19 Şubat 2011 Cumartesi

Dün-Bugün-Yarın
ve
YOLCULUKLARIM


Bugünkü yazımda - elimden geldiğince – kendimden söz edeceğim.

Bloguma son yolculuklarımdan fotoğraflar koydum ama bir türlü yolculuk izlenimlerimi yazmaya, bunları dostlarımla, dost okurlarımla paylaşmaya zaman bulamadım.

Hep kendimi Türkiye’nin gündemine ilişkin bir şeyler yazmaya mecbur hissettim. Onu da beceremedim ya… Türkiye’nin gündemi de öyle sık değişiyor ki yetişebilene aşk olsun.

Geçen hafta başında Türkiye’nin gündemine Odatv baskını girdi. Son yılların önemli bir muhalefet odağı haline gelen Odatv’nin haberlerini ilgi ile izliyorum ve geçen hafta olduğu gibi bu haberleri zaman zaman blogumda da paylaşıyordum. Haftanın sonunda Soner Yalçın ve arkadaşlarının yolculuğu da Silivri’de mola verdi… Uzun yolculuklarda benzer molaların yararı da olabilir. Ancak Odatv olayı Soner Yalçın’ın Silivri molası ile bitmedi. Geride çok önemli bir konu ve tartışması kaldı.

Türkiye’nin bütün köşe yazarları, televizyoncuları, siyasetçileri Türkiye’de kim gazeteci, kim darbeci, kim ileri demokrat, kim faşist, kim cemaatçi, basın özgürlüğü var mı-yok mu bunları tartışıyor. Mısır ve Ortadoğu’daki olaylar da Balyoz tutuklamaları da gündemin arka sıralarında. Gazeteciler ve siyasetçiler öyle şeyler yazıyor ve söylüyor ki ciddiye alıp tartışmak için kafayı yemek gerek. Herkes kafayı yemediyse bile herkesin kafası karışık. Türkiye’nin bu gündemini ve olaylarını anlamaya çalışmak boşuna çaba. ABD’nin yeni ve “acemi” Ankara Büyükelçisi bile olup biteni anlayamıyorsa siz nasıl anlayacaksınız ?

Bu yazıda kendimden söz edeceğim dedim ama takıldım yine gündemin peşine gidiyorum… Son bir iki söz söyleyip ben bu gündemden kaçayım dostlar.

Seçimlere kadar yani yaşayacağımız dört ay içinde daha ne sürpriz olaylar yaşayacağız kim bilir ? Bence en iyisi bu olayları mizah dergilerinden izleyin. O dergilerde öyle yetenekli arkadaşlar var ki tüm çapraşık olayları iki çizgi bir espri ile size özetleyiveriyorlar. Yazının bu bölümünü size bir öneri yaparak bitireyim. Eğer sağlığınızdan olmak, kafayı yemek istemiyorsanız ABD’den bile “özgür basın” a sahip ülkemizde yazılı basında her yazılana, görsel basında her duyduğunuza sakın inanmayın…

Geçen hafta köyümde mutlu-mesut bahar çiçekleri arasında yaşarken Cumartesi sabahı internetten gazeteleri okuyup yazımı yazıp bloguma koyduktan sonra bilgisayarım çöktü. Benim de dünya ile iletişimim koptu…

14 Şubat Pazartesi –Sevgililer Günü- mecburiyetten İstanbul’a geldim. Bilgisayarımı dün servisten aldım. İki üç hafta kadar Marmara Bölgesindeyim. Sonrası ben yine köyüme döneceğim emmioğlu…

Bu arada iki yolculuk kitabı okudum.

İlki Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un dilimize “Yüzüncü Ad” olarak çevrilen “ Baldassare’nin Yolculuğu” … 1665-66 yıllarında Lübnan, İstanbul, İzmir, Sakız, Cenova, Londra ve Paris’i kapsayan kurmaca bir yolculuk romanı…

İkincisi daha önce bölümler halinde okuduğum Nasuh Mahruki’nin “ Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi” isimli 97 yılında İstanbul’dan İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Tibet’e motosikletle yapılan 4 aylık bir yolculuğun güncesi, notları.

Nasuh Mahruki’nin Hindistan ve Nepal’lin görülecek yerleri, tapınakları, yeme içme, konaklama yer adları ile ilgili verdiği bilgiler benim 6 ay sonra başlayacak ikinci Hindistan yolculuğumda çok işime yarayacak…

Aslında 16 Eylül’de başlayacağım bu Kuzey Hindistan-Nepal yolculuğuna ben şimdiden başladım bile. Nasuh’un kitabı gibi okuduğum kitapların dışında rehber kitapları karıştırıyorum, haritaları inceliyorum. İnternette ise “Google Earth” te gideceğim kentleri işaretledim, benim gideceğim bu yerlerde daha önce çekilmiş fotoğraflara bakıyorum. “You Tube” tan Hindistan ve Nepal filmleri izliyorum. Bilgilerimi tazeliyorum. İkinci Hindistan yolculuğumun bu bölümüne çok önem veriyorum. Çünkü yıllardır hayalini kurduğum bu yerleri görecek olmam beni heyecanlandırıyor. İkinci Hindistan yolculuğumun ikinci bölümünü oluşturan Güney Hindistan’daki Kerala da ilginç ama önceki yolculuktan tanıdığım Goa’ya benzer bir coğrafya olduğu için yabancılık çekmeyeceğim.

Evet bu kendimden söz ettiğim yolculuk yazısının üst başlığında yer alan “bugün ve yarın” dan söz ettim. Biraz da “dün” deki yolculuklarımdan ve anılarımdan söz edip bugüne bağlamak istiyorum.

31 yıl öncesi… 11 Eylül 80’ akşamı… Dostlarla Beyoğlu’nda bir birahanedeyim. Havam yerinde. Öğrenci pasaportum cebimde. Paris’te dil kursu veren bir üniversiteye kayıt yaptırmışım, öğrenci pasaportumu, öğrenci vizemi ve o zamanlar zorunlu olan belli miktar dövizimi de almışım. Dostlarıma heyecanla şimdi istesem havaalanına gider oradan da kuşlar gibi özgür olarak Paris’e, yeni bir yaşama uçar giderim diyorum…

Ama ertesi sabah Kenan Evren’in radyodaki sesiyle uyanıyorum. 12 Eylül 80’ askeri darbesi olmuş, her şey yasaklandığı gibi yurt dışına çıkışlar da yasaklanmış. Bundan sonra ne olacak kimse bilmiyor. Bir hafta sonra yurt dışında çalışan işçilere ve öğrencilere çıkış serbest açıklaması yapılıyor.

Yurt dışına çıkmak için treni tercih ediyorum. 20 Eylül akşamı Sirkeci tren Garı’ndan beni iki dostum uğurluyor. Bir iki gün önce de eski dostum Halil Ergün’le Taksim'de kucaklaşıp vedalaşıyoruz. O Selimiye’ye gidiyor ve ben Paris’e. Bir daha görüşür müyüz ? Kim bilir ?

21 Eylül 80’ sabaha karşı Kapıkule’de pasaportuma incelenmek üzere el konuyor ve trenden iniyorum. İki saatlik heyecanlı-umutsuz bir bekleyişten sonra pasaportumu alıp trene biniyorum. İlk kez yurt dışına çıkıp Bulgaristan’a giriyoruz…

23 Eylül 80’ sabahı Paris’in Gare de Lyon tren istasyonundayım… Gerisi uzun bir hikaye…

İşte o günlerden bir anımı paylaşmak istiyorum.

12 Mart 71’ askeri darbesinden sonra er olarak askerliğimi bitirdikten sonra girdiğim üniversiteyi çalışırken bitirdim. Paris’e de hem çalışır hem doktora yaparım hayaliyle gittim. Ancak 80-81 yılının müracaatları bitmişti.

Bir yıl sonrasına kaldım. O yıllarda Fransa’daki üniversitelerin doktora programlarında yabancı öğrencilere kontenjanlar ayrılıyordu. Yine de doktoraya başlayabilmek için bir sınav yapılıyordu. Bu sınavlarda yabancı doktora öğrencilerine –tabii ki sadece hukuk alanındakilere- şu basit soru soruluyordu. “Ülkenizdeki hukuk sistemini anlatınız !” Öğrencinin bu soruya vereceği yanıtla o öğrencinin bildiği Fransızca düzeyi ve hukuk bilgisi ölçülüyordu. Çok akıllıca bir sınav yöntemi doğrusu…

80’ yılının Ekim ayında Sorbonne üniversitesinde bu sınava katılan Türk arkadaşımın bu sınav sorusuna verdiği yanıtı unutamıyorum. Arkadaşım bu sınav sorusuna şu yanıtı vermiş ve sınavı kazanmıştı.

“ Türkiye’de 12 Eylül’de askeri darbe oldu. Ortada hukuk filan kalmadı !”

Benim sınav anım ise şöyle. Benim sınava girdiğim 81 yılında üniversitelerdeki yabancı kontenjanı kalkmıştı. Ben çok girmek istediğim Nanterre üniversitesinde Fransız öğrencilerle birlikte çok kalabalık bir grupla sınava girdim. Yaşlıca bir profesör kürsüye çıktı. Dikkatli dinleyin ve yazın deyip bir cümlelik sınav sorusunu okudu ve sınav başladı.

Sınav sorusunu yazdım ama Fransızca bir kelimeye takılıp kaldım. Bu kelimenin anlamını bilmediğim için sınav sorusunu anlayamadım. Herkes yazmaya başladı. Ben Fransızca kelimenin anlamını çözmeye çalışıyorum. O sınavdan sonra hiç unutmadığım o kelime “ Les puissance” kelimesiydi. Bir asistanın yardımıyla bu kelimenin eş anlamlı kelimesinin “ Les forces” olduğunu öğrenince soruyu anladım ve yazmaya başladım. Bizim sınav sorumuzun Türkçe karşılığı “ Anayasa hukuku çerçevesinde güçler ayrılığı prensibini anlatınız.” Fransızca Les puissances-Les forces kelimeleri “güçler” anlamına geliyordu. Bir kelime yüzünden geç başladığım o sınavda üç sayfaya yakın hukuktaki güçler ayrılığı prensibini anlattım ama doğal olarak sınavı da Nanterre üniversitesinde doktora yapma şansını da kaybettim.

Ertesi yıl Paris 8 üniversitesinde siyasal bilimler doktorasına başladım. Doktora konumda ; “ İkinci dünya savaşı öncesi Türkiye’de tek parti dönemi” idi. Çalışma zorunluluğum nedeniyle doktoramı yapamadım. Fransız sosyalistlerinin “işçisin sen işçi kal” önerisi ile Paris’te 4,5 yıl işçi olarak kaldım.

Bu 30 yıl önceki anımı bugüne bağlayayım. Eğer bana 81’ yılında sorulan sınav sorusu bugün 11’ yılında sorulsaydı ne yanıt verirdim biliyor musunuz ?

Türkiye’de 12 Eylül 10’da sivil-cemaat darbesi yapıldı… Ne Anayasa kaldı, ne de güçler ayrılığı prensibi… Yasama gücü ve yetkisi de Yargı gücü ve yetkisi de Yürütme gücü ile birleştirilip tüm yetki tek kişiye verildi. Daha ne anlatayım ? derdim ve sayfalarca yazmak yerine bir cümlelik yanıtla Fransa’daki sınavı kazanmış olurdum…

Bu haftalık benden bu kadar… Herkese iyi yolculuklar.

Hiç yorum yok: