29 Ağustos 2008 Cuma

İLHAN BERK ANISINA...



Fotoğraf : Oğuz KURUM

***

1919

Ben dünyaya bir idare lambası altında geldim
Yeryüzü Birinci Dünya Harbi'ni yaşıyordu
Başımın üstünde mendil boyunda bulutlar vardı

Yunan Harbi'nde yanan şehirlerimizi bir dağdan seyrettim
O çadır çadır insanları askerleri esirleri
Arkalarında bir gömlekle kaçan halkımızı
İlk topu ilk tayyareyi gördüm
Anam kardeşim ve ben ayaktaydık
Kapanık dükkânlarıyla çarşılarımıza yağmur yağıyordu

Her sınıf insanıyla şehrim dağlara taşınmıştı

O yangından nehirlerimiz dağlarımız ve çeşmelerimiz kurtuldular

Yanmış ve yakılmış şehrimize bir akşamüzeri askerlerimiz girdi
Kursaklarında bir parça ekmekle insanlar ayaktaydı
O gün dünyayı ve insanları tanıdım
O gün ayağımın dibindeki şehirden ağlamayı öğrendim

İLHAN BERK

*
KEÇİYOLU


Bomboş oturdum rüzgarı dinledim
(yay burcundan dönen). Irmağın
dediklerine geçtim sonra.
Geçip gidiyordum beni görmüyordu
ot yüklü bir akşam, yarım bir
ay.

Arkamdan başını kaldırıp
bakmıştı yol.
(dikenler, gri otlar)

Kocamış bir suyum ben. Bana
ormanın sesini anlat. Sesini
çayırların.

Sessizlik. Hep bu sessizlik.

Keçiyoluna çıkarın beni.
Burda ölemem.

İLHAN BERK

*
AYRILIĞIN YÜREĞİ


Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak ‘a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrılıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.

Şimdi yaşamak istemiyor.

İLHAN BERK
*
NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM NE BÖYLE AYRILIKLAR


Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm

Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları

İLHAN BERK

25 Ağustos 2008 Pazartesi

TARİKATLAR VE DEMOKRASİ – 1 -

***
Bu sütunlarda 06 Ağustos tarihli “ Ormanları yak… İnsanları öldür… Sonra da “Takdir-i İlahi” de çık işin içinden… BU KADAR UCUZ MU ?” başlıklı yazımda ; Konya’nın bir beldesinde Süleymancılar tarikatına ait kaçak Kur’an kursunun yurt binasının çökmesi sonucu 18 kız öğrencinin ölümü ile ilgili olarak tarikatlar konusuna kısaca değinmiştim.

Yazımın o bölümünü bir kere daha tekrarlamak istiyorum :

“Anadolu’da bir çok belde ve köyde dini tarikatların egemenlik alanı içinde faaliyet gösteren yüzlerce Kur’an Kursu ve öğrenci yurtlarında ne eğitimi veriliyor ? Gencecik beyinlere sadece Kur’an öğretiliyor ve dini bilgi mi veriliyor ? Neden insanlar Kur’an öğrenmek için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurslarına değil de bu tarikat kurslarına gidiyor ? Bu kursları kim denetleyebiliyor ? Milli –Dini- Eğitim Bakanlığı mı, Valilikler, Kaymakamlıklar mı, Diyanet mi, Müftülükler mi ? Tarikatları denetlemek kimin haddine… Medya bu konuyu araştırıp, tartışabiliyor mu ? Son olayda bile 18 kız çocuğuna mezar olan sözde öğrenci yurdunun hangi tarikata ait olduğunu bile yazamayan medya mı araştıracak ve tartışacak ? Çöken binanın altında çocukları ölen aileler bile şikayetçi değil ve tarikatın adını kullanmak istemiyorlar. Sadece Takdir-i İlahi deyip geçiyorlar… Ve AKP hükümeti geçen yıl bu kaçak Kur’an kurslarına ceza verilmesini engelleyen yasa değişikliğini neden yaptı ? Gencecik çocuklarımızın yaşamı bu kadar ucuz mu ? Evet maalesef ucuz değil değeri bile yok… Aman Süleymancılar zarar görmesin…
Kimse ne Fetullahçılara, ne Nurculara, ne Süleymancılara, kısacası hiçbir tarikata dokunamıyor, onları eleştiremiyor… Tarikatlarla el ele, kol kola “Yola Devam…” Bu yol nereye gider diye soran da yok…Bize de “Yolunuz açık olsun…” demek düşer. “


Bu satırlardaki eleştirinin hedefinde ( Cumhuriyet Gazetesi’ni ve rahmetli Uğur Mumcu’yu ayrık tutarak ) biraz da ulusal medya vardı. Son yıllarda Türkiye’de örgütlenmeleri ve etkinlikleri çok ciddi boyutlara varan tarikatlar konusunu araştırmayan, tartışmayan, haberlerinde çöken yurt binasının hangi tarikata ait olduğunu bile yazamayan – söyleyemeyen ulusal medyada nihayet iki farklı ses çıktı.

Önce Vatan Gazetesi’nde Mehmet TEZKAN’ ın 11 Ağustos 08’de “Tarikatların etkin olduğu ülkede demokrasi olmaz!” ve 12 Ağustos 08’ de “Tarikatların gölgesinde göstermelik demokrasi! “ başlıklı yazıları yayınlandı. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’nden Özdemir İNCE, 06 yılında dizi olarak yazdığı yazılarını 20 Ağustos’tan itibaren köşesinde yeniden yayınladı. Son yazı bugün yayınlanmış olacak. Arkasından iki yılın sonunda yeni değerlendirmelerini okuyacağız.

Yazıların tamamını isteyen internet ortamında rahatlıkla bulabilir. Bu nedenle burada tekrarlayacak değilim.

Arapça’da “yol” anlamına gelen tarikat sözcüğü, başlangıçtaki sufinin Allah’a ulaşmak için izlediği mistik yolu ifade ederken XI. Yüzyıldan itibaren araya şeyhlerin, mürşitlerin ve rehberlerin girmesi ile yozlaşma başlamış ve bugüne gelindiğinde tarikatların artık tasavvufla ve dinle ilgisi kalmamıştır.

Benim bildiğim ve gözlemlediğim kadarıyla bugünün bütün dini tarikatları M.Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine karşıdır. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşı olan tarikatların ABD ve AB’nin emperyalist güçleri ile bağlantıları ise dikkat çekicidir.

1925 Şeyh Sait İsyanı’nın arkasında İngiltere’nin olduğunu tarikatçılar hariç herkes biliyor. 1925’te İngiltere’nin desteğiyle genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyan başlatanlar ile 10 yıldır ABD’de ikamet eden Fetullah Gülen arasında ne fark vardır ? Fetullah Gülen ABD’de 10 yıldır emekli vaiz maaşı ile mi yaşıyor ?
Bugünün tarikatlarını bize yeni sivil toplum örgütleri diye yutturmaya çalışan üniversite hocaları ve İslamcı yazarlar siz bizi aptal mı sanıyor sunuz ?

Benim görüşüme göre :
Bugünün güncel örgütü Ergenekon var ya hani her gün bir karanlık sayfası, karanlık ilişkileri sözde cılız ampullerle aydınlanıyor (?!) Türkiye’deki tüm dini kisveli tarikatlarının Ergenekon’dan bin bir beter karanlık ilişkileri var. Ergenekon’u tüm medya araştırıyor da bu tarikatları Uğur Mumcu’dan sonra kimse araştırmıyor, araştırmaya cesaret edemiyor. Tarikatlar bu ülkenin kara kutusudur. Medya araştırmıyor ama bir gün cesur yürek bir Cumhuriyet Savcısı çıkar da araştırır. Bakın o zaman ne karanlık ilişkiler ortaya çıkar… Ergenekon solda sıfır kalır.

Tarikatlar ve Demokrasi konusuna haftaya devam edeceğim. Ama tarikatlar konusu açılmışken Atatürk’ün şu sözlerini hangi koşullarda ve neden söylediğini bir kez daha düşünmenizi rica ediyorum.

Mustafa Kemal, 30 Haziran 1925 tarihinde şöyle konuşuyordu:

"Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile algılayacak ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin bundan böyle olgunluğa eriştiklerini kabul edeceklerdir."

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Hoşça kal komşu



*
HOŞÇA KAL KOMŞU

Hoşça kal komşu
Biz gidiyoruz
Hakkını helal et
Ölüm var kalım var
Bir daha ya görüşür ya görüşemeyiz
Bunca yıl komşuluk ettik
İyi günde kötü günde
Hep iyilik gördük sizden
Kötülük nedir bilmedik
Sağ olun

Kapılar açık
Güvercinlerimiz kaldı içerde
Yemlerini, sularını sen ver artık
Yolumuz uzun, yolumuz belirsiz
Bizi ayırdılar yuvamızdan
Biz onları ayıramadık

Deniz ötesiymiş gideceğimiz yer
Bilmeyiz havasını, suyunu
Bilmeyiz dilini, türküsünü
Biz gideriz çoluk çocuk
Aklımız, yüreğimiz burada kalıyor
Kocamın mezarındaki gülleri bu sabah suladım
Yolun düşerse ara sıra sen de sula sevaptır
Kurumasınlar, solmasınlar

Hoşça kal komşu hoşça kal
Biz gidiyoruz artık
Bolca su dök arkamızdan
Belki bir gün döneriz
Gel bir daha sarılayım sana
Ağlama ne olur
Al bu mendilim sende kalsın yadigar
Ağlama yeter, şimdi beni de ağlatacaksın
Hoşça kal komşu
Hoşça kal

19.08.08 – HÜSEYİN AY

18 Ağustos 2008 Pazartesi

AĞUSTOS SIKINTISI

*
Yazının başlığını tanınmış yönetmen Nuri Bilge CEYLAN’ ın 99 yılı yapımı “MAYIS SIKINTISI” filminden esinlenerek yazdım. O filmin tanıtım yazılarından birinde şöyle bir söz var :

“Kimse bize baharın sıkıntı verdiğini söylememişti. Öyle kolay bir alışkanlıktı ki baharla yaşama sevincini, umudu bir tutuvermek... Tıpkı sonbahar denilince aklımıza hüznün düşüvermesi gibi. Ve buna benzer daha ne çok şeyi hazır kalıplar içinde düşünüp, başka şeylerle özdeşleştirerek çabucak kabul ediveriyorduk!”

Tatil ayı olan Ağustos ayı hiç insana sıkıntı verir mi ? Hem de ülkenin en ünlü tatil yörelerinden biri olan Bodrum’da yaşayıp da sıkıntıdan söz etmek biraz ukalalık oluyor ama ne yapayım ki ben bu Ağustos ayından sıkılıyorum… Geçen yıl bu tarihlerde, bu gazetede, bu sütunda yazdığım yazıda bu sıkıntımı bakın nasıl ifade etmişim…

“ Ünlü şairlerimizden Hasan Hüseyin KORKMAZGİL, Haziran’da ölen şair Nazım Hikmet için yazdığı şiirinde “Haziran’da ölmek zor…” der. Benim için de Ağustos ortasında yazı yazmak çok zor…Çünkü benim için Ağustos ortası demek 17 Ağustos demek. 17 Ağustos da bana hep ölümü çağrıştırıyor…

Önce 17 Ağustos 99…Gölcük-İzmit-Sakarya-Yalova ve Değirmendere’de 25 binden fazla vatandaşımızı kaybettik… İlk yıllarda çok konuşuldu, yazıldı ve ne yazık ki deprem gerçeğini çok çabuk unuttuk. Ulusal Deprem Konseyi’ni bile kapattık. Yeni bir felakete kadar… Bu unutkanlık, duyarsızlık, tedbirsizlik üstüne değil bir yazı ciltler dolusu kitap yazsanız kimin umurunda.

17 Ağustos’un benim için bir de özel anlamı var. 2000’in 17 Ağustos’unda babamı, 2006’nın 17 Ağustos’unda da annemi kaybettim. İkisi de yaşamdaki birlikteliklerini ölüm tarihlerinde de birleştirdiler. Şimdi İznik mezarlığında yan yana huzur içinde yatıyorlar.

17 Ağustos 99’da depremde yaşamını yitiren tüm yurttaşlarımızı da, babamı ve annemi de sevgi ve saygı ile anıyorum.

Ne yazık ki ölenle ölünmüyor…Yaşam devam ediyor”


Bu yazıyı 18 Ağustos sabahı yazıyorum. Yani dün 17 Ağustos’tu…

Benim Ağustos sıkıntım biraz bireysel bir sıkıntı. Ama Nuri Bilge Ceylan’ın tanımıyla “ güzel ve yalnız ülkemin” sıkıntıları ve dünyanın sıkıntıları hiç de öyle değil. Kendi sıkıntılarımın dışında bu sıkıntılara da kısaca değineyim istedim…

Örneğin İstanbulluların geçen hafta yaşadığı Ahmedinejat sıkıntısı. Komşu Devlet İran’ın İslamcı Cumhurbaşkanı Ankara’da Anıtkabir’de Atatürk’le yüzleşmesin diye İstanbul’a çağırıldı (neden çağırıldıysa…) ve olağanüstü güvenlik önlemleri ile İstanbullulara unutamayacakları bir Ağustos sıkıntısı yaşatıldı. Daha önce İstanbullulara 1 Mayıs sıkıntısı yaşatan İstanbul’u yönetmekten aciz valisi de İstanbullulardan anlayış bekliyor…

Komşularımızdan Gürcistan’da ise halk savaş sıkıntısı yaşıyor bu Ağustos sıcaklarında. ABD ile Rusya eski günlerde olduğu gibi bu bölgedeki petrolün paylaşımı için birbiriyle restleşmekte. Sanırsın ki dünya savaşı çıkacak. Bir başka komşumuz Irak’a demokrasi getireceğim diye terör götüren Bush giderayak Gürcistan’da da bir çılgınlık yapabilir.

Evrensel bir sıkıntı olan iklim değişikliği, kuraklık (göller nehirler bir bir kuruyor, bu genel kuraklıktan İznik Gölü’de nasibini alıyor) sonucu insanlığı bekleyen açlık sorunu ise sıkıntıların en büyüğü.

Yazının başında geçen yılki yazımdan alıntı yaptım. Bu yazının sonunu da geçen yılki yazımın son cümleleri ile bitireyim de sizi daha fazla sıkıntıya sokmayayım.

“Bir yanda depremler, bir yanda kuraklık, susuzluk, bir yanda orman yangınları…
Bir yanda insana, doğaya, çevreye, bilime duyarsız yöneticiler…

Gel de Ağustos ortasında kolay okunur, neşeli yazı yaz. Dedim ya dostlar Ağustos’ta yazı yazmak gerçekten zor…”


İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 AĞUSTOS 08

11 Ağustos 2008 Pazartesi

AKP YOLA DEVAM EDİYOR !

*
14 Mart 08 tarihinde Yargıtay Başsavcısı AKP hakkında “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu savıyla kapatma davası açtığında neredeyse küçük kıyamet kopmuştu. Başta AKP yandaşı dinci-gerici medya ile eski solcuların liberal faşist medyası “ Yargı Darbesi” başlıkları atıp Yargıtay Başsavcısı’nın şahsında eleştiri sınırlarını aşıp hakaret ve tehditlerle tüm yargıyı karalama kampanyası açtılar. AKP destekçisi ABD ve AB ‘ nin siyasileri de bu koroya katılınca kapatma davası çok önem kazandı. Sandıktan yüzde 47 oy alarak iktidar olan bir parti 9 ay sonra kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştı. AKP de yalakalar korosunun gazıyla Sayın Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesini ciddiye almıyor ve “ Google İddianamesi “ olarak tanımlıyordu…

O günlerde bu konu ile ilgili görüşlerimi açıklamak için iki yazı yazdım. 19 Mart tarihli “Hukuk ve Demokrasi” başlıklı yazımı 26 Mart tarihinde “Ankara Bağdat Olmadan AKP KAPATILMALIDIR ! “ başlıklı yazım izledi.

Anayasa Mahkemesi, yukarıda sözünü ettiğim yalaka medyanın daha önce açıklanan türban kararından sonra iyice dozu artan hakaret ve tehditlerine aldırmayıp görevini yaptı ve 30 Temmuz tarihinde kararını verdi. AKP’lilerin ve yandaş medyasının sevincine diyecek yoktu. Bir havai fişek atmadıkları kaldı. Belki onu da yapmışlardır da benim gözümden kaçmıştır. Başbakanın ve diğer AKP’lilerin ilk sözleri : “ Durmak Yok ! Yola Devam !

AKP ve yandaşları partinin bir oyla kapatılmaması karşısında bayram yaparken ve “yola devam” çığlıkları atarken sanki Anayasa Mahkemesi partilerini kapatmamakla partilerini aklamış olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden biri hariç ( Başkan Haşim Kılıç) 10 üyesi AKP’nin “Google İddianamesi” diyerek küçümsediği Yargıtay Başsavcısı’nın İddianamesini ve delillerini ciddiye almış ve AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu açıkça saptamıştır. Yani AKP suçlu bulunmuştur ama sadece idam edilmemiştir.

Şimdi gelelim şu “yola devam…” meselesine. AKP’nin devam ettiği yol nasıl bir yoldur ? Bu yol AKP’yi ve Türkiye’yi sizce nereye götüren bir yoldur ? Beş yıl önce yüzde 34, beş yıl sonra yüzde 47 ile seçim kazandıktan sonra partiyi kapanma noktasına getiren aynı yolda yürümeye devam edeceklerse vay Türkiye’nin haline… Bu yolun karanlık bir yol olduğu ve yolun sonunun çıkmaz sokak olduğunu sadece Yargıtay Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesi saptamakla kalmamış bir çok aklı başında insan görmüştür ve anlamıştır.

AKP’nin yürümeye devam etmek istediği yol yukarıda da değindiğim gibi karanlık ve çıkmaz sokakla biten bir yoldur. AKP’nin amblemi olan ampul bu karanlık yolu aydınlatmaya yetmez. AKP uyarılara karşın Vakit ve Taraf Gazeteleri gibi yalakaların gazı ile bu karanlık yolda ilerlemeye devam edecekse eninde sonunda ya bir dipsiz çukura düşecek ya da bir duvara toslayacaktır.

AKP kurmayları batıya giden bir gemide doğuya doğru koşan bir şaşkın yolcu gibi davranıp karanlık yollarda yürümekten bir an önce vazgeçmelidirler. Son olarak Genel Başkan Yardımcısı unvanını taşıyan Edibe Sözen gibi hazırladıkları saçma sapan yasa tasarılarıyla kendilerine yol aramak ve tepkiler karşısında geri adım atmak yerine yüzde 47’nin hakkını vererek iktidar olmalıdırlar. Tüm toplum kesimlerini kucaklayarak, demokrasinin gereği herkesle uzlaşarak, türban özgürlüğünden başka özgürlüklerinde olduğunu anımsayarak, Cumhuriyetin temel ilkelerini savunarak, orman yangınlarına neden olan şu 2B ısrarından vazgeçerek, yargıya saygılı olarak aydınlık bir yolda yürümelidirler. Gerçi bunları AKP’nin şimdiki kadrolarından beklemenin ham hayal olduğunu ben de biliyorum.

Anlaşıldığı kadarıyla onlar cılız ampulleri ile karanlık yollarda yürümeye devam etmek istiyorlar. Bir partinin Anayasa Mahkemesi’nin uyarı tabelasını göremeyecek kadar kör Vakit ve Taraf Gazetesi gibi kargadan kılavuzları varsa gideceği yol bellidir.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 13 AĞUSTOS 08

3 Ağustos 2008 Pazar

Ormanları yak…İnsanları öldür…Sonra da "Takdir-i İlahi" de çık işin içinden...BU KADAR UCUZ MU ?

*
Geçen hafta Türkiye’de felaketler haftasıydı…Gerçi Türkiye’de felaket hiç bitmiyor ama geçen hafta hepsi üst üste geldi.

Önce Pazar akşamı Güngören’de terör iş başındaydı. Güngören’de sıcak geçen bir Pazar gününün akşamında serinlemek için kendini dışarı atan insanlar; Masum insanları hedef alan terör bombasının kurbanı oluyordu. Sonuç : 18 ölü ve yüzlerce yaralı.

Sonra insan tacirlerinin bir TIR kasasında taşıdıkları ve havasızlıktan ölen 14 insan cesedinin tarlaya atılmış fotoğrafları çıktı ortaya. Onlar ABD emperyalizminden – ya da ABD tipi özgürlükten- kaçan doğunun yoksul insanlarıydı. Bu kaçış sırasında ya küçücük teknelerle denize bırakılıyor ve cesetleri denizden toplanıyor ya da TIR kasalarında havasızlıktan ölüyor ve cesetleri tarlalara atılıyor.

Ardından Antalya’dan gelen ve bu yazının yazıldığı tarihte halen dört gündür devam eden orman yangın haberleri ve görüntüleri yürek yakıyor.

Bitmedi… Konya’nın dağlık bir beldesinde kaçak Kur’an Kursunun yurt binasından 11-16 yaşları arasında 18 kız çocuğunun cesedi çıkarılıyor ve gecenin karanlığında toprağa veriliyor.

Bu dört felaket haberinin üç ortak noktası var. Birincisi bizim yönetici diye bildiğimiz insanların ve olayın mağdurlarının olayı açıklayış biçimleri. Takdir-i İlahi… İkincisi ise adına ulusal medya dediğimiz gazeteler ve televizyonların olaya yaklaşım biçimleri. Bu felaket olaylarının nedenlerini tartışmak, araştırmak yerine sadece duygu sömürüsü yapmak. Üçüncüsü de bu olaylarda kimsenin sorumluluk almaması, kimsenin yargıda hesap vermemesi.

Ergenekon denilen ucubenin ve garabetin açılan davasında duruşmalar henüz başlamamışken yargılamayı siyasi arenada başlatan siyasiler ile yargılamayı her gün televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında sürdüren medya iddianamedeki bir ifadeyi gerçekmiş gibi tartışıyor ve hüküm veriyor. Ama aynı siyasiler ve medya 21 Ağustos 06’da benim yaşadığım Mazı Köyü’nde çıkan büyük orman yangının nedenlerini ve sonuçlarını araştırmadı, tartışmadı. Daha sonra Mersin, Antalya, Muğla illerinde çıkan hiçbir orman yangınını da araştırmadı, tartışmadı ve unutuldu gitti. Aynı şey Antalya’da devam eden yangınlara da uygulanıyor. Sadece felaket görüntüleri, sahte bir “vah… vah…” ve Takdir-i İlahi…

Bu yangınların çıkmasına neden olan TEDAŞ ’ın durumunu kimse tartışmıyor. Özelleştirme adı altında birilerine peşkeş çekilen bu kurum özelleştirildiğinden beri elektrik dağıtım şebekesinin bakım, onarım ve yenilemesi için beş kuruşluk yatırım yapmadı. Dağıtım şebekesi dökülüyor. Özellikle de ormanlık alanlarda ve bu alanlara yakın bölgelerdeki tarım arazilerinde sayısız yangınların çıkmasına bu bakımsızlık, tedbirsizlik ve sorumsuzluk neden oluyor. Beyler sadece kasalarını doldurmakla meşgul. Bu yangınlarda TEDAŞ kadar, bu kurumu özelleştirenler, bu kurumu denetlemeyenler, bu kurumu eleştirmeyenler de suçludur.

Bu yangınların diğer bir suçlusu da Anayasa gereği ormanları korumakla görevli olan ama görevini yapmayan Orman Bakanlığı ve teşkilatıdır. Bu konuda yazılacak, söylenecek çok şey var. Bu konuyu isteyen herkesle tartışmaya varım.

Orman yangınlarında durum böyle de yıllardır acımasızca süren insan ticaretinde durum farklı mı ? Bu insan tacirlerinin elinde şimdiye kadar kaç kişi öldü ? Bu yoksul insanların ticaretinden, ölümlerinden kim yakalandı, kim yargılandı, kim ceza çekti ? Hangi AB Devleti tedbir aldı ? Yetkilileri tedbir almaz, medyası tartışmaz…Mağdurları Takdir-i İlahi der… İnsan yaşamı bu kadar ucuz mu ? Evet, maalesef ucuz…

Anadolu’da bir çok belde ve köyde dini tarikatların egemenlik alanı içinde faaliyet gösteren yüzlerce Kur’an Kursu ve öğrenci yurtlarında ne eğitimi veriliyor ? Gencecik beyinlere sadece Kur’an öğretiliyor ve dini bilgi mi veriliyor ? Neden insanlar Kur’an öğrenmek için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurslarına değil de bu tarikat kurslarına gidiyor ? Bu kursları kim denetleyebiliyor ? Milli –Dini- Eğitim Bakanlığı mı, Valilikler, Kaymakamlıklar mı, Diyanet mi, Müftülükler mi ? Tarikatları denetlemek kimin haddine… Medya bu konuyu araştırıp, tartışabiliyor mu ? Son olayda bile 18 kız çocuğuna mezar olan sözde öğrenci yurdunun hangi tarikata ait olduğunu bile yazamayan medya mı araştıracak ve tartışacak ? Çöken binanın altında çocukları ölen aileler bile şikayetçi değil ve tarikatın adını kullanmak istemiyorlar. Sadece Takdir-i İlahi deyip geçiyorlar… Ve AKP hükümeti geçen yıl bu kaçak Kur’an kurslarına ceza verilmesini engelleyen yasa değişikliğini neden yaptı ? Gencecik çocuklarımızın yaşamı bu kadar ucuz mu ? Evet maalesef ucuz değil değeri bile yok… Aman Süleymancılar zarar görmesin…

Kimse ne Fetullahçılara, ne Nurculara, ne Süleymancılara, kısacası hiçbir tarikata dokunamıyor, onları eleştiremiyor… Tarikatlarla el ele, kol kola “Yola Devam…” Bu yol nereye gider diye soran da yok…Bize de “Yolunuz açık olsun…” demek düşer.

Güngören’deki teröre ise dolaylı-dolaysız destek olanlara söyleyecek söz bulamıyorum. Terörden medet umanlar, teröre taraf olanlar Güngören’de terör bombası ile ölenler de mi Takdir-i İlahi sonucu öldüler ? İnsan yaşamı bu kadar ucuz mu ? Ucuzluk ne kelime Türkiye’de insanın ne değeri var…Ne de insanlığın adı var…

Vah benim güzel ama sahipsiz, yalnız, yöneticisiz, demokrat (!) ve özgür (!) ülkem…


İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 06 AĞUSTOS 08