1 Haziran 2009 Pazartesi

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek… DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3

115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3


Bu sütunlarda 13 Mayıs ve 20 Mayıs tarihlerinde yayınlanan yazılarımda hukuk tarihinde önemli bir yeri olan Dreyfus Davası’nı, bu davada hukuksal ve siyasal hataların ortaya çıkmasında ünlü yazar Emile Zola’nın katkılarını anlatmaya çalıştım. Bu davanın dönüm noktalarından olan Emile Zola’nın 13 Ocak 1898 tarihinde yayınlanan “ J’accuse …! – Suçluyorum…! “ başlıklı yazısında kalmıştık. Bu hafta E.Zola’nın bu yazısından sonra Dreyfus Davası’nın gelişimini ve sonucunu yazacağım.

“ Zola, "Suçluyorum"u yazarken suç işlediğinin farkındadır; Basın Yasası'nın hangi maddelerini ihlal ettiğini bildirerek kendini ihbar etmiş, kolaysa beni ağır cezada yargılayın diyerek meydan okumuştur. Bakanlar Kurulu, Zola hakkında suç duyurusunda bulunur. Basının sürekli kışkırttığı gericiler, Zola'nın yargılanma süreci boyunca "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler.” (Gül Tekay Baysan)

Emile Zola 1 yıl hapse mahkum edilir. Ancak dostları tarafından İngiltere’ye kaçırılır. Emile Zola’nın “ Jaccuse…! “ başlıklı yazısı Dreyfus Davası’nda gerici basının yazdıkları nedeniyle kafası karışık olan halk kesimlerinin ve sosyalist aydınların ufkunu açar. Bu yazıdan sonra Emile Zola’nın yanında yer alan Anatole France ve Jean Jaures gibi aydınların da çabalarıyla Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verilir. Bu arada Dreyfus’un avukatı saldırıya uğrar ve yaralanır. Ancak umulanın aksine 1899 yılında yeniden yapılan duruşmada Dreyfus suçlu bulunur ve 10 yıl hapse mahkum olur. Adalet bekleyenlerin umutları söner. Zola “Dehşet içindedir” bu beklenmedik gelişmeden Fransa’nın geleceği adına ürkmektedir. Avukat susturulmuş, savunmanın tanıkları dinlenmemiş, tarihe garip bir iddianame bırakılmış, Fransa dünyaya rezil olmuştur. "Gerçek" tokatlanmış, "adalet" katledilmiştir.

Dreyfus Davası nedeniyle Fransa’ da artan toplumsal huzursuzluk karşısında Cumhurbaşkanı Dreyfus’u affeder.

“ Zola'ya göre Dreyfus davası unutulması değil, anımsanması gereken bir olaydır. O sayede gericilerin maskeleri düşmüş, cumhuriyetçiler ülkelerine sahip çıkmışlardır. "Bugün Fransa gericilerin tuzağından kurtulmuş bulunuyorsa, bunu Dreyfus Davasına borçludur"

Kendisine gelince, bu konuda söyleyeceği söz kalmamıştır; bir yurttaş olarak görevini yapmış olmanın erinciyle kitaplarına dönecektir artık. Yine de "gerçeğin ve adaletin" gelişini umutla bekleyecektir, Beklenen af gelir. Suçlular da masumlar da artık özgürdürler. Zola, kitaplarına döner. Son romanı Gerçek, Dreyfus davasından esinlenir.

Zola 29 Eylül 1902'de, yatak odasındaki şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Resmi kayıtlara kaza olarak geçse de bu ölümün ardında gerici bir örgüt olduğundan kuşkulanılır. Tabutunun ardından 50 000 kişi yürür: maden işçileri, öğrenciler, yazarlar, milletvekilleri. Resmi cenaze töreni yapılamaz çünkü 1888'de legion d'honneur şövalyesi yapılan Zola'nın bu unvanı Dreyfus davası yüzünden askıya alınmıştır. Buna karşın, Zola'nın dört yıl önce hakaret etmekle suçlandığı ordu, onu uğurlamak için bir bölük asker görevlendirir. Anatole France, kabri başında yaptığı konuşmada, adalet uğruna verdiği savaşta bunca acı çeken Zola'ya acımak değil, ona gıpta etmek gerektiğini vurgular. O, "ahmaklık, cehalet ve kötülük"ten oluşan müthiş bir "ahlaksızlık kumkumasına" karşı direnerek yücelmiş, "insanlık vicdanının bir anı" olmuştur. Jaures'in Meclis'e verdiği bir önerge sonucu Dreyfus yeniden yargılanır; 1906'da aklanarak orduya geri döner.
( Gül Tekay Baysan)

21 Temmuz 1906’da orduya geri dönen Dreyfus, "Çok yaşa Dreyfus!" sloganları arasında "Legion d`honneur" nişanı alır. Birinci Dünya Savaşı`na katıldıktan sonra 1935`de ölen Dreyfus, masumiyetini ispat edip, itibarını geri almıştır...
Dreyfus`un itibarını geri aldığı 1906 yılından yüz yıl sonra, 2006 yılında Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ; "Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir" diyerek tarih önünde Dreyfus ve Zola`dan, Fransız ulusundan özür diledi. Ve "Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır" diyen Emile Zola yüz yıl sonra olsa bile haklı çıktı...

115 yıl önce yaşanan bu Dreyfus Davası’nı neden yazma gereğini duyduğumu 13 Mayıs tarihli ilk yazımda açıklamıştım…

“Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. “

Fransa’da 115 yıl önce yaşanan Dreyfus Davası’na benzer davalar bizim ülkemizde de yaşanıyor. Fethullahçı ve gerici basın bu ülkenin tüm muhalif aydınlarını “darbecilik” le suçlayarak mahkemeden önce mahkum ediyor. Ben kendi adıma bu gerici basınının yazdıklarına değil ama bir zamanlar kendini “solcu, sosyalist “ olarak tanımlayan günümüz liberal faşistlerinin gericiliğin hizmetine girmesine ve yazdıklarına kızıyorum. Ne yazık ki bizim Emile Zola gibi gerçekleri şiirsel ifade edebilecek bir yazarımız ve aydınımız yok. Ancak Dreyfus Davasında görüldüğü gibi “gerçek ve adalet” 100 yıl sonra olsa da ortaya çıkıyor…

İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 HAZİRAN 09

*

1 yorum:

Cemalettin ATAGAN dedi ki...

Sevgili Bacanak!

Adil yargılanma isteğine örek gösterilen Fransa’da 115 yıl önce yaşanmış olan Dreyfus Davası’nı incelediğin iki ayrı yazını dikkatlice okudum.

Ellerine sağlık!

Aklıma hemen bir Bektaşi fıkrası geldi.

Camiye pek uğramayan Bektaşi’yi nasıl olduysa arkadaşları camiye götürmüşler.

Namaz kılınmış, sıra duaya gelindiğinde camideki softalar başkalarının da duyacağı şekilde “Tanrım bana din ver, iman ver, kuran ver, rızk ver “ diye dua etmeye başlamış.

Bunları duyan Bektaşi de “ Tanrım bana da bir şişe şarap ver” diye dua etmiş.

Bektaşi’nin duasını duyan softalar, cami çıkışında tepesine çullanmışlar: “Bre zındık, tanrıdan camide şarap istemeye utanmıyor musun?” diye çıkışınca, Bektaşi bir taraftan ellerinden kurtulmaya çalışırken, bir taraftan da “ Ne var bunda? Herkes kendinde olmayanı tanrıdan istiyor! Şarabım yoktu ben de onu istedim!” diye cevap yetiştiriyormuş!

Bir fıkra da olsa Bektaşi’nin yaklaşımını bir topluma uyarlamak acaba mümkün mü?

Ben mümkün olduğunu düşünenlerdenim.

Ne yazık ki, birey olsun toplum olsun, kendi eksikliği dışında insanı insan yapan, topluma nitelik kazandıran değerlerin hiç farkında değil!

Günü düşünmekten, önümüzdeki kötü örnekleri takip etmekten, bu ülkenin yurttaşı olup da, arkalarda, farklı sorunlarını çaresizlik içinde çözmeye çalışanlardan hepimiz bihaberiz!

Eğer biz yaşamıyorsak, başkasının yaşadıkları maalesef bizim sorunumuz olmuyor.

Kendimizle barışık değiliz.

Toplumla da bir türlü barışamadık.

Belki de bu yüzden insanımızı dışlayan bir yığın yanlışlıklar bu ülkede ödünsüz uygulanabilmekte!

İşi olmayan, evine ekmek götürme imkânı bulunmayan insan özgür olamıyor, olamadı da!

Ama biz hala hep özgür olmasını ve özgür hareket etmesini istiyor ve bekliyoruz.

Kendi işi olanlar da ayakta kalmak için istenenleri yapmak zorunda bırakılıyor.


İnsanlarımız belki de bunun için bile bile işsiz bırakılıyor!

Diyeceksin ki, bunların adil yargılanmayla ne ilgisi olabilir?

Oluyor işte!
Baktığı halde hiç göremiyor! Gördüğü halde hiç söyleyemiyor! Söyleyenler de alacakaranlıkta bir bir toplanıyor evlerinden. İşte böyle!

Güya devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı. Şimdi özel mahkemeler kuruluyor, özel yetkili savcılara görev yaptırılıyor, hani? ses çıktığı mı var? Kimsenin gıgı çıkmıyor.

Ve nasıl bir soruşturmaysa, ortada ne somut bir suç var, ne de bu suçu işleyenler tam olarak belirli!

Ama insanlar yıl geçti hala içerdeler!

Her sabah herkesin kapsını çalmaları olası!

Şimdilik, belki herkesi içeri alacak yerleri yok!

Bu yüzden de gıdım gıdım ülke bir hapishaneye dönüşmüyor mu?

Saygılar.

Bacanağın!