27 Şubat 2011 Pazar

PAYLAŞIM ÜSTÜNE

Bu yazdığım satırlar size internet üzerinden ulaşıyor. Son yıllarda adına internet denilen bu iletişim teknolojisi yaşamımıza öylesine girdi ki hiçbirimiz ondan vazgeçemez olduk. İnternet teknolojisi iyi ve yerinde kullanıldığı zaman gerçekten bireyin gelişmesinde de toplumların dönüşmesinde de çok önemli rol oynayabilir. Ancak internet kullanıcılarının ne kadarı bu “iyi ve yerinde” kullanım koşuluna uyuyor, ya da ne kadarı interneti sadece “oyun ve eğlence aracı” olarak kullanıyor ? Şüphesiz bu konularda yapılan araştırmalar vardır ama benim şu anda bunu araştırmaya zamanım yok. Ancak çevremdeki internet kullanıcılarından gözlemlediğim kadarıyla tahminen yüzde doksanlık bir kesim maalesef interneti bir “oyun ve eğlence aracı” olarak kullanıyor. Çok yazık…

İnterneti “iyi ve yerinde” kullanan kesimdekiler olarak tanımladıklarımızdan önemli bir kısmı da interneti yanlış kullanıyor. Çünkü bu kesim de bir çoğu kaynağı kuşkulu-doğrulanmamış bilgileri düşünmeden arkadaş ve dost çevresiyle paylaşıyor. Çünkü kaynağı kuşkulu – doğrulanmamış bilgiler çoğunlukla insanı yanıltır. Yanlış bilgilerden yanlış sonuçlar ve değerlendirmeler ortaya çıkar ki “yarım bilgi” diyeceğimiz bu bilgi insanı aydınlatmadığı gibi bazen “cehalet” ten daha tehlikeli olur. Bu konuda Anadolu halkının bir öz deyişini anımsadım.

“Yarım hekim insanı candan, yarım imam insanı dinden eder !”

Yazının tam da bu noktasında bugünlerde bir kitabını okuduğum, kendisini yakından tanıma olanağım varken tanıyamadığım için derin bir pişmanlık içinde olduğum ve bu yılın 19 Ocak’ında yitirdiğimiz çok önemli bir bilim insanını anmak ve bu konuda onun şu anda okuduğum kitabından çok sevdiğim bir tanımı içeren kısa bir alıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Hasan Ünal NALBANTOĞLU’ nu 19 Ocak 11’ tarihinde yitirdik. Ben şu anda O’nun son olarak İletişim Yayınları’ndan çıkan iki kitabından biri olan “ARAYIŞLAR Bilim, Kültür, Üniversite” isimli kitabını okuyorum. Öğrencilerinin –aralarında kızım da var- deyimiyle “Ünal Hoca” bakın bu kitabında ne yazıyor :

Günümüzde enformasyon teknolojilerinin de katkısıyla, hepimizin beyninin enformasyon çöplüğüne dönüştüğü (altını ben çizdim-hay) sık karşılaştığımız bir yakınma. Aslında gündelik yaşamın belirsizlikleri, tehlikeleri karşısındaki kurnazlıklara başvuran çağdaş tüketici-insan zaten önceden bir başka kılıfta görmüş ve tanış olduğu, çoktan bildiği (malûm-u ilân) enformasyon kırıntılarını çoğu kez çaresizlikle kabul ediyor ve bundan da derin bir sıkıntı duymakta.”

Ünal Hoca’nın kitabından sizlerle paylaşmak istediğim başka bölümler ve alıntılar da var. Yeri geldiğinde bu alıntıları da sizlerle paylaşacağım. Ünal Hoca’nın çok sevdiğim deyimiyle biraz da internet sayesinde enformasyon çöplüğüne dönüşen beyinlerimizi daha fazla kirletmemek adına son yıllarda ben kendi adıma gerek e-mail gerekse de facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde mümkün olduğunca az bilgi paylaşıyorum.

Ancak internet dostlarımın bildiği gibi geçen hafta iki ileti paylaştım.

İnternette dostlarımla paylaştığım iletilerden ilki “Anadolu’nun İsyanı” adındaki bir kısa filmdi. İzlememiş olanlar varsa tüm dostlarımın aşağıda verdiğim linkten bu kısa filmi mutlaka izlemelerini öneririm. Bu kısa filmin tanıtımı ile ilgili haberi de paylaşmak isterim.

* Hidroelektrik santrallerin (HES) doğa ve kırsalda yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve HES yatırımlarına karşı verilen mücadeleleri anlatan ‘Anadolu’nun İsyanı’ adlı kısa film gönüllü desteklerle ve kolektif bir çalışma sonucu ortaya çıkarıldı. Anadolu’nun dört bir yanında devam eden HES çalışmalarının yıkıcı etkisine dikkat çeken film Akdeniz’den Karadeniz’e, Doğu Anadolu’dan Ege’ye kadar 20 bin kilometre yol kat edilerek çekildi.

İnternet üzerinden indirilebilen, çoğaltılmasına ve dağıtılmasına, festival ve toplu gösterimler için özel izin alınmasına, kullanılmasına herhangi bir kısıtlama konulmayan film, Anadolu derelerinin özgür akması için mücadele edenlere adandı. Üç gün içerisinde 50 bine yakın izleyiciye ulaştığı belirtilen filme dileyen herkes sosyal paylaşım sitelerinden, www.anadolunehirleri.org/tr.html veya www.vimeo.com/19937849 adreslerinden ulaşabiliyor.

Kolektif bir çalışmayla HES katliamlarının belgesel filmi hazırlayan ekibin filmle ilgili açıklamasında, şu görüşlere yer verildi: “Bizlerin doymak bilmeyen tüketim alışkanları ve ihtiyaçlarının doğa üzerindeki yıkıcı etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Hiç haberimiz olmasa da, umursamazsak da, gitmesek de, görmesek de bizim bu yaşam biçimimizin bedelini birtakım canlılar, insanlar ödüyor. Bu film; bir yandan Anadolu nehirleri ve doğası için verilen mücadeleleri anlatırken, bir yandan da şehirlerde hiçbir sorun yokmuş gibi yaşamaya devam eden insanlara ayna tutmak ve bu soruna ortak etmek için hazırlandı. Unutmamız gerekiyor ki, bu ateş sadece düştüğü yeri değil tüm canlı yaşamını yakacak. Bu gerçeğin fakına varanlar Nisan ayında tüm Anadolu’dan Ankara’ya doğru yürümeye başlayacak. Bu yürüyüşe katılmak ve destek vermek hepimizin yaşama karşı ortak sorumluluğudur
. ”

“Anadolu’nun İsyanı” kısa filminin izlenebileceği link yandaki "BAĞLANTILARIM" bölümünde:


İnternette dostlarımla paylaştığım ikinci ileti ise Prof.Dr. Ali DEMİRSOY’un bir panel için hazırlayıp sunduğu 117 sayfalık “ BU ÜLKENİN İNSANLARI EVRİM KAVRAMINDAN NE ANLIYOR ?” başlıklı sunumu.

Son yıllarda katıldığım “ Ulusal Ekoloji ve Çevre “ kongrelerinden tanıdığım Prof.Dr. Ali DEMİRSOY ülkemiz için çok önemli bir bilim insanı. Geçen yıl onun yaşamının anlatıldığı bir nehir söyleşi kitabını da okumuştum. İş Bankası yayınlarından çıkan “DOĞAPEREST Ali Demirsoy Kitabı”

Prof.Dr.Ali DEMİRSOY hakkında internetteki bir çok sitede bilgi var. Ben sadece onunla ilgili bir sayfanın adını vermekle yetineyim. Onun son sunumunu okumak isteyenler bana yazarlarsa kendilerine PDF formatında gönderebilirim.

http://yunus.hacettepe.edu.tr/~demirsoy/Ana_Sayfa.html

Aslında bu hafta güncel konu olan Libya’daki olayları ve Kaddafi’nin ünlü bedevi çadırını yazacaktım ama benim için ülkemizin doğası ve bilim dünyası bedevinin çadırından daha önemli olduğu için yazı gündemimi değiştirdim.

Son söz olarak söylemek istediğim şudur : Beyninizin enformasyon çöplüğüne dönüşmeden aydınlık bilgilerle dolması için Türk görsel ve yazılı medyasına mesafeli durun ! Daha az televizyon seyredin ama daha çok kitap okuyun lütfen !

19 Şubat 2011 Cumartesi

Dün-Bugün-Yarın
ve
YOLCULUKLARIM


Bugünkü yazımda - elimden geldiğince – kendimden söz edeceğim.

Bloguma son yolculuklarımdan fotoğraflar koydum ama bir türlü yolculuk izlenimlerimi yazmaya, bunları dostlarımla, dost okurlarımla paylaşmaya zaman bulamadım.

Hep kendimi Türkiye’nin gündemine ilişkin bir şeyler yazmaya mecbur hissettim. Onu da beceremedim ya… Türkiye’nin gündemi de öyle sık değişiyor ki yetişebilene aşk olsun.

Geçen hafta başında Türkiye’nin gündemine Odatv baskını girdi. Son yılların önemli bir muhalefet odağı haline gelen Odatv’nin haberlerini ilgi ile izliyorum ve geçen hafta olduğu gibi bu haberleri zaman zaman blogumda da paylaşıyordum. Haftanın sonunda Soner Yalçın ve arkadaşlarının yolculuğu da Silivri’de mola verdi… Uzun yolculuklarda benzer molaların yararı da olabilir. Ancak Odatv olayı Soner Yalçın’ın Silivri molası ile bitmedi. Geride çok önemli bir konu ve tartışması kaldı.

Türkiye’nin bütün köşe yazarları, televizyoncuları, siyasetçileri Türkiye’de kim gazeteci, kim darbeci, kim ileri demokrat, kim faşist, kim cemaatçi, basın özgürlüğü var mı-yok mu bunları tartışıyor. Mısır ve Ortadoğu’daki olaylar da Balyoz tutuklamaları da gündemin arka sıralarında. Gazeteciler ve siyasetçiler öyle şeyler yazıyor ve söylüyor ki ciddiye alıp tartışmak için kafayı yemek gerek. Herkes kafayı yemediyse bile herkesin kafası karışık. Türkiye’nin bu gündemini ve olaylarını anlamaya çalışmak boşuna çaba. ABD’nin yeni ve “acemi” Ankara Büyükelçisi bile olup biteni anlayamıyorsa siz nasıl anlayacaksınız ?

Bu yazıda kendimden söz edeceğim dedim ama takıldım yine gündemin peşine gidiyorum… Son bir iki söz söyleyip ben bu gündemden kaçayım dostlar.

Seçimlere kadar yani yaşayacağımız dört ay içinde daha ne sürpriz olaylar yaşayacağız kim bilir ? Bence en iyisi bu olayları mizah dergilerinden izleyin. O dergilerde öyle yetenekli arkadaşlar var ki tüm çapraşık olayları iki çizgi bir espri ile size özetleyiveriyorlar. Yazının bu bölümünü size bir öneri yaparak bitireyim. Eğer sağlığınızdan olmak, kafayı yemek istemiyorsanız ABD’den bile “özgür basın” a sahip ülkemizde yazılı basında her yazılana, görsel basında her duyduğunuza sakın inanmayın…

Geçen hafta köyümde mutlu-mesut bahar çiçekleri arasında yaşarken Cumartesi sabahı internetten gazeteleri okuyup yazımı yazıp bloguma koyduktan sonra bilgisayarım çöktü. Benim de dünya ile iletişimim koptu…

14 Şubat Pazartesi –Sevgililer Günü- mecburiyetten İstanbul’a geldim. Bilgisayarımı dün servisten aldım. İki üç hafta kadar Marmara Bölgesindeyim. Sonrası ben yine köyüme döneceğim emmioğlu…

Bu arada iki yolculuk kitabı okudum.

İlki Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un dilimize “Yüzüncü Ad” olarak çevrilen “ Baldassare’nin Yolculuğu” … 1665-66 yıllarında Lübnan, İstanbul, İzmir, Sakız, Cenova, Londra ve Paris’i kapsayan kurmaca bir yolculuk romanı…

İkincisi daha önce bölümler halinde okuduğum Nasuh Mahruki’nin “ Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi” isimli 97 yılında İstanbul’dan İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Tibet’e motosikletle yapılan 4 aylık bir yolculuğun güncesi, notları.

Nasuh Mahruki’nin Hindistan ve Nepal’lin görülecek yerleri, tapınakları, yeme içme, konaklama yer adları ile ilgili verdiği bilgiler benim 6 ay sonra başlayacak ikinci Hindistan yolculuğumda çok işime yarayacak…

Aslında 16 Eylül’de başlayacağım bu Kuzey Hindistan-Nepal yolculuğuna ben şimdiden başladım bile. Nasuh’un kitabı gibi okuduğum kitapların dışında rehber kitapları karıştırıyorum, haritaları inceliyorum. İnternette ise “Google Earth” te gideceğim kentleri işaretledim, benim gideceğim bu yerlerde daha önce çekilmiş fotoğraflara bakıyorum. “You Tube” tan Hindistan ve Nepal filmleri izliyorum. Bilgilerimi tazeliyorum. İkinci Hindistan yolculuğumun bu bölümüne çok önem veriyorum. Çünkü yıllardır hayalini kurduğum bu yerleri görecek olmam beni heyecanlandırıyor. İkinci Hindistan yolculuğumun ikinci bölümünü oluşturan Güney Hindistan’daki Kerala da ilginç ama önceki yolculuktan tanıdığım Goa’ya benzer bir coğrafya olduğu için yabancılık çekmeyeceğim.

Evet bu kendimden söz ettiğim yolculuk yazısının üst başlığında yer alan “bugün ve yarın” dan söz ettim. Biraz da “dün” deki yolculuklarımdan ve anılarımdan söz edip bugüne bağlamak istiyorum.

31 yıl öncesi… 11 Eylül 80’ akşamı… Dostlarla Beyoğlu’nda bir birahanedeyim. Havam yerinde. Öğrenci pasaportum cebimde. Paris’te dil kursu veren bir üniversiteye kayıt yaptırmışım, öğrenci pasaportumu, öğrenci vizemi ve o zamanlar zorunlu olan belli miktar dövizimi de almışım. Dostlarıma heyecanla şimdi istesem havaalanına gider oradan da kuşlar gibi özgür olarak Paris’e, yeni bir yaşama uçar giderim diyorum…

Ama ertesi sabah Kenan Evren’in radyodaki sesiyle uyanıyorum. 12 Eylül 80’ askeri darbesi olmuş, her şey yasaklandığı gibi yurt dışına çıkışlar da yasaklanmış. Bundan sonra ne olacak kimse bilmiyor. Bir hafta sonra yurt dışında çalışan işçilere ve öğrencilere çıkış serbest açıklaması yapılıyor.

Yurt dışına çıkmak için treni tercih ediyorum. 20 Eylül akşamı Sirkeci tren Garı’ndan beni iki dostum uğurluyor. Bir iki gün önce de eski dostum Halil Ergün’le Taksim'de kucaklaşıp vedalaşıyoruz. O Selimiye’ye gidiyor ve ben Paris’e. Bir daha görüşür müyüz ? Kim bilir ?

21 Eylül 80’ sabaha karşı Kapıkule’de pasaportuma incelenmek üzere el konuyor ve trenden iniyorum. İki saatlik heyecanlı-umutsuz bir bekleyişten sonra pasaportumu alıp trene biniyorum. İlk kez yurt dışına çıkıp Bulgaristan’a giriyoruz…

23 Eylül 80’ sabahı Paris’in Gare de Lyon tren istasyonundayım… Gerisi uzun bir hikaye…

İşte o günlerden bir anımı paylaşmak istiyorum.

12 Mart 71’ askeri darbesinden sonra er olarak askerliğimi bitirdikten sonra girdiğim üniversiteyi çalışırken bitirdim. Paris’e de hem çalışır hem doktora yaparım hayaliyle gittim. Ancak 80-81 yılının müracaatları bitmişti.

Bir yıl sonrasına kaldım. O yıllarda Fransa’daki üniversitelerin doktora programlarında yabancı öğrencilere kontenjanlar ayrılıyordu. Yine de doktoraya başlayabilmek için bir sınav yapılıyordu. Bu sınavlarda yabancı doktora öğrencilerine –tabii ki sadece hukuk alanındakilere- şu basit soru soruluyordu. “Ülkenizdeki hukuk sistemini anlatınız !” Öğrencinin bu soruya vereceği yanıtla o öğrencinin bildiği Fransızca düzeyi ve hukuk bilgisi ölçülüyordu. Çok akıllıca bir sınav yöntemi doğrusu…

80’ yılının Ekim ayında Sorbonne üniversitesinde bu sınava katılan Türk arkadaşımın bu sınav sorusuna verdiği yanıtı unutamıyorum. Arkadaşım bu sınav sorusuna şu yanıtı vermiş ve sınavı kazanmıştı.

“ Türkiye’de 12 Eylül’de askeri darbe oldu. Ortada hukuk filan kalmadı !”

Benim sınav anım ise şöyle. Benim sınava girdiğim 81 yılında üniversitelerdeki yabancı kontenjanı kalkmıştı. Ben çok girmek istediğim Nanterre üniversitesinde Fransız öğrencilerle birlikte çok kalabalık bir grupla sınava girdim. Yaşlıca bir profesör kürsüye çıktı. Dikkatli dinleyin ve yazın deyip bir cümlelik sınav sorusunu okudu ve sınav başladı.

Sınav sorusunu yazdım ama Fransızca bir kelimeye takılıp kaldım. Bu kelimenin anlamını bilmediğim için sınav sorusunu anlayamadım. Herkes yazmaya başladı. Ben Fransızca kelimenin anlamını çözmeye çalışıyorum. O sınavdan sonra hiç unutmadığım o kelime “ Les puissance” kelimesiydi. Bir asistanın yardımıyla bu kelimenin eş anlamlı kelimesinin “ Les forces” olduğunu öğrenince soruyu anladım ve yazmaya başladım. Bizim sınav sorumuzun Türkçe karşılığı “ Anayasa hukuku çerçevesinde güçler ayrılığı prensibini anlatınız.” Fransızca Les puissances-Les forces kelimeleri “güçler” anlamına geliyordu. Bir kelime yüzünden geç başladığım o sınavda üç sayfaya yakın hukuktaki güçler ayrılığı prensibini anlattım ama doğal olarak sınavı da Nanterre üniversitesinde doktora yapma şansını da kaybettim.

Ertesi yıl Paris 8 üniversitesinde siyasal bilimler doktorasına başladım. Doktora konumda ; “ İkinci dünya savaşı öncesi Türkiye’de tek parti dönemi” idi. Çalışma zorunluluğum nedeniyle doktoramı yapamadım. Fransız sosyalistlerinin “işçisin sen işçi kal” önerisi ile Paris’te 4,5 yıl işçi olarak kaldım.

Bu 30 yıl önceki anımı bugüne bağlayayım. Eğer bana 81’ yılında sorulan sınav sorusu bugün 11’ yılında sorulsaydı ne yanıt verirdim biliyor musunuz ?

Türkiye’de 12 Eylül 10’da sivil-cemaat darbesi yapıldı… Ne Anayasa kaldı, ne de güçler ayrılığı prensibi… Yasama gücü ve yetkisi de Yargı gücü ve yetkisi de Yürütme gücü ile birleştirilip tüm yetki tek kişiye verildi. Daha ne anlatayım ? derdim ve sayfalarca yazmak yerine bir cümlelik yanıtla Fransa’daki sınavı kazanmış olurdum…

Bu haftalık benden bu kadar… Herkese iyi yolculuklar.

12 Şubat 2011 Cumartesi

12 Şubat 11’in gündemi ve tartışması :
MISIR’DA DEVRİM (!)
TÜRKİYE’DE DARBE (!) Mİ ?


12 Şubat 11 Cumartesi sabahı internetten gazeteleri okuyorum.

Mısır halkı Kahire’nin Tahrir (Kurtuluş) meydanında 18 gündür meydanı terk etmeden “Mübarek Defol !” diye bağırdı.

Mübarek sözler verdi, oyaladı ama yetmedi. Nihayet dün 30 yıllık Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek istifa etmek zorunda kaldı.

18 gündür televizyonlardan canlı olarak izlediğimiz Tahrir meydanında dün akşam da Mısır halkının zafer gösterileri vardı.

Mısır’da yaşananlara bazıları “DEVRİM” diyor.

Devrim nedir, ne değildir ? Ben bilmem ki… Çünkü ben hiç devrim görmedim, devrim günlerinde hiç yaşamadım.

Sahi devrim nedir ? Sadece bir diktatörün devrilmesi devrim sayılır mı ?
Diktatör devrildikten sonra ne olacak ? Yeni diktatörler mi gelecek ? Arkasından demokrasi de, özgürlük te gelecek mi ? Kapitalizm de yıkılacak sosyalizm de olacak mı ? Ya hukuk nasıl olacak ? Çağdaş ve evrensel hukuk mu ? Yoksa şeriat hukuku mu ?

Bu karikatür ne demek istiyor acaba ?





Mısır Türkiye gibi mi olacak, Türkiye Mısır gibi mi olacak ?

Ne bileyim ben…

Ya bekleyelim görelim. Ya da bir bilene sorup öğrenelim.

Ya kardeşim Mısır’ı bırak Türkiye’ye bak…

12 Eylül’den (ister 80’deki darbesi anla ister 10’daki referandumunu anla) uzağa gitme. Yaşım gereği bende unutkanlıklar olabilir. Onun için 30 yıl öncesine değil sadece bugün okuduğum gazeteleri anlamak için 5 ay önceki referanduma kadar gidebilirim.

12 Eylül 10 referandumunda kim “evet”, kim “yetmez ama evet” kim “hayır” demişti… O dönem herkes konuştu. Arşivlerde vardır.

Peki 12 Eylül referandumunda ne değişti ?

Uzun adlarını yazmayayım – yerim dar- HSYK ve AYM’nin yapısı değişti. Bu kurumlara yeni üyeler seçildi. Nasıl seçildi ? Ne bileyim ben ? Ben kavundan, karpuzdan, rakıdan,şaraptan anlarım. Hakim, Savcı seçmekten anlamam. Anlayanlar seçti işte…

Yargı bağımsız oldu mu ? Elbette oldu. Artık sanıklarla beraber avukatlarını da tutuklayıp atıyorlar içeri.

Bu arada müebbetlik katilleri serbest bıraktık. Özgür kuşlar gibi uçup gittiler doğal ortamlarına.

12 Eylül 80 darbecilerinden hesap soruldu mu ? Yok canım kimin haddine Kenan Paşa’dan hesap sormak…

İşçilere sendikal özgürlük verildi mi ? Torba Yasası çıkardık ya… Buna direnen işçilere de bedavadan biber gazı sıktık ya… Daha ne yapalım ?

Öğrenciler mi ? Onlar çok mutlu… Polislerimizin sıktıkları bedava suyla yıkanıyorlar, mutluluktan polisin önünde uzun eşek bile oynuyorlar.

Bir başka mutlu kesim de sanatçılar… Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar. Sonra da ucube heykeller, resimler yapıyorlar.

Köylüler mi ? Onlara bedava mazot verdik yine de zarar ettiler. Sebzeleri döküp hayvanlarını sattılar. Şimdi icralarda sürünüyorlar. Tarım bitti. Çin’den sarımsak, Arjantin’den kasaplık hayvan ve et ithal ediyoruz. Fedakarlığımızı yine de anlamıyorlar.

Esnaflar mı ? Onlarda kapatsınlar küçük dükkanlarını, bakkallar süper market, demirciler fabrika açsın…

Canımız ciğerimiz polislerimize askerliği kaldırdık. Askerlikten yırttılar yani…

Askerleri de Silivri’ye topladık. Paşalarımız orada darbe-marbe düşünmeden okey oynasınlar, kağıt oynasınlar. Torunlarını sevmeseler de olur…

Üniversitelerimizde türbanı da serbest bıraktık. Seçimden sonra yeni Anayasa yapıp türban özgürlüğüne çarşaf, burka özgürlüğünü ekleyeceğiz. Bu özgürlükleri hem de sınırsız yapacağız. İlkokul, ortaöğretim, kamu ayırımı da kalkacak.

4 ay sonra da yaz ortasında seçim yapacağız. Mecliste susturduğumuz muhalefeti meydanlarda da susturacağız ve onları seçim sandığına gömeceğiz. Bize referandumdaki yüzde 58 yetmez. Yüzde 60 veya 70 le tek başımıza tek parti olarak yeniden iktidara geleceğiz. 8+4 = 12…

Daha Mısır ve mübarek olmamıza çook var…

Rüya mı görüyorum ? Saçmalamaya mı başladım.

Ben gazeteleri yanlış mı okudum. ? Yoksa yanlış mı anladım ?

Bir de siz okuyun bakalım. Ne anlayacaksınız ?

Devrim nedir ? Darbe nedir ?

Kahire hangi ülkenin başkenti ? Ya İstanbul nerenin başkenti ?

Ya bir de Pensilvanya vardı ama neredeydi unuttum…

Ama Türkan Saylan’ı unutmam…

En iyisi yatıp uyumalı… Daha seçime 4 ay var. Hava çok sıcak olmaz ise gider oyumu kullanır vatandaşlık görevimi yaparım.

Amaan gerisi beni aşar –mı- ?