24 Şubat 2008 Pazar

BAHAR

*

Bir hafta önceki yazımın başlığı “KAR ve YAŞAM ÜZERİNE…” idi ve İstanbul’da karlı bir Pazar sabahı yazılmıştı.

İznikli okurlarımın yazımı okudukları Çarşamba günü akşamı İstanbul’un karını,kirini,karmaşasını,sıkıntısını arkamda bırakıp köyüme geldim.

Perşembe sabahı kuş sesleri ile uyandım.Çevrem yeşil-beyazdı. Buraya da mı kar yağmış ne diye düşünmeye kalmadan bahçelerdeki ve zeytinlik aralarındaki beyazlığın kardan değil papatyalardan olduğunu anladım. Burada kar yoktu, bahar vardı bahar…Üç aydır özlediğim kırlara attım kendimi. Gerçekten her taraf papatyadan bembeyazdı. Arada sarı papatyalar da vardı. Yer yer rengarenk anemonlara (kır laleleri) rastlanıyordu. Katır tırnakları da sarı sarı açmaya başlamıştı. Bademlerin bir kısmı çiçekte, bir kısmı ise çiçeğini dökmüş yapraklanmaya ve çağlaya durmuştu.

Bu Anadolu coğrafyası ne mükemmel bir coğrafyadır. Bir yanda kar,buz.Bir yanda bahar…Ülkemizin tarihi de,coğrafyası da imrenilecek kadar zengin. Ancak…

İşte bu “ancak…” kelimesi ile başlayan cümleler kurulmaya başladı mı işler değişiyor. Tarihi ve coğrafyası bu kadar zengin bir ülkenin insanlarının da mutlu ve huzurlu olması gerekir değil mi ? Nerede o mutluluk ve huzur ?

Sokaktaki insan mutsuz,huzursuz,karamsar. Kimsenin yüzü gülmüyor.

Yöneticilerimiz farklı mı ? Akşam haberlerinde Başbakanı izleyin anlarsınız ne halde olduklarını. Bir öfke,bir sinir…Herkese bağırıp çağırmalar. Sayın Başbakan son günlerde bir de yeni kavram ortaya attı ki yazarlar ve bilim adamları onu tartışıyor şimdilerde. Neymiş ? Öfke bir hitabet sanatı imiş…Vay be… Daha neler görüp,neler öğreneceğiz…

Ordu Kuzey Irak’ta…Kara harekatı başladı…Televizyon ana haber sunucuları sıfır noktasından naklen yayında…Eski askerlerin hepsi birer terör ve harekat uzmanı. Şehit cenazeleri gelmeye başladı. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Analar,babalar,gelinler,çocuklar ağlıyor. Televizyonlar,gazeteler bu acıları malzeme yapıyor.

Türkiye’nin gündemine harekat girmişken Cumhurbaşkanı aynı saatlerde on gün beklettiği Anayasa’daki türban değişikliklerini onaylıyor. Bir de koltuk ve yüzde hesabı yapıyor… Sanırsın ki bu hesaba göre çoğunluğun yaptığı her iş yasaya,Anayasa’ya uygun.

Bu arada Tuzla tersanelerinde işçiler ölüyor.

Yeni Sosyal Güvenlik Yasası ile çalışanların ve emeklilerin kazanılmış hakları geriletilirken,milletvekillerine kıyak emeklilik getiriliyor.

2B arazisi olarak adlandırılan ormanların satışı için hazırlıklar devam ediyor.

Cargill’in yeni af yasası da komisyonlarda hazırlanıyor. Bir milletvekili,Bursa’nın,Türkiye’nin sorunlarını bırakmış Cargill affını tekrar çıkarmak için çalışıyor…Sanırsın ki Cargill milletvekili…

Türkiye’de bunlar olurken dışarıda neler oluyor ?

17 Şubat’ta Kosova bağımsızlığını ilan ediyor. Avrupa’nın bir devleti daha oluyor. Kosovalı Arnavutlar sokaklarda ABD ve AB bayraklarıyla zafer şarkıları söylüyor. İlk tanıyan ülkelerden bir de Türkiye.

Sırplar öfkeli. Ortalığı ateşe veriyorlar.Balkanlar yine yanıyor…Balkanlar yine kaynıyor…Haydi hayırlısı.

Bu yazıyı yazarken Muammer Ketençoğlu’nun “Balkan Yolculuğu” isimli müzik CD’sinden hareketli,öfkeli,neşeli,acılı her dilden Balkan türkülerini dinliyorum.

Balkanlar benim Anadolu’dan sonra tarihine,coğrafyasına,kültürüne en çok ilgi duyduğum bir bölgedir.Bu nedenle Balkanlar üzerine yazmak istediğim çok yazı konusu var.Balkanlarla ilgili okuduğum bir yazıdaki değerlendirmeyi özellikle son cümlenin altını çizerek sizinle paylaşmak istiyorum.

“Tarih boyunca Avrupa'nın hiçbir bölgesi Balkan yarımadası kadar saldırı, istila ve işgale uğramamıştır. Bölge Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Sırplar, Türkler, Avusturyalılar ve daha başka uluslar tarafından uzun yıllar boyunca yönetildi. Balkanlar'ın yerli halkı olan topluluklar kısa süreli dönemler hariç tarih boyunca hep başka milletlerin idaresi altında yaşadılar.”

Bağımsızlığını (!) ABD ve AB emperyalizmine borçlu olan 10 günlük Kosova Devleti’nin Balkanların tarihine nasıl bir katkısı ve etkisi olacağını ileriki günlerde ve yıllarda göreceğiz.

Bu haftalık da bu kadar…Dışarıda bahar güneşi, papatyalar ve kır laleleri beni çağırıyor.

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 27 ŞUBAT 08

18 Şubat 2008 Pazartesi

KAR ve YAŞAM ÜZERİNE…

*

Bu sabah kar var İstanbul’da… ”Bu sabah yağmur var İstanbul’da…” diye başlayan bir şarkı aklıma düştüğü için Pazar günü yazdığım bu yazıya böyle başladım. Bu kez meteorolojinin tahmini tuttu ve bu Pazar sabahı İstanbul karlı bir güne uyandı .Gün boyu süren kar yağışının sonuçlarını haberlerden izliyoruz. İstanbul kara teslim oldu… Yarın okullar tatil…İstanbul-Edirne yolu kapandı…

Eskiden beri söylenir. İstanbul’a kar yağınca Anadolu’ya kış gelir. Bu bizim medyaya ince bir eleştiridir aslında. İstanbul merkezli medya ancak İstanbul’a 5 cm kar düştüğü zaman Anadolu’daki kışı hatırlar. Bu kez hem İstanbul hem Anadolu kar altında. Sadece İstanbul-Edirne değil,Bursa-Ankara,Ankara-Konya gibi ana yollar da kapalı. Yüzlerce tali yol ve binlerce köy yolu da kapalı… Kar yağdı böyle oldu.

Kar yağışı her insanda farklı duygular uyandırır. Kar yağışı büyük kentin çocukları için tatildir,eğlencedir. Kardan mahsur kalan dağ köylerindeki çocuklar için öylemidir ?

Kar yağışı büyük kentlerin yaşam sıkıntısı olmayan insanları için kayak merkezlerine gitme fırsatıdır. Onlar için bazı televizyonlar Uludağ’ın,Kartalkaya’nın,Palandöken’in kar kalınlıklarını verir. Ya büyük kentlerin sokaklarında yatan insanları,çocukları,evsizleri için kar yağışı ne anlama gelir ?

Ya dağ köylerinde aylarca kardan mahsur kalan insanlarımız…Onların hastaları,onların çocukları için kar ne anlama gelir ? Siz hiç kardan mahsur kaldınız mı ? Soğuktan donarak ölme tehlikesi geçirdiniz mi ? Bu satırı yazarken 70-71 yılı kışında Bolu’nun Göynük ilçesinde kar yüzünden bir hafta mahsur kalışımı anımsadım…

O anılarımın içinde evden bozma bir okulun öğretmen ve öğrencileri de var. Kapısından,penceresinden içeri giren kar fırtınasına karşılık bir petrol bidonundan yapılmış sobanın etrafına toplanmış soğuktan titreyerek ders yapan 9-10 öğrenci ve bir öğretmen…Dışarıda bir metre kar. Ama ne kar tatili var,ne de kayak yapan çocuklar…

Şimdi dışarıda yağan karı seyrederken bambaşka şeyler düşünüyorum. Küresel ısınmayı. Büyük kentlerin bomboş kalan barajlarını,susuz,kurak geçecek bir yazın yaratacağı sıkıntıları.

Kar uzun süre yağarsa,toprağın üstünü beyaz bir örtü ile kaplarsa bir çok çirkinliğin de üstünü örter. Karın getirdiği bu örtünün üstünde kimi insanlar eğlenir,kimi insanlar acı çekerken bazı sorunlar geçici süre unutulur… Ama bu uzun sürmez. Havalar ısınır,karlar erir,okullar açılır,barajlar dolar,yollar açılır ve sorunlar ortaya çıkar. Kış geçer,bahar gelir,karla örtülü kalan topraklarda rengarenk bahar çiçekleri açar…

Dışarıda kar yağarken tüm Türkiye karla örtünürken bir başka düşünce geliyor aklıma… Toprak beyaz karla örtünürken Türkiye’nin kadınları siyah çarşafla örtünmenin hazırlığı içinde. Türban tartışması ile başlayan süreç ne yazık ki tüm kadınlarımızın siyah çarşafla,peçeyle,burkayla örtünmeye zorlanması ile sonuçlanacak gibi görünüyor.

Bahar gelecek toprak beyaz kar örtüsünü atacak. Yaşam çiçeklerle renklenecek. Çok da güzel olacak… Acaba diyorum bu türbanla,siyah çarşafla örtünen kadınlarımız da bahar gelince türbanlarını,çarşaflarını atıp çiçekler gibi ortaya çıkar mı ? Ülkemizin üstüne kara kış gibi,karabasan gibi siyasilerce örtülmek istenen bu türban sorunu bahar gelince ortadan kalkar mı ? Keşke,keşke öyle olsa…Ülkemizin kadınları da tüm dünyadaki kadınlar gibi bahar çiçekleri gibi açılsalar…

Özgürlük türbanda,siyah çarşafta değil bahar rüzgarında dalgalanan saçlardadır. Kışı severim baharın habercisi olduğu için… Başını örten kadını severim baharda saçını açacaksa,özgürlüğü siyah çarşafta değil bilimde,sanatta arayacaksa…

Kar yağarken ben bunları düşündüm…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 20 ŞUBAT 08

10 Şubat 2008 Pazar

BİR PAZAR YAZISI : TÜRBANDAN SANATA-RESİMDEN ÇİNİYE…

*
Daha önce yazdım. Burada ve Blogumda yayınladığım haftalık yazılarımı genellikle Pazar sabahları gazeteleri okuduktan sonra yazıyorum. Ulusal ve bölge basınında çok ünlü ve çok ciddi yazılar yazan arkadaşlar Pazar günleri nispeten hafif,kolay okunan,gülümseten yazılar yazıyorlar.Bu hafta ben de onlara özendim.

Biraz önce okuduğum gazetelerden bir haberin başlığını ve Le Monde gazetesinden “Türban Nasıl Bağlanır ?” başlıklı bir haber fotoğrafını internetten kopyalayıp sizinle paylaşmak istiyorum.

Sonra da size ünlü ressamımız İbrahim BALABAN’ı tanıtan bir yazıyı ve O’nun İstanbul’daki son sergisi ile ilgili izlenimlerimi paylaşacağım.

Herkes ilkokul ve ortaokul tarih kitaplarından anımsar. Osmanlı’nın son döneminde dünya Türkiye’yi “hasta adam” olarak tanıyordu. O hasta adam tarihteki yerini alırken onun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti’ni 85 yıl sonra türbanla kafayı bozmuş ve kendi kendi ile kavgaya tutuşmuş garip bir ülke olarak ibretle izliyorlar… Düştüğümüz bu duruma sevinenler çoğunlukta. Dalga geçenler ve kışkırtanlar da var.

Seçimlerden önce Türkiye’yi AB’liğine biz sokarız diyen AKP ile en keskin AB karşıtı MHP sadece türban konusunda anlaşmakla kalmadılar. Türkiye’yi kavgaya,bölünmeye,karanlık günlere götürme konusunda da anlaştılar… 9 Şubat 08’de “Karanlık Günler” başlamıştır…

*

Dünya türban değişikliğini tartışıyor

WASHİNGTON/NEW YORK/LONDRA/PARİS/MADRİD/BONN(ANKA)

Türban değişikliğinin onaylanması dünyanın gündemine oturdu. Dünya medyası, “İslamcı hükümet, laik devletin direklerinden birini kırdı”, “Parlamento, muhafazakar İslam’ın yükselen etkisini kabul etti”, “Parlamento, son bir kavga için sahneyi hazırladı”, “Ordu sessiz kaldı”, "Tarihi karar", “Laiklere meydan okudular” gibi yorumları yaptı.” (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/8202556.asp?gid=229&sz=13272)

*




Türban Nasıl Bağlanır ?

http://istanbul.blog.lemonde.fr/


*

Türkiye’de yaşayan,okur yazar insanlar İbrahim BALABAN’ın adını “köylü ressam” olarak duymuşlardır.Bugün 87 yaşında bir delikanlı olan hemşerim İbrahim BALABAN’ın yaşam öyküsünü okumaya davet ediyorum sizi.

İbrahim Balaban (1921, Bursa, - *). Ressam, yazar.
1921'de Bursa'nın Seç köyünde dünyaya geldi. Doğduğu köyün 3 yıllık okulunda eğitim gördü. 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken hint keneviri yetiştirmek suçundan cezaevine girdi, böylece ilk defa köyünden dışarı çıktı. Cezaevinde kendini avutmak için resim çizmeye başladı. Resimlerini zeytinyağına batırdığı renkli kalemlerle yapıyordu. Altı ay hapis ve üç ay da para cezasına çarptırılmıştı. Ancak para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kaldı. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkumun saldırısına uğrayan Balaban, cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürdü ve yeniden cezaevine girdi. 1942 ile 1945 ve 1948 ile 1950 yılları arasını Bursa Cezaevi'nde geçirdi.
Balaban, Bursa Cezaevi'nde kendisinden 20 yaş büyük olan Nazım Hikmet Ran'la tanıştı. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı ve gelişti. Nazım Hikmet, Orhan Kemal’i hikayeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istiyordu. İbrahim Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi-politik konularında pratik bilgiler edindi. Ressam, Nazım Hikmet'li günlerini ileriki yıllarda yazdığı Şair Baba ve Damdakiler kitabında anlatmıştır.
Balaban, “Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu, yani sanatsal biçimini oluşturur. “ kuramını ortaya koyduktan sonra yaptıklarını sanat olarak değerlendirmeye başladı ve ilk sergisini 1953'te İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi'nde açtı. Sonraki yıllarda hem Türkiye'de, hem de yurtdışında pek çok sergi açtı. 1961'de Yeni Dal Grubu sergisindeki bir tablosundan dolayı yargılandı, ancak aklandı. Yine 1968'de Gazi Dergisi'nde basılan bir tablosundan dolayı yargılandı; ondan da aklandı. 1969’da Adana’da sergilediği resimleri saldırıya uğradı.
Resim eleştirmenleri kendisini "Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten ressam" olarak tanımlarlar. Balaban, sanat hayatını Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük gibi dönemlere ayırır. Önceleri köy yaşamının yoksulluğunu, köylü üretim araçlarını resmeden sanatçı, giderek destanlara, halk inançlarına, kahramanlarına, söylencelere, mitolojiye uzanır. Giderek kente göçü, kentteki yaşam ve demokrasi mücadelesini ele alır. Son dönemde Anadolu Erenleri ve Bereket Anaları'nı resimler.
Kendisi aynı zamanda yazar olup, yayımlandığı çeşitli kitapları bulunmaktadır.
Ressam, son olarak desen çalışmalarını 2005'te İstanbul'da sergilemiştir.
Hapiste birlikte yattığı Nazım Hikmet de, onun bir tablosundan etkilenerek şu dizeleri yazacaktır: "İşte seyreyle gözüm, işte insan / Dağın, taşın, kurdun efendisi. / İşte poturunda yamalar, / İşte karasaban, / İşte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarıyla öküzleri..."
İlk evliliğinden iki erkek, bir kız çocuğu ve dört torunu vardır. 1955 doğumlu oğlu Hasan Nazım Balaban da kendisi gibi ressamdır.”
(http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0brahim_Balaban)

*
İşte bu ünlü ressamımız İbrahim BALABAN bir ilke daha imza attı. Geçen yıl İZNİK MAVİ ÇİNİ ile ortak bir projeyi yaşama geçirdiler. Anadolu kültürünü ve insanını kendine özgü tarzı ile resim sanatında yaşatan İbrahim BALABAN bu resimlerini tarihi İznik çinilerine de işleyerek ölümsüzleştirdi. İznik Mavi Çini’nin yetenekli emekçilerinin özverili ve özenli çalışmaları ile ortaya çıkan bu güzel eserlerin bir kısmını imalat aşamasında görmüştüm.

Geçtiğimiz Cuma günü bu eserleri toplu olarak İstanbul Teşvikiye’deki Doruk Sanat Galerisi’nde halen süren sergide görme şansına eriştim. Sergiyi gezerken bir an kendimi Barselona’daki Picasso Müzesi’nde hissetim. Sanat adına,kültür adına,tarih adına,Balaban adına,İznik Çinisi adına heyecanlandım,hüzünlendim ve umutlandım.

01 Şubat’ta açılıp 14 Şubat’ta kapanması düşünülen bu keyifli sergi talep üzerine 10 gün daha uzatılacaktır. Tüm İzniklilere ve sanatsever dostlarıma izlemelerini öneriyorum.Bu sergide sergilenen eserlerinden ikisinin fotoğrafını sizlerle paylaşıyorum.










İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ - 13 ŞUBAT 08

3 Şubat 2008 Pazar

TÜRBANSIZ YAZI,TUZSUZ YEMEK,BİLİMSİZ ÜNİVERSİTE...

*
TÜRBANSIZ YAZI,
TUZSUZ YEMEK,
BİLİMSİZ ÜNİVERSİTE…
*
3 Şubat 08 Pazar sabahı…Her zaman yaptığım gibi haftalık yazımı yazmak için bilgisayarımın başına oturdum. İki haftadır “türban” yazıyorum ya yeter artık bu hafta türbansız bir yazı yazayım diye düşünüyorum. Ama ne mümkün…Dün akşam televizyon haberlerine baktım. Ağzını açan “türban” diyor. Bugünün gazetelerine bakıyorum. Türbandan başka bir şey yok…

Türbana karşı olanlardan 126 bin 500 kişi dün sadece Anıtkabir’de toplanmış. Ayrıca 17 kentte daha türban karşıtı gösteri yapılmış. Ankara,İstanbul,Konya ve Antalya’da ise 50-100 kişilik gruplar türbanı savunmuş. Türban konusunda görüşlerini açıklayan üniversite rektörlerinden oluşan Üniversiteler Arası Kurul’ (ÜAK) bildirisine karşı üniversitede türbanı savunan öğretim üyelerinin sayısı 1300’e çıkmış. Gazete haberlerine göre üniversitede türban olayı Aziz Nesin’in çocuklarını da bölmüş. Ali Nesin türbana destek imzası atarken Ahmet Nesin ağabeyine bir mektup döşenmiş ve onu eleştirmiş. Ali Nesin 1993’te Sivas Madımak’ta babası Aziz Nesin’in neden ve kimler tarafından yakılmak istendiğini unutmuş anlaşılan. Gazetelerde ayrıca yüzlerce köşe yazısı,siyasilerin demeçleri…Toplum ikiye bölünmüş durumda. Türban taraftarları-türban karşıtları…

Gel de bu koşullarda türbansız bir yazı yaz. Geçekten ne mümkün…Bu tuzsuz yemek yapmak gibi bir şey olur…Tuzsuz yemek de gerçekten tatsız olur. Ben de tuzsuz yemeği hiç sevmem doğrusu.

Geçen hafta da dediğim gibi sadece bu türban konusunda o kadar çok yazılacak husus var ki…Hangi birini yazacaksın,söyleyeceksin…

Türkiye olarak biz neyi tartışıyoruz ? Birkaç yüz türbanlı öğrenci üniversiteye girsin mi girmesin mi ? Bu arada “özgürlük”,”demokrasi” kavramları da havada uçuşuyor. Herkes aklına geldiği gibi özgürlük,demokrasi tanımları yapıyor. Bu kavramlardan biri de “inanç özgürlüğü”…Özgürlüğü savunan bir insan nasıl inanç özgürlüğüne karşı çıkar ? Başkasını bir kenara bırakayım,kendimden örnek vereyim. Her türlü özgürlüğü savunan ben inanç özgürlüğüne karşı çıkabilir miyim ? Elbette karşı çıkamam.İnanan insanların inanç özgürlüğünü sonuna kadar savunurum. İnananların inandıkları gibi yaşama hakkı da vardır. İnanç nerede yaşanır ? İnanç evde yaşanır,inanç ibadethanede yaşanır,inanç bir ölçüde sokakta yaşanır…Aynı şekilde inançsızların da yaşama hakkı vardır.

Hangi inançta olursa olsun herkes inancını evinde yaşayabilir. Evinin dışında ise Müslüman camide,Alevi cemevinde,Hıristiyan kilisesinde,Yahudi sinagogunda,Budist tapınağında inancını özgürce yaşamalıdır. Sokakta da başkalarını baskı altında tutmamak koşuluyla inancına göre giyinebilir…

Ama türbanın üniversitede serbest kalması için mücadele edenlerin savunduğu gibi üniversiteler inançların yaşanacağı yerler değildir…Üniversiteler bütün dünyada bilimin üretildiği,her türlü düşüncenin,her türlü inancın tartışılacağı yerlerdir. Üniversitede hiçbir inanç yaşanmaz sadece tartışılır. Bu nedenle de kimse üniversiteye ne haçıyla girebilir,ne kipasıyla,ne de türbanıyla,çarşafı ile…Bu dini simgelerle girilen yerler üniversite olmaktan çıkar. Çünkü o üniversitelerde bilim yapılamaz.

Dünyada inancın hakim olduğu,inancın yaşandığı üniversiteler yok mu ? Elbette var. Nerede ? İran üniversitelerinde,Pakistan ve Afganistan üniversitelerinde,daha doğrusu medreselerinde topluca namaz kılabilirsiniz,dua edebilirsiniz. Ama o “üniversiteler” e başı açık kız öğrencinin girmesi mümkün değildir. Başka inançtan erkek öğrenci de giremez . O “üniversiteler” de bir tek inanç yaşanır. Diğer inançların yaşama hakkı yoktur. Doğal olarak da oralarda hiçbir inanç tartışılmaz,hiçbir inanca ve düşünceye özgürlük tanınmaz. Ve oralarda asla bilim de yapılamaz…

Geçen hafta söylediğimiz gibi bu iş sadece üniversite de türban sorunu değildir. Nitekim bu işin savunucuları da başörtüsü ile,türbanın bağlama şekliyle yetinilmeyeceğini söylüyorlar. Çarşafın da,peçenin de,sakalın da,şalvarın da serbest bırakılmasını istiyorlar. Türbanla üniversiteyi bitirecek kızlarımız,üniversite bitince haklı olarak sadece evde bulaşık yıkamak istemiyorlar. Doktor olmak,hakim olmak,savcı,avukat olmak da istiyorlar.

Türbanı siyasete alet eden,bunun için Anayasa ve yasa değişikliği hazırlayan AKP ve destekçisi MHP bu işin burada kalmayacağını biliyorlar. Toplumda türban bölücülüğü yaratanların amacı Türk üniversitelerini,İran,Pakistan,Afganistan üniversitelerine çevirmekse diyeceğimiz yok. Bunu açıkça söyleyebilirler. O zaman tartışırız. Biz de fikrimizi,düşüncemizi söyleyebiliriz. Ancak unutulmasın ki bugün türban için özgürlük kalkanına sarılanlar yarın bize bırakın başka inancı savunmayı ya da inançsızlık özgürlüğünü asla tanımayacaklar. Çünkü onlar için kendi inançlarından başka inanç olamaz. Hele inançsızlık söz konusu bile olamaz…

Bu arada Türkiye türbanla,çarşafla uğraşırken dünyada neler oluyor ? Türkiye’de kim hangi ihalede malı götürüyor ? Haberiniz var mı ?

Yazık bu ülkeye. Bir kere daha tekrarlayalım. Karanlıkta özgürlük ve demokrasi olmaz.

Herkese türbansız,aydınlık günler dilerim.

06 ŞUBAT 08 İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ