2 Mart 2009 Pazartesi

SORU SORMAK…

SORU SORMAK…

Bu sütunlarda Şubat ayı içinde üç hafta üst üste 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimler ve siyasi partilerin açılmaları, saçılmaları üstüne yazılar yazdık. Sizler televizyonlarda her akşam liderleri izliyorsunuz… Zaten bu yerel seçimleri liderler götürüyor. Liderlerin konuştukları da ortada… Bırakın dünya ve ülke sorunlarının tartışılmasını… Meydanlara gel… Sen televizyona gel… Ne üslup, ne seviye, ne hoş görü, ne uzlaşma… Sizi bilmem ama galiba sonu karakolda bitecek bu kayıkçı kavgası bana hiç zevk vermiyor… Bu nedenle Mart ayı içinde bu kısır siyaset gündemi konusunda yazı yazmayacağım.

Siyasetin bu kısır döngüsü dışında yaşam devam ediyor… Dünyamızı ve ülkemizi ilgilendiren evrensel ve ulusal sorunlarımız var. Ne yazık ki başta siyasilerimiz olmak üzere yurttaşlarımızın büyük bölümü bu yakıcı sorunların farkında değil. Ulusal medyada arada sırada tek sütunluk, üç beş satırlık haberler çıksa da onlarında gündemi bu evrensel sorunlar değil… Evrensel ve ulusal düzeydeki bu sorunların neler olduğuna önümüzdeki haftalarda değineceğiz. Bu sorunlara girmeden önce bu sorunları anlamanın temeli olan “soru sormak…” kavramını biraz açmak gerekiyor.

Bu sütunlarda 29 Ağustos 07’de “NELER OLUYOR ?” başlıklı yazıma “ Bizler genellikle soru sormayan, soru soranı sevmeyen bir toplumun bireyleriyiz.” diye başlamış ve “Toplumun çoğunluğu soru sormayınca, doğal olarak beyinleri de soru sormaya, yanıt almaya, sorulara alınan yanıtlar arasında bağlantı kurmaya da alışık olmadığından ortaya bazı sorunlar çıkıyor. Onun için biz toplum olarak aklımızla düşünerek değil, duygularımızla hareket ederiz.” diye devam etmişim… Yazının sonunda ise “ Ama arada anlamadığınız olaylar olursa beyninizi soru sormaya alıştırsanız iyi olur. Soru sormak her zaman iyidir. Düşünmeyi gerektirir. Soru soran insan düşünen insandır. Düşünen insan farklı olur. Benden hatırlatması…” demişim. Kendi yazımdan bu alıntıyı yapmamın nedeni “soru sormak” kavramı üzerinde daha önce de durduğumu anımsatmak içindi…

İnsan dediğimiz varlık varoluşundan beri yaşadığı çevreye uyum sağlamak için diğer canlılardan farklı olarak düşünme yetisine sahip olmasıyla sorunlarını çözmüştür. Tarihsel sürecin ilk yıllarında insanın çevresi tümüyle bilinmezliklerle doluydu. İşte o dönemdeki doğanın bu bilinmezlikleri ile insanın gereksinmeleri arasındaki yaşamsal mücadelede insanın en önemli silahı ve organı beyni olmuştur.

Bilinmezliği çözmek için beyni ile düşünmeye başlayan, soru soran, sorusuna yanıt arayan ilk insanın bu eylemi ile felsefe de başlamıştır. Bu nedenle bir soru sorma bilimi, bir düşünme bilimi olan felsefenin temeli soru sormaktır diyebiliriz. Sorduğu sorulara sınırlı deneyimleri ile yanıt bulabilen ilk insan evrenin ve doğanın sırlarını çözmeye çalışmıştır. Ancak sırrını çözemediği olayları tabu olarak görmüş ve tümüyle insani bir eylemle tabulardan korkmuştur. Giderek bu korku tapınmaya dönüşmüştür. Orta çağda ortaya çıkan dinler de bu korku temeli üzerinde insana düşünmeyi, soru sormayı yasaklamıştır.

Ancak doğanın ve insanın “evrim” ini yasaklarla durdurmak mümkün değildir. Bu evrimin sonucu ortaya çıkan “bilim” ve “sanat” insanın soru sorma yetisini özgürleştirmiştir.

Düşünen insanın felsefi eylemi olan soru sormak kavramı sayesinde bugün geldiğimiz noktada durum nedir ? İnsanın düşünmesini, soru sormasını yasaklayan dinler giderek daha karanlığa ve bilinmeze gömüldüğü gibi insan üzerinde daha baskıcı bir konuma gelmiştir. Buna karşılık insanın düşünmesini, soru sormasını teşvik eden bilim ve sanat ise özgür, soru soran, araştıran, düşünen insanlar sayesinde gelişmesini sürdürmektedir. Bu nedenle günümüzün en önemli sorunlarından birisi ortaya çıkmaktadır. Düşünen, soru soran, “özgür insan” mı ? Düşünmeyi, soru sormayı yasaklayan dinlerin kölesi “tutsak insan” mı ? Yani özgürlük mü, tutsaklık mı ? “ak” mı, “kara” mı ?

Bildiğiniz gibi çocuklar dünyayı, yaşadıkları çevreyi algılamaya başladıkları dönemlerde ne kadar çok soru sorarlar… Bazen anaları, babaları zor durumda bırakan, bunaltan sorular… Çocukların sorularına açıklıkla yanıt veren ailelelerin ve öğretmenlerin yetiştirdiği çocuklar büyüyünce de soru sormayı sürdüren kişilikleri gelişmiş özgür bireyler olarak topluma katılırlar. Çocukların sorularına yanıt vermeyen, onların soru sormasını yasaklayan, onları baskı ile uysal, pısırık, kişilik problemleri olan bireyler olarak toplumun içine salanların eserleri ise ortadadır. Onlara ya gazetelerin üçüncü sayfalarında ya da baskıcı, tutucu tarikatların şeyhlerine teslim olmuş müritleri arasında rastlarsınız…

Sonuç olarak yaşamın ve felsefenin temel olan soru sorma kavramı ilk çağlardan günümüze kadar insanın köleleşmesi ya da özgürleşmesi sorunudur. Özgürlüğünden ödün vermek istemeyenler düşünmeye ve soru sormaya devam etsinler lütfen… Müritler ise hayallerindeki cennet ve cehennemlerinde hallerinden memnun nasılsa… Bu dünyanın sorunlarından onlara ne…

Önümüzdeki haftalarda dünyanın ve ülkemizin “evrensel” ve “ulusal” sorunları üzerine soru sormaya, düşünmeye devam edeceğiz.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 04 MART 09

Hiç yorum yok: