*
1 Mayıs deyince aklıma hep 1 Mayıs 77 gelir. Her yıl 1 Mayıs’ta o günü tüm ayrıntıları ile tekrar yaşarım. Kurşun seslerini, çığlıkları, panzer sirenlerini duyarım. O akşamın paniğini tekrar yaşarım. O katliamda öldürülenleri hüzünle, kitlenin üstüne acımasızca kurşun sıkanları, panzer sürenleri nefretle ve bu katliamı organize eden iç ve dış güçleri öfkeyle, bu katliamı unutan, unutturan idari ve siyasi yetkilileri kinle anarım, anımsarım.
Türk siyasi tarihinin bu en kanlı katliamının üzerinden tam 31 yıl geçti. Bu 31 yıl içinde 36 yurttaşımızın katillerinin bulunup yargılanması için çaba harcanması gerekirken aksine katilleri korumak, bu olayı unutturmak için akla gelmedik yöntemler uygulandı. 36 kişinin göz göre göre katledildiği bu olaydan dolayı gerçek anlamda kimse yargılanmadı, hiçbir katil bir gün bile ceza almadı. Çünkü katiller bulunamadı. Bulunması için yapılan aramalar hep sonuçsuz kaldı. Dava dosyasındaki deliller bile yok edildi. Bu katliamın utancını bu ülkeyi o tarihten beri yöneten Başbakanları, İçişleri, Adalet Bakanları taşır mı, taşımaz mı ? Demokrasi ile yönetilen, hukukun geçerli olduğu bir ülkede böylesine bir katliam dosyası bu kadar fütursuzca kapatılabilir mi ?
Tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçen 1 Mayıs 77 katliamı ile ilgili bugüne kadar yanıt verilememiş sorular güncelliğini koruyor. Bu soruların bir kısmını bu katliamın 30.yılında yayınlanan bir röportajdan aktaralım.
“Çetin Yetkin 1 Mayıs olaylarıyla ilgili davanın ikinci celsesinde emniyet yetkilileriyle ilgili soruşturmanın derinleştirilmesi talebinde ısrarcı olması üzerine duruşma savcılığından alındı. Yetkin'e göre 1 Mayıs katliamı soruşturulsa, olayın ucu bugüne kadar gelebilir. Bugün Anadolu'da bir üniversitenin hukuk fakültesinde ders veriyor. 1 Mayıs 1977'de katliamı tertipleyenlerin hedeflediklerinden çok daha az ölüm olduğunu öne süren Yetkin sorularımızı yanıtladı:
1 Mayıs davasına nasıl atandınız?
DGM'ler kalkmış, 2. Ağır Ceza Mahkemesi onların işini devralmıştı. Bu mahkemenin savcısı da olduğum için bir gecede kendimi DGM Savcısı olarak buldum. Bu dava hem çok önemli, hem de siyasi olduğu için o zamanki İstanbul Başsavcısı Osman Ateşoğlu bendeki diğer davaları başka savcıya verdi. Bana yalnızca bu dosyayı incelemek için olanak sağladılar. üç ay hiçbir işe bakmadım. Aldım dosyayı eve götürdüm geceleri. Olayın tertip olduğu çok açıktı. Tüm olayları masamın üstüne serince ortaya bir tablo çıktı.
Neydi o tablo?
Bir tertip tablosuydu ortadaki. Olayların nasıl ve neden planlandığını anlamak için daha sonraki gelişmeleri izlemek lazım. O olaydan hemen sonra Başbakan Süleyman Demirel'in suikast ihbarı yaptığı CHP mitingi vardı. Demirel, Ecevit'e mektup yazdı gizli kayıtla. Ecevit de bunu açıkladı radyo konuşmasında. Orada ne diyordu Demirel '1 Mayıs katliamını tertip eden iç ve dış karanlık güçler'. Bu ülkenin başbakanı bunun iç ve dış karanlık güçlerin işi olduğunu bir yazıyla bildiriyor. Bu, 1 Mayıs'ın tertip olduğunun birinci kanıtı. Sonra Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e yazdığı mektupta bu işin ABD ile bağlantılı olduğunu dile getirdi. Bu işin tertip olduğu bu ülkenin iki başbakanının beyanlarıyla belli. Çözülseydi Türkiye'de çok şey değişirdi. Bu nedenle çözülmemesi gerekliydi.
Bu iddianızın dayanağı nedir?
Soruşturmayı yöneten İstanbul'un Toplum Suçları Bürosunun başında Muhittin Cenkdağ bir TV belgeselinde anlattı: Taksim Meydanı'ndaki Intercontinental Oteli kapatılmış müşteri alınmayacak. Bir gün evvel uçakla Amerikalı bir heyet geliyor. Alınıyor, otele yerleştiriliyor. 1 Mayıs gecesinde ayrılarak gidiyorlar.
Bir de Sular İdaresi'nin üstüyle ilgili bekçilerin ifadesi var. Her miting emniyet gelir inceler ardından binanın üstüne çıkışlar kilitlenirmiş. Ama bu kez böyle bir işlem yapılmamış. Abdullah Erim o gün Taksim Meydanı'nda görevli jandarma komando üsteğmeni. 12 Eylül'de E tipi cezaevlerinden birinin komutanlığını yaptı. Yanında da bir astsubay ve bir onbaşı. İfadesi vardı bizde. 'Oradan (Sular İdaresi) ateş ediliyordu, çarpışarak gittik. Ateş edenleri yakaladık. O sırada Birinci Şube'nin ekibi geldi. Muhsin Bodur (daha sonra evinde öldürülen polis), Mete Altan (12 Eylül'de 1. Şube K Komünist- Masası şefi oldu) vardı başlarında. Yakaladıklarımızı bunlara teslim edip başka göreve gittik' diyor. Ama Altan ile Bodur, bu sözleri reddetti. Askerlerin yalan söyleyecek hali yok. Dosyayı inceledim ve duruşmada savcı olarak bazı taleplerde bulundum. Bunlardan biri İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü hakkında olayda ağır hizmet kusurları olduğu için dava açılmasıydı.
Olayın tertip olduğu ve örtbas edilmeye çalışıldığının en önemli delilini söyleyeceğim. Dosya ilk başta (iki kolunu açarak gösteriyor) buradan şuraya kadardı. Bilmem kaç klasör. Toplum Suçları Bürosu dosyanın daktilosu dahil bu davayı 38 sayfalık iddianame dahil bir ay içinde açtı. Neyi soruşturdular bir ayda? İddianamede sanıkların olayın asli faili olmadığı yazılı. Savcının görevi olayı tarihe havale etmek değil, asıl failleri yakalamaktır. Mahkeme sürekli müzekkere yazmıştır polise 'alın getirin asli failleri' diye. Ama bu kadar önemli davada emniyet yanıt vermemiştir. Haklarında dava açılanların hemen hemen hepsi mağdurdu.
Sizce soruşturma eksik mi bırakıldı?
Bir sürü fotoğraf ve filmi topladım duruşmada mahkemeye teslim ettim. 'Oteldeki kişilerin mümkünse yüzlerinin görünür hale getirilmesi, mümkün değilse ellerinde ne olduğunun tespitinin Adli Tıp'tan istenmesi'ni istedim. Yanıt gelmedi. Bunlar soruşturma savcısının göreviydi, yapılmadı. Bu, olayın Cumhuriyet Savcılığın'ca örtbas edilmesi demektir. Üzerine gidince de beni duruşmadan attılar.
Yazı dizisini hazırlarken görüşme talebinde bulunduğumuz Demirel bizimle konuşmadı. Geçmişte siz bu konu üzerine Demirel ile konuştunuz. Size neler anlattığını anımsıyor musunuz?
1987'de Hürriyet'e yaptığım 1 Mayıs dizisinde hem Ecevit'in, hem Demirel'in görüşleri vardı. Ecevit olaydan 10 yıl sonra 'Bana sormayın, bu polise intikal etmiş bir iştir. Bunu tarihe havale ettim' diyordu. Demirel ise 'Bunun hesabı verilmeden Türkiye'de demokrasi olmaz' demişti. Yazarsanız ne olur şu dediğimi yazın: Olay zamanaşımına girdi. Ancak bu tek bir olaysa zamanaşımına girdi. Eğer olayı tertipleyenler aynı kast altında daha sonra başka olayları da tertiplemişler, ya da içinde yer almışlarsa zamanaşımı son eylemlerinden başlar. Size göre hangisi son eylemleri? Bence olayın sonradan da olsa soruşturulmamasının nedeni budur. Bugüne kadar gelir bu iş. Eğer ciddi bir soruşturma olsa zamanaşımı durur ve o adamlar hesap verirler. Çünkü ben bir terör eylemi yapacağım başka hiçbir şeye karışmayacağım olmaz. Mutlaka daha sonra da eylemleri olmuştur. Davadan alınmam üzerine meslekten istifamı verdim.”
Yukarıda söylediğim gibi bu katliamla ilgili sorular güncelliğini koruyor. Dönemin Başbakanlarından Bülent Ecevit sırlarıyla bu dünyadan göçüp gitti. Ama Süleyman Demirel ise hayatta… '1 Mayıs katliamını tertip eden iç ve dış karanlık güçler'. kimdi Sayın Demirel…? 'Bunun hesabı verilmeden Türkiye'de demokrasi olmaz' diyorsanız lütfen bu konuda bildiklerinizi açıklayın. Siz de sırlarınızı mezara götürmeyin…
Aradan geçen 31 yıl içinde olayı kapatma ayıbının dışında yapılan bir başka saçmalık ise 1 Mayıs’larda Taksim Meydanı’nı işçilere, emekçilere yasaklamak oldu. O zamandan bu yana Taksim Meydanı her 1 Mayıs’ta işçiler yerine polislerle dolduruldu.
Yarın yine 1 Mayıs…
Başbakan “ayak takımı” ından söz ediyor. İstanbul Valisi 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nın işçilere kapalı olduğunu açıklıyor. Bu yazının yazıldığı 27 Nisan günü Taksim Meydanı GS taraftarlarına açıktı. Geçen hafta Polis Teşkilatı’nın 163.yılında polislere açıktı. Yılbaşı gecesi turist kızları taciz eden kent magandalarına açıktı. İşçilere gelince “yasak”… Bu mu özgürlük, bu mu demokrasi ?...
Ancak başta DİSK ve TÜRK-İŞ olmak üzere işçi ve emekçi örgütleri bu yıl 1 Mayıs’ ı Taksim’de kutlamak için kararlı görünüyor. DİSK Genel Başkanı Süleyman ÇELEBİ’nin dediği gibi :
“ Bu 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak demokrasiye sahip çıkmaktır.
Emekçilerle birlikte 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak ise demokratlığın temel ölçütüdür.
Çünkü 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak, 1977’de 1 Mayıs katliamı ile başlayan, Maraş ve Çorum ile devam eden, ve bugün hâlâ devlet içindeki çetelere kadar uzanan, demokrasi dışı müdahalelere karşı, demokrasiyi ve özgürlüğü savunmak demektir.
1 Mayıs’ta Taksim’de olmak, emeğe yönelik ekonomik ve sosyal hak gaspına karşı, sosyal adaletten ve eşitlikten yana olmak demektir.”
Umarım ve dilerim ki Türkiye’yi yönetenler 31 yıl önceki ayıbı tekrarlamazlar ve Türkiye’nin işçileri, emekçileri 1 Mayıs bayramlarını özgürce ve barış içinde Taksim Meydanı’ nda kutlayabilirler.
Ne yazık ki ben 31 yıl önce 1 Mayıs'ta bulunduğum ve katliama tanık olduğum Taksim Meydanı’nda yarın bulunamayacağım… Ama aklım, yüreğim yarın Taksim’de olacak…
Türkiye’nin ve dünyanın tüm işçilerinin, emekçilerinin ve emek dostlarının 1 Mayıs Bayramı’nı kutlarım.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 30 NİSAN 08
28 Nisan 2008 Pazartesi
20 Nisan 2008 Pazar
23 NİSAN DÜŞÜNCELERİ
Selçuk DEMİREL - Le Monde ( 17 Nisan 08 )
*
İznikli okurlarım bu yazımı 23 Nisan günü okuyacaklar. Oysa ben yazımı 20 Nisan Pazar günü yazıyorum. Yazım biter bitmez Kenan OĞUZ’a gönderdikten sonra da Bloguma yükleyeceğim ve blog okurlarım bugünden okuyabilecek.
Bana göre geçen haftanın iki önemli olayı da TBMM’de gerçekleşti.
Birincisi ; Tüm emekçileri ve emeklileri, işsizleri, esnafları, köylüleri, SSK’lıları, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur’luları, kısacası tüm toplumu yakından ilgilendiren bir yasa 17 Nisan 08 Perşembe günü TBMM’de kabul edildi. 5754 Sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” adını taşıyan bu yasa ile AKP hükümetleri IMF ve AB’ye verdikleri bir sözü daha yerine getirdiler. Yeni doğan çocuklarımızı da, çalışanlarımızı da, emeklilerimizi de yakından ilgilendiren bu yasanın getirdikleri ve götürdükleri uygulamada görüldükçe üzerinde çok konuşulacak. Haberiniz olsun. Yol yakınken bir tane edinin ve ne kaybettiniz ne kazandınız hesabını kendiniz yapın. Bana göre bu yasayla kazanan IMF ve AB, kaybedenler ise çalışanlar ve emeklilerdir…
İkincisi ; Yukarıda bahsettiğim yasanın kabul edilmesinden hemen sonra aynı oturumda ( TBMM, 23.Dönem 2.Yasama Yılı, 92.Birleşim, 17 Nisan 2008,Perşembe ) Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer GENÇ’in AKP Milletvekillerinin saldırısına uğramasıdır. Bu saldırının haberleri, fotoğrafları yazılı medyada var. TBMM Genel Kurul tutanaklarında da var. Bu utanç sahnelerini herkes görüyor ve kınıyor. Ama Başbakanın bu olay hakkındaki iki cümlelik yorumu şimdiden tarihe geçti bile. Başbakana göre "AKP’li milletvekilleri şiddet uygulamaz.” mış… 340 AKP Milletvekili,yani yüzde 47 çoğunluk tek bir bağımsız milletvekilinin düşüncelerine, eleştirilerine tahammül edemiyor ve 40-50’si birden bir kişinin üstüne çullanarak onu TBMM çatısı altında “linç girişiminde” bulunuyorlar. Bereket CHP ve MHP’li vekiller araya giriyor da Kamer GENÇ şimdilik kurtuluyor…Ama Başbakana göre bu şiddet değilmiş…Öfke hitabet sanatıdır diyen Başbakan için herhalde milletvekillerinin bu yaptığı da sevgi gösterisi olmalı…
Bu saldırı olayı AKP’nin ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü olduğunu gösterdi. Beğenmediğin düşünceyi şiddetle bastır, sustur…Benim aylarca önce yazdığım gibi bu olay yüzde 47 şımarıklığının saldırganlığa dönüşmesinin bir başka göstergesidir. Ulusal basından bazı yazarlar bu olay karşısında Anadolu’da çok sık kullanılan imam-cemaat örneğini anımsatıyorlar.
Bu yazının 23 Nisan’da yayınlanacağını düşünerek 88 yıl önce TBMM’nin açılışı üzerine yazılar okudum. 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin açılışında 115 milletvekilinin en yaşlısı olarak ilk konuşmayı yapan Sinop Mebusu Şerif Bey’in sözlerini okudum…
"Saygıdeğer hazır bulunanlar; Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esaretini kesin ve kararlı bir biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclisin reisi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde, geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisini açıyorum."
Bu açılış konuşmasından sonra Ankara mebusu Mustafa Kemal söz alarak Meclisin hangi azalardan teşekkül edeceğine dair aşağıdaki açıklamayı yapmıştır.
"Yüce Meclisiniz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur. Kaçıp gelebilecek milletvekilleriyle birlikte bir yüce Meclisin meydana getirilmesi ancak yeni uygulanan seçim tarzıyla söz konusu olmuştur. Bu anda Meclisiniz yasal olarak toplanmış bulunmaktadır."
24 Nisan 1920 günü Meclis ikinci toplantısını yapmış ve Mustafa Kemal oybirliğiyle Meclis Başkanlığına seçilmiştir.
88 yıl öncesini anlamak için bir yandan bu satırları okudum. Daha sonra 88 yıl sonrasını, yani bugünü, yüzde 47 çoğunluğa sahip 340 milletvekilinin muhalif bir milletvekilini şiddetle susturmasının nedenini anlayabilmek için TBMM’nin 17 Nisan 08 tarihli Genel Kurul tutanaklarını okudum… Kamer GENÇ ne demişte AKP’lileri kızdırmış diye…Lütfen ibret için siz de okuyun… Bu olayla ilgili Milliyet’in bugünkü “Meclis’in ‘gergin’ milletvekilleri “ başlıklı haberini de okudum…
“ Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç’e saldırı olayında TBMM’de zaman zaman tansiyonu yükselten gergin milletvekilleri etkili oldu.
Kürsüdeki milletvekiline en fazla laf atan ve gerginliklerin tırmanmasına neden olan isimlerin başında Halil Aydoğan (AKP-Afyon) geliyor. Kavga gecesi Aydoğan, 17 kez “Halikarnas’ta ne oldu?” diye laf atarak Genç’i tahrik etmesiyle dikkat çekti. Genç de, “Tayyip gelsin, muhatabım sen değilsin” karşılığını verdi. AKP cephesinde oturduğu yerden laf atanlar arasında Alaaddin Büyükkaya (İstanbul), Altan Karapaşaoğlu (Bursa), Muzaffer Baştopçu (Kocaeli), Osman Yağmurdereli de (İstanbul) öne çıkıyor.Kürsüde her konuşması muhalefet sıralarını dalgalandıran isimler arasında ise Avni Doğan (AKP-Kahramanmaraş) başta geliyor.”
Evet ben de üşenmeden saydım Afyon Milletvekili tam 17 kez Kamer GENÇ’e “Halikarnas’ta ne oldu ? “ diye sataşıyor. Ancak hiçbir AKP Milletvekili Kamer GENÇ’in Katar’la ilgili sorularına, Maliye Bakanı’nın oğlunun yolsuzlukları ve diğer yolsuzluklarla ilgili sorularına hiçbir yanıt veremiyorlar.
Kamer GENÇ’i beğenirsiniz, beğenmezsiniz, düşüncelerine katılırsınız veya katılmazsınız ama düşüncenin şiddetle susturulmasına sessiz kalamazsınız…
23 Nisan sadece TRT’nin Ulusal Çocuk Şenliği’nin yapıldığı sıradan bir bayramın tarihi değildir. 23 Nisan aynı zamanda Ulusal Egemenlik Bayramı’dır…Anlayana…23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramınız Kutlu Olsun !
*
13 Nisan 2008 Pazar
“ VATAN SAĞOLSUN ! “
*
O’nu geçen hafta bütün Türkiye tanıdı. O kim ? 6 Nisan günü Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nde elindeki tabanca ile öğrencilere ateş eden alnı kılıç dövmeli, sakallı provokatör (kışkırtmacı) den söz ediyorum. Televizyonlarda görüntülerini, gazetelerde fotoğraflarını gördüğünüz bu kışkırtıcı beş gün kaçtıktan sonra 11 Nisan günü yakalandı. Aynı televizyonlar, gazeteler yakalanma olayını şu başlıkla verdiler :
“ Akdeniz Üniversitesi’nde tabancayla ateş ederken görüntülenen Ömer Ulusoy yakalandı. Ulusoy, gazetecilere “Pişman olacak bir şey yapmadım. Vatan sağolsun” dedi. “
Neymiş ?
“Vatan sağolsun” muş…
Bu kışkırtmacının hangi partiyle ve ocakla ilişkisi olduğu, daha önceki katıldığı eylemler de yer aldı basında.
Bu gelişmeler üzerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin Antalya il örgütünü feshetti. Parti teşkilatını da uyardı.
Bu kışkırtmacıyı sadece MHP’yle ilişkilendirmek yanlış olur. Geçmişte de, bugün de bütün partilerin ve siyasi örgütlerin içinde kışkırtmacılar olmuştur, olacaktır.
Yakın tarihimizde buna benzer kışkırtmacılar için "bu vatan için kursun atan da kursun yiyen de şereflidir" diyen siyasetçiler gördü bu ülke. Yine ülke kan gölüne dönmüşken "Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz..." diyen de ünlü bir siyasetçiydi…
Bu tür siyasetçilerin olduğu bir ülkede elbette Hrant Dink’in katili ile güvenlik güçleri bayraklı hatıra fotoğrafı çektirir… Eli kanlı mafya liderleri “Türkiye seninle gurur duyuyor…” diye alkışlanır. Kurtlar Vadisi reyting rekorları kırar. Her milliyetçi delikanlı kendini Polat Alemdar sanır.
Vatan için hiçbir şey yapma…Bir ağaç dikme, bir öğrenci yetiştirme, bir yoksula yardım etme,…Bir iş yapma…Ama tak beline bir silah adam öldür, adam yarala, soygun yap, sakal bırak, namaz kıl, sonra da meydana çık “ Şehitler ölmez,Vatan bölünmez !” diye bağır ya da “ Vatan sağolsun !” de.
Ne güzel vatan…Ne kolay vatanseverlik…
Biz unutkan bir milletiz…Bu ülkede benim anımsadığım tam kırk yıldır bu kara sakallı kışkırtıcılar var. Yeni ortaya çıkmadılar ki…Bizim kuşak anımsasın, gençler de araştırıp öğrensinler diye bu kışkırtıcıların neden olduğu ve yüzlerce insanımızın katledildiği birkaç olayı burada anımsatmak istiyorum…
Yıl 1968…Aylardan Ağustos… ABD 6.Filosu İstanbul’da. Üniversite öğrencileri 6.Filo’yu protesto ediyor. Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat DEMİRCİOĞLU öğrenci yurdunun penceresinden atılarak öldürülüyor…
16 Şubat 1969 Kanlı Pazar…ABD 6.Filosu yine İstanbul’da. 35 bin öğrenci Beyazıt’tan Taksim’e yürüyor. Dolmabahçe Camii’nde namaz kılanları kışkırtıcılar galeyana getiriyor ve “Allah… Allah…” nidalarıyla bir işçi ve bir mühendis öldürülüyor. Demirel Başbakan…Ve o dönemin önde gelen kışkırtıcıları bakın neler diyorlar : “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin..." Komünistler kime karşı miting yapacaklardı? ABD savaş gemilerine karşı. İ.D. kim için cihat çağrısı yapıyordu? ABD için... O yılların önde gelen dinci yazarı M.Ş.E. nin Bugün gazetesindeki yazılarını bilenler bilir. Bilmeyenler ise araştırır öğrenir.
Daha yakın zaman…Bülent Ecevit Başbakan…1978 yılı…Aralık ayının 19’u ve 22’si… Kahramanmaraş olayları…Ö.K. isimli bir kışkırtıcı ( sonradan soyadını değiştirip milletvekili bile oldu ) nın sebep olduğu olaylarda resmi verilere göre 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi beyanların aksine ölü sayısının daha fazla olduğu da söylenmektedir.
4 Temmuz 1980…Çorum olayları…Yine resmi rakamlara göre 26 ölü.
Ve 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı… 33 insanın Madımak Oteli’nde yakılarak katledilmesi…
Bütün bu olayların sonunda kışkırtıcılar ne dedi ? Antalya’daki son kışkırtıcının dediğini… “Vatan sağolsun ! “
Bu sözde vatanseverlere ,kışkırtıcılara inat Nazım Hikmet’in 28 Temmuz 1962 tarihli Vatan Haini isimli şiirini de burada anımsamakta yarar var.
*
….
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 16 NİSAN 08
O’nu geçen hafta bütün Türkiye tanıdı. O kim ? 6 Nisan günü Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nde elindeki tabanca ile öğrencilere ateş eden alnı kılıç dövmeli, sakallı provokatör (kışkırtmacı) den söz ediyorum. Televizyonlarda görüntülerini, gazetelerde fotoğraflarını gördüğünüz bu kışkırtıcı beş gün kaçtıktan sonra 11 Nisan günü yakalandı. Aynı televizyonlar, gazeteler yakalanma olayını şu başlıkla verdiler :
“ Akdeniz Üniversitesi’nde tabancayla ateş ederken görüntülenen Ömer Ulusoy yakalandı. Ulusoy, gazetecilere “Pişman olacak bir şey yapmadım. Vatan sağolsun” dedi. “
Neymiş ?
“Vatan sağolsun” muş…
Bu kışkırtmacının hangi partiyle ve ocakla ilişkisi olduğu, daha önceki katıldığı eylemler de yer aldı basında.
Bu gelişmeler üzerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin Antalya il örgütünü feshetti. Parti teşkilatını da uyardı.
Bu kışkırtmacıyı sadece MHP’yle ilişkilendirmek yanlış olur. Geçmişte de, bugün de bütün partilerin ve siyasi örgütlerin içinde kışkırtmacılar olmuştur, olacaktır.
Yakın tarihimizde buna benzer kışkırtmacılar için "bu vatan için kursun atan da kursun yiyen de şereflidir" diyen siyasetçiler gördü bu ülke. Yine ülke kan gölüne dönmüşken "Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz..." diyen de ünlü bir siyasetçiydi…
Bu tür siyasetçilerin olduğu bir ülkede elbette Hrant Dink’in katili ile güvenlik güçleri bayraklı hatıra fotoğrafı çektirir… Eli kanlı mafya liderleri “Türkiye seninle gurur duyuyor…” diye alkışlanır. Kurtlar Vadisi reyting rekorları kırar. Her milliyetçi delikanlı kendini Polat Alemdar sanır.
Vatan için hiçbir şey yapma…Bir ağaç dikme, bir öğrenci yetiştirme, bir yoksula yardım etme,…Bir iş yapma…Ama tak beline bir silah adam öldür, adam yarala, soygun yap, sakal bırak, namaz kıl, sonra da meydana çık “ Şehitler ölmez,Vatan bölünmez !” diye bağır ya da “ Vatan sağolsun !” de.
Ne güzel vatan…Ne kolay vatanseverlik…
Biz unutkan bir milletiz…Bu ülkede benim anımsadığım tam kırk yıldır bu kara sakallı kışkırtıcılar var. Yeni ortaya çıkmadılar ki…Bizim kuşak anımsasın, gençler de araştırıp öğrensinler diye bu kışkırtıcıların neden olduğu ve yüzlerce insanımızın katledildiği birkaç olayı burada anımsatmak istiyorum…
Yıl 1968…Aylardan Ağustos… ABD 6.Filosu İstanbul’da. Üniversite öğrencileri 6.Filo’yu protesto ediyor. Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat DEMİRCİOĞLU öğrenci yurdunun penceresinden atılarak öldürülüyor…
16 Şubat 1969 Kanlı Pazar…ABD 6.Filosu yine İstanbul’da. 35 bin öğrenci Beyazıt’tan Taksim’e yürüyor. Dolmabahçe Camii’nde namaz kılanları kışkırtıcılar galeyana getiriyor ve “Allah… Allah…” nidalarıyla bir işçi ve bir mühendis öldürülüyor. Demirel Başbakan…Ve o dönemin önde gelen kışkırtıcıları bakın neler diyorlar : “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin..." Komünistler kime karşı miting yapacaklardı? ABD savaş gemilerine karşı. İ.D. kim için cihat çağrısı yapıyordu? ABD için... O yılların önde gelen dinci yazarı M.Ş.E. nin Bugün gazetesindeki yazılarını bilenler bilir. Bilmeyenler ise araştırır öğrenir.
Daha yakın zaman…Bülent Ecevit Başbakan…1978 yılı…Aralık ayının 19’u ve 22’si… Kahramanmaraş olayları…Ö.K. isimli bir kışkırtıcı ( sonradan soyadını değiştirip milletvekili bile oldu ) nın sebep olduğu olaylarda resmi verilere göre 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi beyanların aksine ölü sayısının daha fazla olduğu da söylenmektedir.
4 Temmuz 1980…Çorum olayları…Yine resmi rakamlara göre 26 ölü.
Ve 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı… 33 insanın Madımak Oteli’nde yakılarak katledilmesi…
Bütün bu olayların sonunda kışkırtıcılar ne dedi ? Antalya’daki son kışkırtıcının dediğini… “Vatan sağolsun ! “
Bu sözde vatanseverlere ,kışkırtıcılara inat Nazım Hikmet’in 28 Temmuz 1962 tarihli Vatan Haini isimli şiirini de burada anımsamakta yarar var.
*
….
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 16 NİSAN 08
7 Nisan 2008 Pazartesi
No.5
*
*
*
Safranbolu çarşısından küçük bir detay fotoğrafı...Bazılarına anlamsız gibi gelebilecek bu detay bazıları için de çok anlamlı olabilir...Bence bir öykünün başlangıcı...
Bu fotoğrafımı Safranbolu'da FFC üyelerine mükemmel bir konukseverlik gösteren ve rehberlik yapan Ahmet IŞIK arkadaşıma ithaf ediyorum.
*
Safranbolu'da 29 Mart 08 Cumartesi günü çektiğim bu fotoğrafımı üyesi olduğum FFC 'de dün (06 Nisan 08) yayınladım.
http://www.fotofanclub.com/Gallery/ExhibitionImage.aspx?ID=115531
*
Aynı fotoğraf bugün Hürriyet'in web sayfasında Foto Galeri-Günün fotoğrafları bölümünde yayınlandı...
http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=11232&p=6&rid=1
*
Bu fotoğrafıma FFC'de yorum yazan Ahmet IŞIK arkadaşımın yorumunu da ekliyorum.
Bu fotoğraf ve yorum birbirini tamamlıyor...
**
Sevgili Hüseyin ağabey Bam telinden vurmuşsun derler ya bu kare benim için
öyle anlamlar içeriyor? Bu fotoğrafın bende uyandırdığı duygular ve anlattığı şeyleri kısaca
paylaşmak istedim. Emeklerinize sağlık, Biz bir şey yapmadık! Ailemizin içinde yaşadığı kültürel miras aynı zamanda dostlarımızındır !
Hepsi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi!
Sizleri sıkmak istemem ama Semerci deyince bazılarının aklına küçüçük bir dükkan ve elleri satyen dövmekten siyahlaşmış nasırlı bir zanaatkar gelir aslında çok fazlasıdır bu dükkanlar. Nasıl mı? 1967 yılından itibaren çocukluğum ve Üniversite yıllarına kadar ilk gençlik günlerimin geçtiği O zamanlar Batı Karadeniz yöresinin en meşhur ustalarından birinin mekanıydı Orası!
Birkaç yıl öncesine kadar! Semerciler sokağıyla özdeşleşmiş olan bu mekanda haftanın yedi günü, bayram seyran dahil neredeyse haftanın yedi günü yirmidört saat bir faaliyet vardı. Geçimini ormandan ve tarımdan sağlayan köylüler için çok önemli bir yerdi. Yaklaşık 65 yıl şevkle ve ilk günkü heyecanla Palanlar, Semerler, Paldımlar, aşıtmalar, bellemeler, kolanlar üretilen ve üretilen bu ürünler dağdan odun taşımaktan, Zonguldak’ta araç girmeyen dik yokuşlara kum taşımaya, sebzecilikle geçinen köylerdeki dev sepetleri pazara taşımaya, Üzerine halı kaplanmış palanın kuşlarına heybe asılarak diğerine göre daha konforlu bir yolculuk yapmaya imkan sağlamasına kadar onlarca işlevi sunan bir mekandı. Semeri öyle basit malzemelerle yapılan bir şey zannetmeyin. Eskişehir, Balıkesir ve Bursanın saf yün keçesinden, doğramasından, Adapazarı’nın yumuşak Papırından (Semerin içini doldurmakta kullanılan kamış) , Balıkesir ve Gerede’nin satyeninden, Tirenin urganı ve kındapından, İzmir, İstanbul ve daha birçok yörenin incik boncuğundan, Kastamonu ya kadar köylerden toplanıp elde işlenen Gökçeağaçtan ön ve arka kaşları, Demirciler loncasında imal ettirilen, kuşlarına, çemberlerine, güllap ve çivilerine kadar bir dolu malzeme bunları stoklamak için 3 tane ayrı dükkana ve depoya kadar çok kolay bir ameliye ! Yaptığınız işi ibadet gibi yapıyorsanız onu kullanılmış ve örselenmiş haliyle bile 5 yıl sonra önemli bir bedelle geri alabiliyorsunuz. Yani şimdiki sözde garantilerden de öte!
!960 ve 70’li yıllarda gece yarılarına kadar çalışılan mekanda civar köylerden atlarıyla gelen kaç kişi olursa olsun öğlen yemeğinde sabah sefertasıyla gelen kumanyanın paylaşılmasından sonra 4 km ötedeki köyden akşam yemeği için yeni sefertası almaya revan olunur! saat gece yarısını geçmişse mezarlıkta selvilerin gölgelerinden ürküp aceleyle geçilir ve akşam yemeği yetiştirilirdi. Çankırı’nın Çerkeşin, Ulusun, Aracın, Karabükün, Safranbolu’nun köylerinden gelen hiçbir köylünün öğün atlamasına izin verilmez, mutlaka sofraya buyur edilirlerdi.
Öğlenleri üzeri asmalarla kaplı semerciler sokağında tüm komşu esnafların bakır sefertaslarıyla getirdiği; söz gelimi rahmetli Saraç Mustafa Amca’nın sevgili eşi Fatma teyzenin tereyağı ile pişirdiği uzun fasulye, uğmaç çorbası, etli pilav, bütün et gibi yemekler komşusuz asla boğazından geçmez küste olsalar aynı sofrada buluşulurdu Yada İhsan YENİGÜN , Saraç Ali (Yaptığı son gümüşlerle süslü Osmanlı ve Çerkez eyeri Hollanda da bir müzede sergileniyor) , Keçeci Hakkı, Terzi Mustafa, Terzi Ali Rıza, Manifaturacı Saru Altun gibi esnaftan birinin ceremesini üstlendiği malzemeyle çıraklar tarafından taş fırında yapılan güvecin tadı bir başkaydı. Diğer Loncalar gibi Semerciler Sokağı aynı zamanda bir okul, kendi çapında sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın, toplumsal dinamiklerin merkeziydiler aynı zamanda Cumartesi Pazarına gelen köylülerin toplanma, ihtiyaçlarını giderme, çay kahve içme, emanet bırakma yerleriydiler . Büyük bir aşkla işlerine bağlı olan ve aynı mekanda 60 yıl çalışabilen o zamanki ustaların yaptıkları işlere bakınca aslında her birine zanaatkar değil sanatkar demek lazım gelir diye düşünüyorum. O güzel insanlar güzel atlara binip gittiler mi? O güzel anane ve gelenekler de ranta yenik düşüp kısa sürede yok olup gidecekler mi? Yükselen yeni değerler ve küreselleşme olgusu bunu mu emrediyor, daha fazla tüketim ve daha fazla kazanç hayatın olmazsa olmazı mı? Daha çok tüketiyorum öyleyse varım ve kar maksimizasyonu tek başına insanları mutlu etmeye yetecek mi? Daha çok tüketirken doğayı, kültürü, değerlerimizi , geleceğimizi tüketmiş olmayalım?!
Sağlıcakla kalın sevgiyle dolun
Ahmet IŞIK
**
Unutmayın...Her fotoğrafın bir öyküsü vardr...
Selam ve sevgilerimle.
07 Nisan 08 İstnabul
Hüseyin AY
*
*
Safranbolu çarşısından küçük bir detay fotoğrafı...Bazılarına anlamsız gibi gelebilecek bu detay bazıları için de çok anlamlı olabilir...Bence bir öykünün başlangıcı...
Bu fotoğrafımı Safranbolu'da FFC üyelerine mükemmel bir konukseverlik gösteren ve rehberlik yapan Ahmet IŞIK arkadaşıma ithaf ediyorum.
*
Safranbolu'da 29 Mart 08 Cumartesi günü çektiğim bu fotoğrafımı üyesi olduğum FFC 'de dün (06 Nisan 08) yayınladım.
http://www.fotofanclub.com/Gallery/ExhibitionImage.aspx?ID=115531
*
Aynı fotoğraf bugün Hürriyet'in web sayfasında Foto Galeri-Günün fotoğrafları bölümünde yayınlandı...
http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=11232&p=6&rid=1
*
Bu fotoğrafıma FFC'de yorum yazan Ahmet IŞIK arkadaşımın yorumunu da ekliyorum.
Bu fotoğraf ve yorum birbirini tamamlıyor...
**
Sevgili Hüseyin ağabey Bam telinden vurmuşsun derler ya bu kare benim için
öyle anlamlar içeriyor? Bu fotoğrafın bende uyandırdığı duygular ve anlattığı şeyleri kısaca
paylaşmak istedim. Emeklerinize sağlık, Biz bir şey yapmadık! Ailemizin içinde yaşadığı kültürel miras aynı zamanda dostlarımızındır !
Hepsi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi!
Sizleri sıkmak istemem ama Semerci deyince bazılarının aklına küçüçük bir dükkan ve elleri satyen dövmekten siyahlaşmış nasırlı bir zanaatkar gelir aslında çok fazlasıdır bu dükkanlar. Nasıl mı? 1967 yılından itibaren çocukluğum ve Üniversite yıllarına kadar ilk gençlik günlerimin geçtiği O zamanlar Batı Karadeniz yöresinin en meşhur ustalarından birinin mekanıydı Orası!
Birkaç yıl öncesine kadar! Semerciler sokağıyla özdeşleşmiş olan bu mekanda haftanın yedi günü, bayram seyran dahil neredeyse haftanın yedi günü yirmidört saat bir faaliyet vardı. Geçimini ormandan ve tarımdan sağlayan köylüler için çok önemli bir yerdi. Yaklaşık 65 yıl şevkle ve ilk günkü heyecanla Palanlar, Semerler, Paldımlar, aşıtmalar, bellemeler, kolanlar üretilen ve üretilen bu ürünler dağdan odun taşımaktan, Zonguldak’ta araç girmeyen dik yokuşlara kum taşımaya, sebzecilikle geçinen köylerdeki dev sepetleri pazara taşımaya, Üzerine halı kaplanmış palanın kuşlarına heybe asılarak diğerine göre daha konforlu bir yolculuk yapmaya imkan sağlamasına kadar onlarca işlevi sunan bir mekandı. Semeri öyle basit malzemelerle yapılan bir şey zannetmeyin. Eskişehir, Balıkesir ve Bursanın saf yün keçesinden, doğramasından, Adapazarı’nın yumuşak Papırından (Semerin içini doldurmakta kullanılan kamış) , Balıkesir ve Gerede’nin satyeninden, Tirenin urganı ve kındapından, İzmir, İstanbul ve daha birçok yörenin incik boncuğundan, Kastamonu ya kadar köylerden toplanıp elde işlenen Gökçeağaçtan ön ve arka kaşları, Demirciler loncasında imal ettirilen, kuşlarına, çemberlerine, güllap ve çivilerine kadar bir dolu malzeme bunları stoklamak için 3 tane ayrı dükkana ve depoya kadar çok kolay bir ameliye ! Yaptığınız işi ibadet gibi yapıyorsanız onu kullanılmış ve örselenmiş haliyle bile 5 yıl sonra önemli bir bedelle geri alabiliyorsunuz. Yani şimdiki sözde garantilerden de öte!
!960 ve 70’li yıllarda gece yarılarına kadar çalışılan mekanda civar köylerden atlarıyla gelen kaç kişi olursa olsun öğlen yemeğinde sabah sefertasıyla gelen kumanyanın paylaşılmasından sonra 4 km ötedeki köyden akşam yemeği için yeni sefertası almaya revan olunur! saat gece yarısını geçmişse mezarlıkta selvilerin gölgelerinden ürküp aceleyle geçilir ve akşam yemeği yetiştirilirdi. Çankırı’nın Çerkeşin, Ulusun, Aracın, Karabükün, Safranbolu’nun köylerinden gelen hiçbir köylünün öğün atlamasına izin verilmez, mutlaka sofraya buyur edilirlerdi.
Öğlenleri üzeri asmalarla kaplı semerciler sokağında tüm komşu esnafların bakır sefertaslarıyla getirdiği; söz gelimi rahmetli Saraç Mustafa Amca’nın sevgili eşi Fatma teyzenin tereyağı ile pişirdiği uzun fasulye, uğmaç çorbası, etli pilav, bütün et gibi yemekler komşusuz asla boğazından geçmez küste olsalar aynı sofrada buluşulurdu Yada İhsan YENİGÜN , Saraç Ali (Yaptığı son gümüşlerle süslü Osmanlı ve Çerkez eyeri Hollanda da bir müzede sergileniyor) , Keçeci Hakkı, Terzi Mustafa, Terzi Ali Rıza, Manifaturacı Saru Altun gibi esnaftan birinin ceremesini üstlendiği malzemeyle çıraklar tarafından taş fırında yapılan güvecin tadı bir başkaydı. Diğer Loncalar gibi Semerciler Sokağı aynı zamanda bir okul, kendi çapında sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın, toplumsal dinamiklerin merkeziydiler aynı zamanda Cumartesi Pazarına gelen köylülerin toplanma, ihtiyaçlarını giderme, çay kahve içme, emanet bırakma yerleriydiler . Büyük bir aşkla işlerine bağlı olan ve aynı mekanda 60 yıl çalışabilen o zamanki ustaların yaptıkları işlere bakınca aslında her birine zanaatkar değil sanatkar demek lazım gelir diye düşünüyorum. O güzel insanlar güzel atlara binip gittiler mi? O güzel anane ve gelenekler de ranta yenik düşüp kısa sürede yok olup gidecekler mi? Yükselen yeni değerler ve küreselleşme olgusu bunu mu emrediyor, daha fazla tüketim ve daha fazla kazanç hayatın olmazsa olmazı mı? Daha çok tüketiyorum öyleyse varım ve kar maksimizasyonu tek başına insanları mutlu etmeye yetecek mi? Daha çok tüketirken doğayı, kültürü, değerlerimizi , geleceğimizi tüketmiş olmayalım?!
Sağlıcakla kalın sevgiyle dolun
Ahmet IŞIK
**
Unutmayın...Her fotoğrafın bir öyküsü vardr...
Selam ve sevgilerimle.
07 Nisan 08 İstnabul
Hüseyin AY
DOĞA, YARGI, İKTİDAR VE…
*
*Fotoğraflar haber ajanslarından*
Türkiye’nin doğası, dağları, ormanları, nehirleri, gölleri, denizleri çok ciddi bir tehdit altında.
Emperyalizm bir ülkeyi her zaman sadece askerleri ile işgal edip sömürgeleştirmez, talan etmez. Bunun günümüzdeki yöntemi gözü paradan, kardan başka bir şey görmeyen vahşi kapitalist şirketler eliyle uluslar arası ticaret, işbirliği adı altında uygulamaktır. Emperyalizm, bu tür şirketler aracılığı ile ülkenin doğal kaynaklarını yok ederek, ülke insanlarının doğal ortamlarındaki yaşamlarını sürdürmelerini imkansız hale getirip, üretimden koparıp, sadece tüketici olarak kapitalizme daha çok bağımlı hale getirmeyi çok iyi becerebilmektedir. Çünkü ; Üretim araçları, para, basın ve işbirlikçi iktidarlar onlardadır.
Bazılarına göre eski bir düşünce olarak küçümsenen bu temel kuralın ülkemizde son yıllarda yaşanan birkaç uygulamasını anımsatırsak anlamayanlar belki daha iyi anlayacaktır.
Bergama köylülerinin altın arama şirketlerine karşı verdikleri 15 yıllık mücadeleyi anımsayın… Emperyalist altın şirketlerinin siyanürle altın arama ile tahrip edilen doğalarını ve sağlıklı yaşam haklarını savunmak için verdikleri onurlu mücadele. Yargı kararlarına karşın işbirlikçi iktidarların desteği ile altın şirketleri o bölgeyi talan ediyor.
Yakınımızdan bir örnek…Cargill olayı…Bu köşede en son geçen hafta olmak üzere defalarca yazdık. Tüm yargı kararlarına karşın işbirlikçi iktidar halkının yanında ülkenin doğasını korumak için değil emperyalist Cargill şirketinin yasa dışı kuruluşunu meşrulaştırmak için özel yasa çıkarıyor.
Bu altın şirketleri bildiğiniz gibi son yıllarda Kazdağları’ nı ve Madra Dağı’nın gözlerine kestirdiler. Yine yargı kararlarına karşı bu altın şirketleri doğamızı, dağlarımızı talan ediyor. Ancak bu kez Bergama’ya göre daha kitlesel bir tepkiyle karşı karşıyalar. Bölgedeki 34 Belediye’nin de katılımıyla oluşturulan çevre platformu’nun 5 Nisan Cumartesi günü Çanakkale’de yaptığı mitinge on binlerce insan katıldı. Emperyalizm 93 yıl önce gemileriyle geçemediği Çanakkale’yi altın şirketleri ile geçmeye çalışıyor.
Muğla’da, Antalya’da ormanlarımız , denizlerimiz turizme kurban ediliyor.
Karadeniz’deki Fırtına Deresi, Artvin’deki barajların yarattığı doğaya zarar veren olaylar gibi Türkiye’nin her yöresinde yüzlerce olay var.
Son örnek ise yine yakınımızdan. Yenişehir’in Burcun Köyü’ne kurulacak çimento fabrikası. Köylüler kısa vadeli çıkarları için fabrikanın köylerine kurulmasını destekliyorlar. Çevreci kuruluş ve kişiler ise fabrikanın gelecekte yaratacağı tehlikeye dikkat çekerek uyarıyor ama dinleyen kim ? İktidar partisi şirkete tam desteğini vermiş, yerel ve bölge basınını da arkasına almış. Onlar kısa vadedeki karlarına, ceplerine girecek paralara bakıyor. Çok değil beş-on yıl sonra bölgede çıkacak sağlık sorunlarını düşünen yok…
Bu konularda yazılacak çok şey, söylenecek çok söz var.
Yargıyı sevmeyen, yargı kararlarına uymayan,her gün yargıyı eleştiren bir iktidar çoğunluğuna sahibiz. Onlar mı bu ülkenin doğasını, dağını, ormanını, gölünü, denizini düşünecek ? İktidar çoğunluğuna güvenerek Anayasa’yı yapboz tahtasına çevirenlere şimdi ben burada Anayasa’nın 43. ve 169. maddelerini yazsam “kara mizah” olur.
Gerçekten yazık oluyor bu ülkeye.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 09 NİSAN 08
*Fotoğraflar haber ajanslarından*
Türkiye’nin doğası, dağları, ormanları, nehirleri, gölleri, denizleri çok ciddi bir tehdit altında.
Emperyalizm bir ülkeyi her zaman sadece askerleri ile işgal edip sömürgeleştirmez, talan etmez. Bunun günümüzdeki yöntemi gözü paradan, kardan başka bir şey görmeyen vahşi kapitalist şirketler eliyle uluslar arası ticaret, işbirliği adı altında uygulamaktır. Emperyalizm, bu tür şirketler aracılığı ile ülkenin doğal kaynaklarını yok ederek, ülke insanlarının doğal ortamlarındaki yaşamlarını sürdürmelerini imkansız hale getirip, üretimden koparıp, sadece tüketici olarak kapitalizme daha çok bağımlı hale getirmeyi çok iyi becerebilmektedir. Çünkü ; Üretim araçları, para, basın ve işbirlikçi iktidarlar onlardadır.
Bazılarına göre eski bir düşünce olarak küçümsenen bu temel kuralın ülkemizde son yıllarda yaşanan birkaç uygulamasını anımsatırsak anlamayanlar belki daha iyi anlayacaktır.
Bergama köylülerinin altın arama şirketlerine karşı verdikleri 15 yıllık mücadeleyi anımsayın… Emperyalist altın şirketlerinin siyanürle altın arama ile tahrip edilen doğalarını ve sağlıklı yaşam haklarını savunmak için verdikleri onurlu mücadele. Yargı kararlarına karşın işbirlikçi iktidarların desteği ile altın şirketleri o bölgeyi talan ediyor.
Yakınımızdan bir örnek…Cargill olayı…Bu köşede en son geçen hafta olmak üzere defalarca yazdık. Tüm yargı kararlarına karşın işbirlikçi iktidar halkının yanında ülkenin doğasını korumak için değil emperyalist Cargill şirketinin yasa dışı kuruluşunu meşrulaştırmak için özel yasa çıkarıyor.
Bu altın şirketleri bildiğiniz gibi son yıllarda Kazdağları’ nı ve Madra Dağı’nın gözlerine kestirdiler. Yine yargı kararlarına karşı bu altın şirketleri doğamızı, dağlarımızı talan ediyor. Ancak bu kez Bergama’ya göre daha kitlesel bir tepkiyle karşı karşıyalar. Bölgedeki 34 Belediye’nin de katılımıyla oluşturulan çevre platformu’nun 5 Nisan Cumartesi günü Çanakkale’de yaptığı mitinge on binlerce insan katıldı. Emperyalizm 93 yıl önce gemileriyle geçemediği Çanakkale’yi altın şirketleri ile geçmeye çalışıyor.
Muğla’da, Antalya’da ormanlarımız , denizlerimiz turizme kurban ediliyor.
Karadeniz’deki Fırtına Deresi, Artvin’deki barajların yarattığı doğaya zarar veren olaylar gibi Türkiye’nin her yöresinde yüzlerce olay var.
Son örnek ise yine yakınımızdan. Yenişehir’in Burcun Köyü’ne kurulacak çimento fabrikası. Köylüler kısa vadeli çıkarları için fabrikanın köylerine kurulmasını destekliyorlar. Çevreci kuruluş ve kişiler ise fabrikanın gelecekte yaratacağı tehlikeye dikkat çekerek uyarıyor ama dinleyen kim ? İktidar partisi şirkete tam desteğini vermiş, yerel ve bölge basınını da arkasına almış. Onlar kısa vadedeki karlarına, ceplerine girecek paralara bakıyor. Çok değil beş-on yıl sonra bölgede çıkacak sağlık sorunlarını düşünen yok…
Bu konularda yazılacak çok şey, söylenecek çok söz var.
Yargıyı sevmeyen, yargı kararlarına uymayan,her gün yargıyı eleştiren bir iktidar çoğunluğuna sahibiz. Onlar mı bu ülkenin doğasını, dağını, ormanını, gölünü, denizini düşünecek ? İktidar çoğunluğuna güvenerek Anayasa’yı yapboz tahtasına çevirenlere şimdi ben burada Anayasa’nın 43. ve 169. maddelerini yazsam “kara mizah” olur.
Gerçekten yazık oluyor bu ülkeye.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 09 NİSAN 08
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)