek kuruyan derelerimize, göllerimize ve su kaynaklarımıza sahip çıkalım. Sularımız mal değildir. Kullanım hakkı şirketlere devredilemez. Su doğanın hakkıdır. Su, yaşamakiçin ona ihtiyaç duyan tüm canlı ve cansız sisteme aittir… Bu düşüncelerin özeti yazımın başlığını oluşturan slogandadır. Unutmayın… “ SU HAYATTIR SATILAMAZ ! “İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 18 MART 09
8 Mart 2009 Pazar
KÜRESEL ISINMA VE İKLİM DEĞİŞİMİ
KÜRESEL ISINMA VE İKLİM DEĞİŞİMİ
Geçen hafta “SORU SORMAK…“ başlıklı yazımı “Önümüzdeki haftalarda dünyanın ve ülkemizin “evrensel” ve “ulusal” sorunları üzerine soru sormaya, düşünmeye devam edeceğiz. “ diye bitirmiştim.
21. Yüzyılın başında dünya krizlerle boğuşuyor. Küresel ekonomik kriz, enerji krizi, küresel ısınma ve iklim değişikliği… Bu krizlerin birbirleriyle bağlantıları var. Ayrıca bu krizlerin bir başka yönü ise dünyayı kasıp kavuran savaşlar, işgaller, terör eylemleri olarak da karşımıza çıkıyor. İşte bunlar dünyanın evrensel sorunlarını oluşturuyor. Bu dünyada yaşayan herkesin olağan koşullarda bu evrensel sorunlara ilgi duyması, bu konularda yapılanlar hakkında bilgi sahibi olması, çözüm için soru sorması, düşünmesi, araştırması, tepki göstermesi gerekir ama gerçekte hiç de böyle olmuyor…
Açlıkla boğuşan ülkelerin insanları da, ekonomik kriz nedeniyle işsiz kalan kapitalist ülke yurttaşları da dünyanın bu can alıcı sorunlarına ne yazık ki bir futbolcunun transferine, bir sinema yıldızının eşinden ayrılmasına duyduğu ilginin binde biri kadar bile ilgi duymuyor… Bu ilgisiziliğin nedeni nedir diye sormak gerekiyor… Dünya insanlarının dünyanın evrensel sorunlarına ilgisizliğinin nedeni bu konulardaki bilgi eksikliğidir. Dünya yurttaşlarının bu konulardaki bilgi eksikliğinin sorumlusu ise dünya kitlesel iletişim araçlarını, haber kaynaklarını, ajansları, televizyonları, yazılı medyayı elinde tutan uluslararası kapitalist şirketlerdir… Dünyanın bu evrensel sorunu ile ilgili bilgiler ve çalışmalar akademik çevreler ve bu konulara ilgi duyan çevreci hareketlerle sınırlı maalesef.
Küresel ısınma nedir ? Sera gazları, sera etkisi nedir ? İklim değişikliği nedir ? Küresel ısınma ve sera gazlarının iklim değişikliği üzerindeki etkileri nedir ? Küresel ısınma ve iklim değişikliği dünyayı ve insanları nasıl etkliyor ? Bu konularda bilim adamları ne yapıyor ? Ya devletler ve siyasi liderler ne yapıyor, ya da yapmıyor ? Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor ? Küresel ısınma ve iklim değişikliğinde Türkiye ne kadar ve nasıl etkilenecek ? Bu konularda bireysel olarak neler yapabiliriz ? Buna benzer yüzlerce soru sormak mümkün… Ancak bütün bu soruların yanıtlarını bu sütunlarda vermek ise takdir edersiniz ki mümkün değil. Bu konularda çok kısa özetler vererek gündelik yaşamın sorunlarından evrensel sorunlara dikkat çekmek istiyorum.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda çalışma yapan bilim insanlarının saptamaları ve ön görüleri kısaca şöyle… Bir web sayfasından özet alıntılar…
“ Küresel ısınma nedir ?
İnsan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. İklim sisteminde vazgeçilmez bir yere sahip olan sera gazları, güneş ve yer radyasyonunu tutarak, atmosferin ısınmasında başlıca etkendirler. Sera gazlarının bulunmaması durumunda yeryüzünün sıcaklığının bugüne göre 30oC daha soğuk olacağı hesaplanmıştır. Son yıllarda atmosferde çeşitli insan aktivitelerinden kaynaklanan nedenlerle karbondioksit, metan, ozon ve di azot monoksit gibi gazlardan oluşan sera gazları, yeryüzü sıcaklığında belirgin artmalara sebep oluyor. Sera etkisinin artması, troposferin ısınmasında, stratosferin de soğumasında en önemli etken olarak gösteriliyor.
Dünya sıcaklığı değişiyor
Küresel ısınmanın etkisi, hava sıcaklıklarının dünyanın her yerinde artması biçiminde olmayacak. Sıcaklığın artış oranı, orta enlemlerde ve ekvatorda, kutuplardakinden daha farklı olacak. Örneğin ekvatorda, bu artışın, dünya ortalamasının çok altında olacağı tahmin ediliyor. Aslında bu ısınma, dünya iklim sisteminde köklü değişimlere ve aşırılıklara yol açacak. Öyle ki, dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınlar gibi hava olaylarının şiddeti ve sıklığı artarken, bazı bölgelerde de uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme olayları etkili olabilecek. Bunun yanında, sıcaklık artışının kışları, yazlara göre birkaç derece fazla olması bekleniyor. Benzer bir durum, geceyle gündüz arasında da görülecek. Gece sıcaklarındaki artış, gündüz sıcaklıklarındaki artıştan fazla olacak. Bu durumda karalar, geceleri eskisi kadar soğumaya fırsat bulamayacak. Yazla kış, geceyle gündüz arasındaki sıcaklık farkının azalması, bütün dünyadaki rüzgâr çeşitlerini etkileyecek; fırtınaların yoğunluğu, gücü ve rotaları değişecek.
Yağış dönemleri, miktar ve türlerinin değişmesiyle artan sıcaklık, daha çok buharlaşmaya ve buna bağlı olarak da daha çok bulut oluşmasına yol açacak. Kısaca söylemek gerekirse, dünyanın iklimi daha sıcak, daha nemli ve bol yağışlı olacak.
Yeni yağış düzeni
Küresel ısınmanın önemli etkilerinden olan iklim kuşaklarının kayması sonucu, yağmur kuşağı kuzeye doğru genişleyecek. Ancak bu genişleme sonunda yağışlar her bölgede artmayıp, belli bölgelerde yoğunlaşacak. Güney Avrupa'daki yaz yağmurları azalırken, Amerika, Avrupa ve Asya'nın 55 Kuzey enleminin yukarılarında kar yağışı artacak. Daha güneyde kar yağışı azalırken, yağmurlarda bir artış olacak; karın toprakta kalma süresi azalacak. Şiddetli yağmurlar daha sık yağacak ve daha çok su bırakacak.Sağanak yağışların artışı, yüzey nemliliğini ve bitki örtüsünü etkileyecek. Bunun sonucunda suyun toprakta süzülmesi azalacak, seller artacak. Yeni yağış düzeni, ekilebilecek alanların kuzeye doğru genişlemesine yol açacak. Dağlardaki buzullar ve kar örtüsünün azalmasından dolayı, hidrolojik sistemler ve toprak yapısı çok etkilenecek.
İnsan da tehlikede
Küresel ısınma, kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve diğer bazı hastalıklara sebep olacak. Sürekli sıcak hava, seller, fırtınalar gibi hava olayları, psikolojik rahatsızlıklar, hastalıklara ve ölümlere yol açacak. Yeni alanlara yayılan böcekler ve diğer hastalık taşıyıcılar, bulaşıcı hastalıkların çoğalmasına neden olacak. Hava sıcaklığının artması ve su kaynaklarındaki azalma, kolera tipi hastalıkları yaygınlaştıracak. Üretimdeki bölgesel azalmalar sonucu, açlık ve kötü beslenmede artışlar görülecek. Böcek yumurtalarının ölmesini sağlayan gece ve kış soğuklarının hafiflemesi, önemli bir sorun olacak. Kimi bölgelerde şiddetli kuraklık dönemlerinin ardından gelecek aşırı yağışlar, virüs mutasyonlarının artmasına, buna bağlı olarak da sıtma gibi hastalıkların yayılmasına neden olacak. Öte yandan tarım bitkilerinde görülen hastalıklarda da sıcaklıkla birlikte artış gözlenecek.
Buzulların erimesi ve sıcaklık artışı, okyanuslardaki suları genleştirip, denizlerin seviyesini yükseltecek. Deniz seviyesinin yükselmesi, kıyılardaki toprak kaybının yanı sıra, kıyılara yakın temiz su kaynaklarının denizle birleşmesine neden olacak. Artan buharlaşma yüzünden göl ve ırmaklarda meydana gelecek su kaybı, 21. yüzyılın en önemli meselelerinden biri olacak. Tatlı su kaynaklarının kalitesinde, tuzlu su karışımı nedeniyle azalma olacak.
Tarım, turizm ve diğer ekonomik aktiviteler bu durumdan olumsuz etkilenecek; gelişmekte olan birçok ülkede yerli halkın beslenme ve yakıt kaynakları yok olacak. Yüksek deniz seviyesi, yüksek gel-git, kuvvetli dalga ve tsunami gibi riskli doğa olaylarına sebep olacak. Deniz seviyesindeki yükselmesiyle düz alanlar seller altında kalarak, kıyılardaki üretim alanları zarar görecek. Bunun sonucu milyonlarca insan kıyı alanları ve küçük adalardan göç edecek. Kurak bölgelerdeki çiftçiler daha çok sulama yapıp, daha fazla tarım ilâcı kullanacaklarından, bu bölgelerde tarımsal etkinliklerin maliyeti artacak. Gelişmekte olan ülkelerin kurak ve yarı kurak alanları, bazı kıyı alanları, deltalar ve küçük ada gibi bölgeleri tehlike altında kalacak. Kırsal alanlarda doğal kaynakların verimliliğindeki gerileme sonucu, kırsal alandan kente göç hızlanacak “
(http://www.iklim.cevreorman.gov.tr/Gazi/kuresel_isinma.htm)
Son yıllarda Biyologlar Derneği tarafından her yıl başka bir üniversitede düzenlenen Ulusal Ekoloji ve Çevre Kongrelerine katılıyorum. Bu kongrelerde bu konuda çalışma yapan bilim insanlarının bildirilerini dinliyorum ve çok şey öğreniyorum. Bu konudaki yayınları izlemeye çalışıyorum.
Bu konulara merak duyacak okurlarıma Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU’nun iki kitabını tavsiye ediyorum… “ Bildiğiniz Havaların Sonu-Küresel İklim Değişimi ve Türkiye” “ 99 Sayfada Küresel İklim Değişimi”
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 11 MART 09
Geçen hafta “SORU SORMAK…“ başlıklı yazımı “Önümüzdeki haftalarda dünyanın ve ülkemizin “evrensel” ve “ulusal” sorunları üzerine soru sormaya, düşünmeye devam edeceğiz. “ diye bitirmiştim.
21. Yüzyılın başında dünya krizlerle boğuşuyor. Küresel ekonomik kriz, enerji krizi, küresel ısınma ve iklim değişikliği… Bu krizlerin birbirleriyle bağlantıları var. Ayrıca bu krizlerin bir başka yönü ise dünyayı kasıp kavuran savaşlar, işgaller, terör eylemleri olarak da karşımıza çıkıyor. İşte bunlar dünyanın evrensel sorunlarını oluşturuyor. Bu dünyada yaşayan herkesin olağan koşullarda bu evrensel sorunlara ilgi duyması, bu konularda yapılanlar hakkında bilgi sahibi olması, çözüm için soru sorması, düşünmesi, araştırması, tepki göstermesi gerekir ama gerçekte hiç de böyle olmuyor…
Açlıkla boğuşan ülkelerin insanları da, ekonomik kriz nedeniyle işsiz kalan kapitalist ülke yurttaşları da dünyanın bu can alıcı sorunlarına ne yazık ki bir futbolcunun transferine, bir sinema yıldızının eşinden ayrılmasına duyduğu ilginin binde biri kadar bile ilgi duymuyor… Bu ilgisiziliğin nedeni nedir diye sormak gerekiyor… Dünya insanlarının dünyanın evrensel sorunlarına ilgisizliğinin nedeni bu konulardaki bilgi eksikliğidir. Dünya yurttaşlarının bu konulardaki bilgi eksikliğinin sorumlusu ise dünya kitlesel iletişim araçlarını, haber kaynaklarını, ajansları, televizyonları, yazılı medyayı elinde tutan uluslararası kapitalist şirketlerdir… Dünyanın bu evrensel sorunu ile ilgili bilgiler ve çalışmalar akademik çevreler ve bu konulara ilgi duyan çevreci hareketlerle sınırlı maalesef.
Küresel ısınma nedir ? Sera gazları, sera etkisi nedir ? İklim değişikliği nedir ? Küresel ısınma ve sera gazlarının iklim değişikliği üzerindeki etkileri nedir ? Küresel ısınma ve iklim değişikliği dünyayı ve insanları nasıl etkliyor ? Bu konularda bilim adamları ne yapıyor ? Ya devletler ve siyasi liderler ne yapıyor, ya da yapmıyor ? Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor ? Küresel ısınma ve iklim değişikliğinde Türkiye ne kadar ve nasıl etkilenecek ? Bu konularda bireysel olarak neler yapabiliriz ? Buna benzer yüzlerce soru sormak mümkün… Ancak bütün bu soruların yanıtlarını bu sütunlarda vermek ise takdir edersiniz ki mümkün değil. Bu konularda çok kısa özetler vererek gündelik yaşamın sorunlarından evrensel sorunlara dikkat çekmek istiyorum.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda çalışma yapan bilim insanlarının saptamaları ve ön görüleri kısaca şöyle… Bir web sayfasından özet alıntılar…
“ Küresel ısınma nedir ?
İnsan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. İklim sisteminde vazgeçilmez bir yere sahip olan sera gazları, güneş ve yer radyasyonunu tutarak, atmosferin ısınmasında başlıca etkendirler. Sera gazlarının bulunmaması durumunda yeryüzünün sıcaklığının bugüne göre 30oC daha soğuk olacağı hesaplanmıştır. Son yıllarda atmosferde çeşitli insan aktivitelerinden kaynaklanan nedenlerle karbondioksit, metan, ozon ve di azot monoksit gibi gazlardan oluşan sera gazları, yeryüzü sıcaklığında belirgin artmalara sebep oluyor. Sera etkisinin artması, troposferin ısınmasında, stratosferin de soğumasında en önemli etken olarak gösteriliyor.
Dünya sıcaklığı değişiyor
Küresel ısınmanın etkisi, hava sıcaklıklarının dünyanın her yerinde artması biçiminde olmayacak. Sıcaklığın artış oranı, orta enlemlerde ve ekvatorda, kutuplardakinden daha farklı olacak. Örneğin ekvatorda, bu artışın, dünya ortalamasının çok altında olacağı tahmin ediliyor. Aslında bu ısınma, dünya iklim sisteminde köklü değişimlere ve aşırılıklara yol açacak. Öyle ki, dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınlar gibi hava olaylarının şiddeti ve sıklığı artarken, bazı bölgelerde de uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme olayları etkili olabilecek. Bunun yanında, sıcaklık artışının kışları, yazlara göre birkaç derece fazla olması bekleniyor. Benzer bir durum, geceyle gündüz arasında da görülecek. Gece sıcaklarındaki artış, gündüz sıcaklıklarındaki artıştan fazla olacak. Bu durumda karalar, geceleri eskisi kadar soğumaya fırsat bulamayacak. Yazla kış, geceyle gündüz arasındaki sıcaklık farkının azalması, bütün dünyadaki rüzgâr çeşitlerini etkileyecek; fırtınaların yoğunluğu, gücü ve rotaları değişecek.
Yağış dönemleri, miktar ve türlerinin değişmesiyle artan sıcaklık, daha çok buharlaşmaya ve buna bağlı olarak da daha çok bulut oluşmasına yol açacak. Kısaca söylemek gerekirse, dünyanın iklimi daha sıcak, daha nemli ve bol yağışlı olacak.
Yeni yağış düzeni
Küresel ısınmanın önemli etkilerinden olan iklim kuşaklarının kayması sonucu, yağmur kuşağı kuzeye doğru genişleyecek. Ancak bu genişleme sonunda yağışlar her bölgede artmayıp, belli bölgelerde yoğunlaşacak. Güney Avrupa'daki yaz yağmurları azalırken, Amerika, Avrupa ve Asya'nın 55 Kuzey enleminin yukarılarında kar yağışı artacak. Daha güneyde kar yağışı azalırken, yağmurlarda bir artış olacak; karın toprakta kalma süresi azalacak. Şiddetli yağmurlar daha sık yağacak ve daha çok su bırakacak.Sağanak yağışların artışı, yüzey nemliliğini ve bitki örtüsünü etkileyecek. Bunun sonucunda suyun toprakta süzülmesi azalacak, seller artacak. Yeni yağış düzeni, ekilebilecek alanların kuzeye doğru genişlemesine yol açacak. Dağlardaki buzullar ve kar örtüsünün azalmasından dolayı, hidrolojik sistemler ve toprak yapısı çok etkilenecek.
İnsan da tehlikede
Küresel ısınma, kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve diğer bazı hastalıklara sebep olacak. Sürekli sıcak hava, seller, fırtınalar gibi hava olayları, psikolojik rahatsızlıklar, hastalıklara ve ölümlere yol açacak. Yeni alanlara yayılan böcekler ve diğer hastalık taşıyıcılar, bulaşıcı hastalıkların çoğalmasına neden olacak. Hava sıcaklığının artması ve su kaynaklarındaki azalma, kolera tipi hastalıkları yaygınlaştıracak. Üretimdeki bölgesel azalmalar sonucu, açlık ve kötü beslenmede artışlar görülecek. Böcek yumurtalarının ölmesini sağlayan gece ve kış soğuklarının hafiflemesi, önemli bir sorun olacak. Kimi bölgelerde şiddetli kuraklık dönemlerinin ardından gelecek aşırı yağışlar, virüs mutasyonlarının artmasına, buna bağlı olarak da sıtma gibi hastalıkların yayılmasına neden olacak. Öte yandan tarım bitkilerinde görülen hastalıklarda da sıcaklıkla birlikte artış gözlenecek.
Buzulların erimesi ve sıcaklık artışı, okyanuslardaki suları genleştirip, denizlerin seviyesini yükseltecek. Deniz seviyesinin yükselmesi, kıyılardaki toprak kaybının yanı sıra, kıyılara yakın temiz su kaynaklarının denizle birleşmesine neden olacak. Artan buharlaşma yüzünden göl ve ırmaklarda meydana gelecek su kaybı, 21. yüzyılın en önemli meselelerinden biri olacak. Tatlı su kaynaklarının kalitesinde, tuzlu su karışımı nedeniyle azalma olacak.
Tarım, turizm ve diğer ekonomik aktiviteler bu durumdan olumsuz etkilenecek; gelişmekte olan birçok ülkede yerli halkın beslenme ve yakıt kaynakları yok olacak. Yüksek deniz seviyesi, yüksek gel-git, kuvvetli dalga ve tsunami gibi riskli doğa olaylarına sebep olacak. Deniz seviyesindeki yükselmesiyle düz alanlar seller altında kalarak, kıyılardaki üretim alanları zarar görecek. Bunun sonucu milyonlarca insan kıyı alanları ve küçük adalardan göç edecek. Kurak bölgelerdeki çiftçiler daha çok sulama yapıp, daha fazla tarım ilâcı kullanacaklarından, bu bölgelerde tarımsal etkinliklerin maliyeti artacak. Gelişmekte olan ülkelerin kurak ve yarı kurak alanları, bazı kıyı alanları, deltalar ve küçük ada gibi bölgeleri tehlike altında kalacak. Kırsal alanlarda doğal kaynakların verimliliğindeki gerileme sonucu, kırsal alandan kente göç hızlanacak “
(http://www.iklim.cevreorman.gov.tr/Gazi/kuresel_isinma.htm)
Son yıllarda Biyologlar Derneği tarafından her yıl başka bir üniversitede düzenlenen Ulusal Ekoloji ve Çevre Kongrelerine katılıyorum. Bu kongrelerde bu konuda çalışma yapan bilim insanlarının bildirilerini dinliyorum ve çok şey öğreniyorum. Bu konudaki yayınları izlemeye çalışıyorum.
Bu konulara merak duyacak okurlarıma Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU’nun iki kitabını tavsiye ediyorum… “ Bildiğiniz Havaların Sonu-Küresel İklim Değişimi ve Türkiye” “ 99 Sayfada Küresel İklim Değişimi”
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 11 MART 09
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)