22 Haziran 2009 Pazartesi
NİDA’YI KALBİNDEN VURDULAR !
*
NİDA’YI KALBİNDEN VURDULAR !
Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Kara sakalları kirli, elleri kanlı mollalar…
Nida’nın yeşil gözleri açıktı
Ölürken babasının kollarında.
Nida onaltısında bir genç kız
Bir tutam özgürlük istemişti kara saçlarına
Bir şarkı söylesin istemişti sevdiğine
Nida’nın kalbine kurşun sıkan
Molla beslemeleri - katiller
Otuz yıldır karanlıkta yaşamışlar
Ne bilsinler özgürlüğü, ne bilsinler aşkı
Nereden bilsinler aydınlığı
Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Nida’ya söz vermişti babası
Bu yaz İstanbul’a gideceklerdi…
Nida saçlarını özgürce savuracaktı
Boğaz’ın rüzgarlarına
Özgürce şarkı söyleyecek
Siyahtan başka renklerini de tanıyacaktı dünyanın
Olmadı, bırakmadılar
Kirli sakallı, eli kanlı katil mollalar
Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Nida bir kuş olup uçtu
Babasının kollarından
Özgürlüğün çığlığı yankılandı Tahran sokaklarında
Otuz yıl önce Şah’ı yıkan nidalar
Şimdi
Kara sakalları kirli, elleri kanlı mollaları yıkacak
En önde kalbi kardeşlerinin elinde Nida olacak…
Nida’yı kalbinden vurdular
Tahran’ın ortasında, Azadi meydanında
Nida yeniden doğuyor
Yeşil gözleri, özgürce savrulan saçlarıyla
Babasının kollarında
Milyonların yüreğinde
HÜSEYİN AY
22 Haziran 09 Mazı
*
Nida'nın kalbinden vurulduğu "an" ın videosunu blogumun BAĞLANTILARIM bölümünden izleyebilirsiniz.
*
*
*
*
19 Haziran 2009 Cuma
HOŞÇA KAL İZNİK !
HOŞÇA KAL İZNİK !
Ayrılıklar, vedalar her zaman zordur. Biraz da hüzünlüdür. Ancak yaşamın içinde buluşmalar olduğu kadar ayrılıklar da var. Bu gazetede 20 yıl önce de yazılar yazdım, 11 yıl önce de. Son olarak “ YENİDEN MERHABA ! “ dediğimde tarih 10 Kasım 04’ tü. O günden bu yana 4 yıl 8 ay içinde tam 225 hafta köşe yazısı yazmışım. “İZNİK ZEYTİNİ” yazılarım hariç…
İznik’ten annemin vefatı nedeniyle fiilen ayrıldığım 06 yılının Ağustos ayında DOĞUŞ’a yazı yazmayı da bırakmak istemiştim ama Sevgili Dostum Kenan OĞUZ’un ısrarı üzerine bugüne kadar sürdürdüm. İznik dışında olup ta İznik’te bir yerel gazeteye yazı yazmayı sürdürmenin sıkıntılarını yaşadım. Ancak verdiğim sözü yerine getirmek adına yazılarımı aksatmamaya çalıştım.
Yazı yazdığım bu 225 haftada yazılarımı beğenerek okuduğunu beyan eden, kutlayan, teşekkür eden dost okurlarım da oldu. Yazılarımda değindiğim konulardan rahatsız olan, kızgınlığını, tepkisini gösteren okurlarım da oldu. Bu ayrılığa dost okurlarım üzülecektir. Diğerleri ise sevinecektir doğal olarak. Ben bu son yazımla ayrım yapmaksızın tüm okurlarıma teşekkür ve veda ediyorum. Onun için bu son yazımın adını “ HOŞÇA KAL İZNİK ! “ koydum.
Bu ayrılığın nedeni tümüyle benim yapmam gereken çalışmalarım ve uzun sürecek yurt dışı seyahatlerim. Yaşamımın son yıllarında dünyada gezip görmem gereken o kadar çok yer var ki… Öncelikle hayallerimin ülkesi Hindistan ve Nepal’den başlamak istiyorum. Uzakdoğu, Afrika ve Güney Amerika gezip görmek, fotoğraf çekmek istediğim diğer yerler. Ne kadarını gerçekleştirebilirim bilemiyorum. Bu arada ayda yılda bir de olsa yolum kısa süreli olarak baba ocağım İznik’e de düşecektir.
Sözü uzatmadan HOŞÇA KAL İZNİK ! Hoşçakalın İznik DOĞUŞ’un sevgili okurları.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 HAZİRAN 09
Ayrılıklar, vedalar her zaman zordur. Biraz da hüzünlüdür. Ancak yaşamın içinde buluşmalar olduğu kadar ayrılıklar da var. Bu gazetede 20 yıl önce de yazılar yazdım, 11 yıl önce de. Son olarak “ YENİDEN MERHABA ! “ dediğimde tarih 10 Kasım 04’ tü. O günden bu yana 4 yıl 8 ay içinde tam 225 hafta köşe yazısı yazmışım. “İZNİK ZEYTİNİ” yazılarım hariç…
İznik’ten annemin vefatı nedeniyle fiilen ayrıldığım 06 yılının Ağustos ayında DOĞUŞ’a yazı yazmayı da bırakmak istemiştim ama Sevgili Dostum Kenan OĞUZ’un ısrarı üzerine bugüne kadar sürdürdüm. İznik dışında olup ta İznik’te bir yerel gazeteye yazı yazmayı sürdürmenin sıkıntılarını yaşadım. Ancak verdiğim sözü yerine getirmek adına yazılarımı aksatmamaya çalıştım.
Yazı yazdığım bu 225 haftada yazılarımı beğenerek okuduğunu beyan eden, kutlayan, teşekkür eden dost okurlarım da oldu. Yazılarımda değindiğim konulardan rahatsız olan, kızgınlığını, tepkisini gösteren okurlarım da oldu. Bu ayrılığa dost okurlarım üzülecektir. Diğerleri ise sevinecektir doğal olarak. Ben bu son yazımla ayrım yapmaksızın tüm okurlarıma teşekkür ve veda ediyorum. Onun için bu son yazımın adını “ HOŞÇA KAL İZNİK ! “ koydum.
Bu ayrılığın nedeni tümüyle benim yapmam gereken çalışmalarım ve uzun sürecek yurt dışı seyahatlerim. Yaşamımın son yıllarında dünyada gezip görmem gereken o kadar çok yer var ki… Öncelikle hayallerimin ülkesi Hindistan ve Nepal’den başlamak istiyorum. Uzakdoğu, Afrika ve Güney Amerika gezip görmek, fotoğraf çekmek istediğim diğer yerler. Ne kadarını gerçekleştirebilirim bilemiyorum. Bu arada ayda yılda bir de olsa yolum kısa süreli olarak baba ocağım İznik’e de düşecektir.
Sözü uzatmadan HOŞÇA KAL İZNİK ! Hoşçakalın İznik DOĞUŞ’un sevgili okurları.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 24 HAZİRAN 09
14 Haziran 2009 Pazar
Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili İRAN’IN KISA TARİHİ
Olaylı seçimlerin ardından… İran’ın siyahı ve yeşili
İRAN’IN KISA TARİHİ
Doğu komşumuz İran’da 12 Haziran Cuma günü Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçim kampanyasının son haftasında İran’dan gelen iki renkli fotoğraflar ve görüntüleri ilgiyle izledim. Bir yanda muhafazakar aday diye tanımlanan mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad taraftarlarının siyah görüntüleri. Bir yanda reformcu aday diye tanımlanan Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının yeşil görüntüleri.
Seçimler öncesi yapılan yorumlarda Ayetullah Hamaney’in ve mollaların desteğini alan Ahmedinejad’ın kırsal kesim tarafından desteklendiği, reformcu aday Musavi’nin ise başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki gençler, kadınlar ve aydınlar tarafından desteklendiği yönündeydi. Özellikle Tahran’daki gösterilere katılanların coşkusu ve sayısı dikkate alındığında İran’da “değişim rüzgarları” nın estiği yönündeydi. Her iki adayında destekçisi olan kadınların kıyafetleri ise ilgi çekiciydi…
Ahmedinejad yanlısı kadınların simsiyah çarşaflarına karşılık Musavi yanlısı kadınların yeşil başörtülerinin altından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Seçim neredeyse kadınların bir tutam saçının görünmesi – görünmemesi üzerine örgütlenmişti. Bir tutam kadın saçının özgürlüğü veya tutsaklığı… İranlı kadınlar siyahtan yeşile geçebilecek miydi ? Bu görüntüler İran’ın batı komşusu Türkiye’de türbanı kadının özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar tarafından da endişeyle izleniyordu…
Komşumuz İran’ın bu iki renkli seçimini izlerken ister istemez 30 yıl öncesini anımsıyoruz. 79’dan 09’a… Dün gibi anımsadığımız 30 yıl… İran’ın kısa tarihi. Aslında 2500 yıllık köklü bir tarihe ve kültürel birikime sahip olan İran’da son 30 yılda yaşananlar özellikle Batı komşusu Türkiye’de yaşayanlar için önemli siyasi bir ders niteliğindedir.
İran’ın 30 yıllık kısa tarihine girmeden önce benim kişisel belleğimde 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başından kalma iki İranlı kadının fotoğrafları öne çıkıyor. İlki Prenses Süreyya olarak hafızalarımıza kazınmış. İkincisi ise Ferah Diba olarak. O yıllarda Türk basınında bu iki kadının fotoğrafı ne çok yer alırdı. Benim yaşımdakiler anımsar. Biz İran’ı sadece bu iki kadından ibaret sanırdık…
Dünyayı ve ülkeleri siyasi olarak algılamaya başladığımız 60’ların ikinci yarısında Rıza Şah Pehlevi’nin nasıl bir diktatör olduğunu, İran’ın petrolünü emperyalist Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çektiğini, kendisi sarayında lüks içinde yaşarken yoksul İran halkına nasıl baskı yaptığını filan öğrendik… Sonra İran halkının özgürlük mücadelesine dikkat kesildik… Bu yıllarda önce Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni’nin pek farkında değildik. Ondan 78 yılında Paris’ten gelen haberlerle biz de haberdar olduk… İran’da bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi Ayetullah Humeyni Paris’ten yönetiyordu.
Devrim sırasında bütün dini gruplar, liberal ve sol gruplar (içlerinde İran Komünist Partisi TUDEH’te vardı) Şah’ı devirmek için bir araya gelmişti. Bu liberal ve sol gruplar Humeyni hareketini Şah’ın diktatörlüğüne karşı “demokratik halk hareketi-devrimi” sanıyorlardı. Humeyni’nin dinsel sloganlarla halkı sokağa dökmesini “emperyalizme karşı direniş” sanıyorlardı. Bu gruplar yanıldıklarını çok kısa zamanda ve çok acı bir bedel ödeyerek anladılar.
1 Şubat 79’da Paris’ten İran’a dönen Ayetullah Humeyni’yi milyonlarca insan coşkuyla karşıladı. 79’un bahar aylarında İran’da neler yaşandı ? Önce kısaca bir alıntıyla özetleyeyim…
“ Tahran’da büyük mitingler yapıldı. Mitinglerde solcu ve liberal şehitlerin resimlerini taşıyanlar mollalar tarafından dövülüyordu. Bu olayın üzerinde pek durmadılar. Ertesi gün yakalanan bir hırsızın mollalar tarafından kurulan İslam Mahkemesi’nde yargılanıp kamçı cezasına çarptırıldığını öğrendiler. Bunu da ciddiye almadılar. Şarap ve bira fabrikaları ile sinemaların yakılıp yıkılmasına da ses çıkarmadılar. Onlar bu olanları umursamazken mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda okuyamayacakları; birlikte spor yapamayacakları, kadınlara örtünme zorunluluğu gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. Onlar olanları hala geçiş sancısı olarak görüyorlardı. Kitapevleri ve gazete bayileri yağmalanıp ateşe veriliyordu. İnsanlar idam ediliyordu. Uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyor, alkol içenler kırbaç cezalarına çarptırılıyordu.
Toplum hızla dincileştiriliyor, alınan kararların ardı arkası kesilmiyordu. Kızların evlenme yaşı 13’e düşürüldü. Parfüm, saç boyası, ruj gibi kozmetik malzemelerin yurda girişi yasaklandı. Demokrasiden, özgürlükten bahseden Humeyni, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollalar referandum’u gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”. Halkın yüzde 65’i okuma yazma bilmiyordu. Aydınlar bu oyunu biliyorlardı, ama özgürlükler ve demokrasi ile kandırılarak buna da karşı çıkmadılar. Bazı küçük kesimler bu oyunu boykot etti. Ancak referandum sonucunda “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bin kişiydi.
Mollalar bu sonuçlardan sonra basını ele geçirdiler, muhaliflerin sesinin çıkmasına izin vermediler, güçlendikçe saldırganlaştılar. Muhalif gazeteleri kapattılar, muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. İş işten geçmişti. Geçmişte demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanan halk artık korkuyordu. Artık muhaliflere değil konuşma hakkı yaşam hakkı bile verilmiyordu. Cezaevlerindeki tutuklu kızlar ailelerinden doğum kontrol hapından başka hiçbir şey isteyemiyorlardı. Bakirelerin ölünce cennete gideceği inancı nedeniyle, suç işleyen bakire kızlara işledikleri suçlar nedeni ile cennete gitmemeleri için idam edilmeden önce hapishanelerde tecavüz ediliyordu.”
(* Alıntının kaynağını bilerek vermiyorum)
79’da yaşanan bu olaylardan sonra İran siyaha, dini gericiliğe teslim oldu. Vatan’dan Hikmet Bila’nın tanımıyla “ Dile kolay, İran tam 30 yıldır koyu bir şeriatla yönetiliyor. Uygarlık adına ne varsa, 30 yıldır İran’da yasak. 30 yıldır kadınlar gün ışığı görmüyor. Gerilik ve gericilik el ele İran’ı 30 yıldır kasıp kavuruyor. “
İşte Doğu komşumuz İran 30 yıl önce bunları yaşadı. 30 yıl sonra 12 Haziran 09’da yapılan seçimlerde mollalar İran’ın siyahtan yeşile dönmesine izin vermedi. Her türlü seçim hilesi ile mollaların desteklediği Ahmedinejad ikinci kez seçimleri “kazandı !”
Şu anda bu yazıyı yazdığım 14 Haziran günü televizyonlar Tahran sokaklarındaki çatışma görüntülerini yayınlıyor. Bütün dünya seçim sonrası İran’da yaşananları ibretle izliyor. Bizim de komşuda neler olduğunu dikkatle izlememiz gerekiyor.
Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönmesi gibi ABD’den İstanbul’a görkemli bir karşılama töreniyle dönmeyi bekleyen Takkeli Herkül Fethullah Gülen’i destekleyen eski solcular - liberal faşistler siz de okuyun ve 30 yıl önce İranlı liberallerin düştüğü hataya siz de düşmeyin.
***
Geçen haftaki “ EDEPSİZ BİR YAZI “ başlıklı yazıma adını yazmaktan korkan, Türkçesi kıt bir okurumdan gelen bir yorumu-kınamayı Türkçe hatalarını düzeltmeden aynen sizlerle paylaşıyorum…
“ bakalım siz ne kadar özgürlükçüsünüz. bazı kişi ya da partileri sadece eleştiriyorsnuz. türkan hanımın ülkemize büyük çapta ne katkısı olmuş, ya da sizin diğer övgünüze nail olmuş kişiler. birilerini eleştiriken ya da suçlarken kendinizle kıyaslayın ona göre eleştitin ya da suçlayın. özgürlük üstü başı açık elbislerle dolaşmak değil; istediği elbiseyle dolaşmasıdır. ama siz ahala bir bez parçsının olmayacak olan etkisine kapılöış gidiyorsunuz ; yazık.
Atatürk yaşamış olsaydı sizin gibi özgürlük budalalrının yüzüne tükürürdü inanın.
sizi kınıyorum. “
*
Onlar kaybetti... Bu fotoğraf 09 seçim anısı olarak kalabilir.
*
Onlar kazandı... Ne zamana kadar ?
*
*
Persopolis, İran’da Şah’ın devrilmesini ve şeriatın gelişini küçük bir kızın gözünden anlatan harika bir çizgi film. Televizyonlarda oynadı. DVD’si piyasalarda satılıyor. İzlemeyenlerin bugünlerde izlemesinde yarar var.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 HAZİRAN 09
İRAN’IN KISA TARİHİ
Doğu komşumuz İran’da 12 Haziran Cuma günü Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçim kampanyasının son haftasında İran’dan gelen iki renkli fotoğraflar ve görüntüleri ilgiyle izledim. Bir yanda muhafazakar aday diye tanımlanan mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad taraftarlarının siyah görüntüleri. Bir yanda reformcu aday diye tanımlanan Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının yeşil görüntüleri.
Seçimler öncesi yapılan yorumlarda Ayetullah Hamaney’in ve mollaların desteğini alan Ahmedinejad’ın kırsal kesim tarafından desteklendiği, reformcu aday Musavi’nin ise başta başkent Tahran olmak üzere büyük şehirlerdeki gençler, kadınlar ve aydınlar tarafından desteklendiği yönündeydi. Özellikle Tahran’daki gösterilere katılanların coşkusu ve sayısı dikkate alındığında İran’da “değişim rüzgarları” nın estiği yönündeydi. Her iki adayında destekçisi olan kadınların kıyafetleri ise ilgi çekiciydi…
Ahmedinejad yanlısı kadınların simsiyah çarşaflarına karşılık Musavi yanlısı kadınların yeşil başörtülerinin altından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Seçim neredeyse kadınların bir tutam saçının görünmesi – görünmemesi üzerine örgütlenmişti. Bir tutam kadın saçının özgürlüğü veya tutsaklığı… İranlı kadınlar siyahtan yeşile geçebilecek miydi ? Bu görüntüler İran’ın batı komşusu Türkiye’de türbanı kadının özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar tarafından da endişeyle izleniyordu…
Komşumuz İran’ın bu iki renkli seçimini izlerken ister istemez 30 yıl öncesini anımsıyoruz. 79’dan 09’a… Dün gibi anımsadığımız 30 yıl… İran’ın kısa tarihi. Aslında 2500 yıllık köklü bir tarihe ve kültürel birikime sahip olan İran’da son 30 yılda yaşananlar özellikle Batı komşusu Türkiye’de yaşayanlar için önemli siyasi bir ders niteliğindedir.
İran’ın 30 yıllık kısa tarihine girmeden önce benim kişisel belleğimde 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başından kalma iki İranlı kadının fotoğrafları öne çıkıyor. İlki Prenses Süreyya olarak hafızalarımıza kazınmış. İkincisi ise Ferah Diba olarak. O yıllarda Türk basınında bu iki kadının fotoğrafı ne çok yer alırdı. Benim yaşımdakiler anımsar. Biz İran’ı sadece bu iki kadından ibaret sanırdık…
Dünyayı ve ülkeleri siyasi olarak algılamaya başladığımız 60’ların ikinci yarısında Rıza Şah Pehlevi’nin nasıl bir diktatör olduğunu, İran’ın petrolünü emperyalist Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çektiğini, kendisi sarayında lüks içinde yaşarken yoksul İran halkına nasıl baskı yaptığını filan öğrendik… Sonra İran halkının özgürlük mücadelesine dikkat kesildik… Bu yıllarda önce Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni’nin pek farkında değildik. Ondan 78 yılında Paris’ten gelen haberlerle biz de haberdar olduk… İran’da bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi Ayetullah Humeyni Paris’ten yönetiyordu.
Devrim sırasında bütün dini gruplar, liberal ve sol gruplar (içlerinde İran Komünist Partisi TUDEH’te vardı) Şah’ı devirmek için bir araya gelmişti. Bu liberal ve sol gruplar Humeyni hareketini Şah’ın diktatörlüğüne karşı “demokratik halk hareketi-devrimi” sanıyorlardı. Humeyni’nin dinsel sloganlarla halkı sokağa dökmesini “emperyalizme karşı direniş” sanıyorlardı. Bu gruplar yanıldıklarını çok kısa zamanda ve çok acı bir bedel ödeyerek anladılar.
1 Şubat 79’da Paris’ten İran’a dönen Ayetullah Humeyni’yi milyonlarca insan coşkuyla karşıladı. 79’un bahar aylarında İran’da neler yaşandı ? Önce kısaca bir alıntıyla özetleyeyim…
“ Tahran’da büyük mitingler yapıldı. Mitinglerde solcu ve liberal şehitlerin resimlerini taşıyanlar mollalar tarafından dövülüyordu. Bu olayın üzerinde pek durmadılar. Ertesi gün yakalanan bir hırsızın mollalar tarafından kurulan İslam Mahkemesi’nde yargılanıp kamçı cezasına çarptırıldığını öğrendiler. Bunu da ciddiye almadılar. Şarap ve bira fabrikaları ile sinemaların yakılıp yıkılmasına da ses çıkarmadılar. Onlar bu olanları umursamazken mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda okuyamayacakları; birlikte spor yapamayacakları, kadınlara örtünme zorunluluğu gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. Onlar olanları hala geçiş sancısı olarak görüyorlardı. Kitapevleri ve gazete bayileri yağmalanıp ateşe veriliyordu. İnsanlar idam ediliyordu. Uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyor, alkol içenler kırbaç cezalarına çarptırılıyordu.
Toplum hızla dincileştiriliyor, alınan kararların ardı arkası kesilmiyordu. Kızların evlenme yaşı 13’e düşürüldü. Parfüm, saç boyası, ruj gibi kozmetik malzemelerin yurda girişi yasaklandı. Demokrasiden, özgürlükten bahseden Humeyni, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollalar referandum’u gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”. Halkın yüzde 65’i okuma yazma bilmiyordu. Aydınlar bu oyunu biliyorlardı, ama özgürlükler ve demokrasi ile kandırılarak buna da karşı çıkmadılar. Bazı küçük kesimler bu oyunu boykot etti. Ancak referandum sonucunda “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bin kişiydi.
Mollalar bu sonuçlardan sonra basını ele geçirdiler, muhaliflerin sesinin çıkmasına izin vermediler, güçlendikçe saldırganlaştılar. Muhalif gazeteleri kapattılar, muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. İş işten geçmişti. Geçmişte demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanan halk artık korkuyordu. Artık muhaliflere değil konuşma hakkı yaşam hakkı bile verilmiyordu. Cezaevlerindeki tutuklu kızlar ailelerinden doğum kontrol hapından başka hiçbir şey isteyemiyorlardı. Bakirelerin ölünce cennete gideceği inancı nedeniyle, suç işleyen bakire kızlara işledikleri suçlar nedeni ile cennete gitmemeleri için idam edilmeden önce hapishanelerde tecavüz ediliyordu.”
(* Alıntının kaynağını bilerek vermiyorum)
79’da yaşanan bu olaylardan sonra İran siyaha, dini gericiliğe teslim oldu. Vatan’dan Hikmet Bila’nın tanımıyla “ Dile kolay, İran tam 30 yıldır koyu bir şeriatla yönetiliyor. Uygarlık adına ne varsa, 30 yıldır İran’da yasak. 30 yıldır kadınlar gün ışığı görmüyor. Gerilik ve gericilik el ele İran’ı 30 yıldır kasıp kavuruyor. “
İşte Doğu komşumuz İran 30 yıl önce bunları yaşadı. 30 yıl sonra 12 Haziran 09’da yapılan seçimlerde mollalar İran’ın siyahtan yeşile dönmesine izin vermedi. Her türlü seçim hilesi ile mollaların desteklediği Ahmedinejad ikinci kez seçimleri “kazandı !”
Şu anda bu yazıyı yazdığım 14 Haziran günü televizyonlar Tahran sokaklarındaki çatışma görüntülerini yayınlıyor. Bütün dünya seçim sonrası İran’da yaşananları ibretle izliyor. Bizim de komşuda neler olduğunu dikkatle izlememiz gerekiyor.
Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönmesi gibi ABD’den İstanbul’a görkemli bir karşılama töreniyle dönmeyi bekleyen Takkeli Herkül Fethullah Gülen’i destekleyen eski solcular - liberal faşistler siz de okuyun ve 30 yıl önce İranlı liberallerin düştüğü hataya siz de düşmeyin.
***
Geçen haftaki “ EDEPSİZ BİR YAZI “ başlıklı yazıma adını yazmaktan korkan, Türkçesi kıt bir okurumdan gelen bir yorumu-kınamayı Türkçe hatalarını düzeltmeden aynen sizlerle paylaşıyorum…
“ bakalım siz ne kadar özgürlükçüsünüz. bazı kişi ya da partileri sadece eleştiriyorsnuz. türkan hanımın ülkemize büyük çapta ne katkısı olmuş, ya da sizin diğer övgünüze nail olmuş kişiler. birilerini eleştiriken ya da suçlarken kendinizle kıyaslayın ona göre eleştitin ya da suçlayın. özgürlük üstü başı açık elbislerle dolaşmak değil; istediği elbiseyle dolaşmasıdır. ama siz ahala bir bez parçsının olmayacak olan etkisine kapılöış gidiyorsunuz ; yazık.
Atatürk yaşamış olsaydı sizin gibi özgürlük budalalrının yüzüne tükürürdü inanın.
sizi kınıyorum. “
*
Onlar kaybetti... Bu fotoğraf 09 seçim anısı olarak kalabilir.
*
Onlar kazandı... Ne zamana kadar ?
*
*
Persopolis, İran’da Şah’ın devrilmesini ve şeriatın gelişini küçük bir kızın gözünden anlatan harika bir çizgi film. Televizyonlarda oynadı. DVD’si piyasalarda satılıyor. İzlemeyenlerin bugünlerde izlemesinde yarar var.
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 17 HAZİRAN 09
8 Haziran 2009 Pazartesi
EDEPSİZ BİR YAZI
EDEPSİZ BİR YAZI
Bu hafta “edepsiz” bir yazı yazmak geliyor içimden… Çünkü geçen hafta ulusal basının haberleri ve köşe yazılarında bu kelimeyi o kadar çok okudum ki dilime dolandı kaldı bu kelime. Geçen hafta bu kelimeyi basının gündemine sokan ise Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı…
Biz çok şanslı bir ülkeyiz. “Sui generis” bir Başbakanımız var. Sui generis, Latince bir deyim. Türkçede tam olarak kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatların yerine kullanılır. Kendine özgü özellikler olan ve başka bir örneği olmayan kişi ya da olayları anlatmakta kullanılır.
İşte Türkiye’miz 7 yıldır sui generis Başbakanımız tarafından yönetiliyor… Başbakanımız kendisine muhalefet eden hiç kimseyi sevmiyor. Elbette sevmek zorunda değil. Meclisteki muhalefet partilerinin liderlerinden Baykal’a, Bahçeli’ye demediğini bırakmıyor, A.Türk’le zaten konuşmuyor. Muhalefeti sevmezsiniz ama en azından saygı gösterirsiniz. Başbakanımız aslında demokrasiyi sevmiyor…
Başbakanımız yargıyı, yargıçları, mahkemeleri de sevmiyor, saymıyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay olmasa “ulemalar” a danışıp ne güzel yönetecek ülkeyi…
Başbakanımız – yandaş medyası hariç- medyayı da sevmiyor, saymıyor. Medya patronlarını cezalandırıyor. Gazetecileri azarlıyor. Hatta ülkeden kovmaya kalkıyor.
Başbakanımız bıraktım işçi örgütlerini, işveren örgütlerini de sevmiyor.
Başbakanımız askerleri de hiç sevmiyor. Sadece görevdekilere değil emeklilerine bile tahammülü yok.
Başbakanımız üniversite rektörlerini, üniversite öğretim üyelerinden de hiç ama hiç hoşlanmıyor.
Başbakanımız krizden, ekonomik sıkıntıdan söz eden işçiyi de, memuru da, köylüyü de, esnafı da, emekliyi de sevmez.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün…
İşte sui generis Başbakanımızın Davos’taki “van minut” balonunun geçen hafta “mayın” a düşüp patlamasından sonra Başbakanımız tarafından gündeme “edepli / edepsiz” tartışması taşındı. Neymiş ? Sui generis Başbakanımızın partisine “Ak Parti” yerine “AKP” diyenler edepsizmiş… Ulusal basından Başbakana bu tartışmada çok güzel yanıtlar verildi.
Bir edepsizlik de ben yapayım.
Yolsuzlukların kara batağında kapkara hale gelmiş AKP’ye “Ak Parti” demekle bu parti ak mı olacak ?
Anayasa Mahkemesi’nin geçen yıl oy birliği ile aldığı kararla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş AKP bu odaklıktan kurtulacak mı ?
Türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen AKP’ye “Ak Parti” dersek bu parti özgürlükçü bir parti mi olacak ?
Ülkesinde kendi yandaş medyası ve partilileri dışında kimseyi sevmeyen, kimseye saygı duymayan Sui Generis Başbakanımızın bize “edepsiz” yakıştırması yapması bize zarar vermez ama kendisine çok zarar verir…
Biliyorsunuz sui generis Başbakanımızı Avrupa’da Sarkozy ve Merkel gibi liderler pek sevmese de O’nun Avrupa’da Berlusconi gibi “kanka” ları var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü “Kanka ” yı “ kardeş kadar yakın olan kimse “ olarak tanımlıyor. Sui generis Başbakanımızın kankası Berlusconi geçen hafta zor günler yaşadı…
Neden mi ?
Geçtiğimiz ay çapkınlıkları ile ünlü İtalyan Başbakanı Berlusconi eşinden boşanarak gündeme gelmişti. Geçen hafta da Sardunya adasındaki villasının bahçesinde anadan üryan kadınlarla ve erkeklerle alem yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla gündeme geldi. Kanka Berlusconi ülkesinde bu fotoğrafların yayınlanmasını yasakladı. Ama o skandal fotoğrafları İspanyol “El Pais” gazetesi yayınladı. Berlusconi’nin villasının bahçesinde çekilen o fotoğraflardaki çırılçıplak erkeklerden birinin eski Çek Başbakanı Mirek Topolonek olduğu anlaşıldı.
Geçen haftanın gündeminde Başbakanımızın “edepli / edepsiz” tartışması ve de kankası Berlusconi’nin zor durumu ortada olunca bana da bu hafta “edepsiz bir yazı yazmak” kaldı. Kim edepli, kim edepsiz siz karar verin
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 HAZİRAN 09
Bu hafta “edepsiz” bir yazı yazmak geliyor içimden… Çünkü geçen hafta ulusal basının haberleri ve köşe yazılarında bu kelimeyi o kadar çok okudum ki dilime dolandı kaldı bu kelime. Geçen hafta bu kelimeyi basının gündemine sokan ise Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı…
Biz çok şanslı bir ülkeyiz. “Sui generis” bir Başbakanımız var. Sui generis, Latince bir deyim. Türkçede tam olarak kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatların yerine kullanılır. Kendine özgü özellikler olan ve başka bir örneği olmayan kişi ya da olayları anlatmakta kullanılır.
İşte Türkiye’miz 7 yıldır sui generis Başbakanımız tarafından yönetiliyor… Başbakanımız kendisine muhalefet eden hiç kimseyi sevmiyor. Elbette sevmek zorunda değil. Meclisteki muhalefet partilerinin liderlerinden Baykal’a, Bahçeli’ye demediğini bırakmıyor, A.Türk’le zaten konuşmuyor. Muhalefeti sevmezsiniz ama en azından saygı gösterirsiniz. Başbakanımız aslında demokrasiyi sevmiyor…
Başbakanımız yargıyı, yargıçları, mahkemeleri de sevmiyor, saymıyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay olmasa “ulemalar” a danışıp ne güzel yönetecek ülkeyi…
Başbakanımız – yandaş medyası hariç- medyayı da sevmiyor, saymıyor. Medya patronlarını cezalandırıyor. Gazetecileri azarlıyor. Hatta ülkeden kovmaya kalkıyor.
Başbakanımız bıraktım işçi örgütlerini, işveren örgütlerini de sevmiyor.
Başbakanımız askerleri de hiç sevmiyor. Sadece görevdekilere değil emeklilerine bile tahammülü yok.
Başbakanımız üniversite rektörlerini, üniversite öğretim üyelerinden de hiç ama hiç hoşlanmıyor.
Başbakanımız krizden, ekonomik sıkıntıdan söz eden işçiyi de, memuru da, köylüyü de, esnafı da, emekliyi de sevmez.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün…
İşte sui generis Başbakanımızın Davos’taki “van minut” balonunun geçen hafta “mayın” a düşüp patlamasından sonra Başbakanımız tarafından gündeme “edepli / edepsiz” tartışması taşındı. Neymiş ? Sui generis Başbakanımızın partisine “Ak Parti” yerine “AKP” diyenler edepsizmiş… Ulusal basından Başbakana bu tartışmada çok güzel yanıtlar verildi.
Bir edepsizlik de ben yapayım.
Yolsuzlukların kara batağında kapkara hale gelmiş AKP’ye “Ak Parti” demekle bu parti ak mı olacak ?
Anayasa Mahkemesi’nin geçen yıl oy birliği ile aldığı kararla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş AKP bu odaklıktan kurtulacak mı ?
Türban özgürlüğünden başka özgürlük bilmeyen AKP’ye “Ak Parti” dersek bu parti özgürlükçü bir parti mi olacak ?
Ülkesinde kendi yandaş medyası ve partilileri dışında kimseyi sevmeyen, kimseye saygı duymayan Sui Generis Başbakanımızın bize “edepsiz” yakıştırması yapması bize zarar vermez ama kendisine çok zarar verir…
Biliyorsunuz sui generis Başbakanımızı Avrupa’da Sarkozy ve Merkel gibi liderler pek sevmese de O’nun Avrupa’da Berlusconi gibi “kanka” ları var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü “Kanka ” yı “ kardeş kadar yakın olan kimse “ olarak tanımlıyor. Sui generis Başbakanımızın kankası Berlusconi geçen hafta zor günler yaşadı…
Neden mi ?
Geçtiğimiz ay çapkınlıkları ile ünlü İtalyan Başbakanı Berlusconi eşinden boşanarak gündeme gelmişti. Geçen hafta da Sardunya adasındaki villasının bahçesinde anadan üryan kadınlarla ve erkeklerle alem yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla gündeme geldi. Kanka Berlusconi ülkesinde bu fotoğrafların yayınlanmasını yasakladı. Ama o skandal fotoğrafları İspanyol “El Pais” gazetesi yayınladı. Berlusconi’nin villasının bahçesinde çekilen o fotoğraflardaki çırılçıplak erkeklerden birinin eski Çek Başbakanı Mirek Topolonek olduğu anlaşıldı.
Geçen haftanın gündeminde Başbakanımızın “edepli / edepsiz” tartışması ve de kankası Berlusconi’nin zor durumu ortada olunca bana da bu hafta “edepsiz bir yazı yazmak” kaldı. Kim edepli, kim edepsiz siz karar verin
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 10 HAZİRAN 09
1 Haziran 2009 Pazartesi
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek… DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3
115 yıl sonra… Hukuk, Adalet ve Gerçek…
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3
Bu sütunlarda 13 Mayıs ve 20 Mayıs tarihlerinde yayınlanan yazılarımda hukuk tarihinde önemli bir yeri olan Dreyfus Davası’nı, bu davada hukuksal ve siyasal hataların ortaya çıkmasında ünlü yazar Emile Zola’nın katkılarını anlatmaya çalıştım. Bu davanın dönüm noktalarından olan Emile Zola’nın 13 Ocak 1898 tarihinde yayınlanan “ J’accuse …! – Suçluyorum…! “ başlıklı yazısında kalmıştık. Bu hafta E.Zola’nın bu yazısından sonra Dreyfus Davası’nın gelişimini ve sonucunu yazacağım.
“ Zola, "Suçluyorum"u yazarken suç işlediğinin farkındadır; Basın Yasası'nın hangi maddelerini ihlal ettiğini bildirerek kendini ihbar etmiş, kolaysa beni ağır cezada yargılayın diyerek meydan okumuştur. Bakanlar Kurulu, Zola hakkında suç duyurusunda bulunur. Basının sürekli kışkırttığı gericiler, Zola'nın yargılanma süreci boyunca "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler.” (Gül Tekay Baysan)
Emile Zola 1 yıl hapse mahkum edilir. Ancak dostları tarafından İngiltere’ye kaçırılır. Emile Zola’nın “ Jaccuse…! “ başlıklı yazısı Dreyfus Davası’nda gerici basının yazdıkları nedeniyle kafası karışık olan halk kesimlerinin ve sosyalist aydınların ufkunu açar. Bu yazıdan sonra Emile Zola’nın yanında yer alan Anatole France ve Jean Jaures gibi aydınların da çabalarıyla Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verilir. Bu arada Dreyfus’un avukatı saldırıya uğrar ve yaralanır. Ancak umulanın aksine 1899 yılında yeniden yapılan duruşmada Dreyfus suçlu bulunur ve 10 yıl hapse mahkum olur. Adalet bekleyenlerin umutları söner. Zola “Dehşet içindedir” bu beklenmedik gelişmeden Fransa’nın geleceği adına ürkmektedir. Avukat susturulmuş, savunmanın tanıkları dinlenmemiş, tarihe garip bir iddianame bırakılmış, Fransa dünyaya rezil olmuştur. "Gerçek" tokatlanmış, "adalet" katledilmiştir.
Dreyfus Davası nedeniyle Fransa’ da artan toplumsal huzursuzluk karşısında Cumhurbaşkanı Dreyfus’u affeder.
“ Zola'ya göre Dreyfus davası unutulması değil, anımsanması gereken bir olaydır. O sayede gericilerin maskeleri düşmüş, cumhuriyetçiler ülkelerine sahip çıkmışlardır. "Bugün Fransa gericilerin tuzağından kurtulmuş bulunuyorsa, bunu Dreyfus Davasına borçludur"
Kendisine gelince, bu konuda söyleyeceği söz kalmamıştır; bir yurttaş olarak görevini yapmış olmanın erinciyle kitaplarına dönecektir artık. Yine de "gerçeğin ve adaletin" gelişini umutla bekleyecektir, Beklenen af gelir. Suçlular da masumlar da artık özgürdürler. Zola, kitaplarına döner. Son romanı Gerçek, Dreyfus davasından esinlenir.
Zola 29 Eylül 1902'de, yatak odasındaki şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Resmi kayıtlara kaza olarak geçse de bu ölümün ardında gerici bir örgüt olduğundan kuşkulanılır. Tabutunun ardından 50 000 kişi yürür: maden işçileri, öğrenciler, yazarlar, milletvekilleri. Resmi cenaze töreni yapılamaz çünkü 1888'de legion d'honneur şövalyesi yapılan Zola'nın bu unvanı Dreyfus davası yüzünden askıya alınmıştır. Buna karşın, Zola'nın dört yıl önce hakaret etmekle suçlandığı ordu, onu uğurlamak için bir bölük asker görevlendirir. Anatole France, kabri başında yaptığı konuşmada, adalet uğruna verdiği savaşta bunca acı çeken Zola'ya acımak değil, ona gıpta etmek gerektiğini vurgular. O, "ahmaklık, cehalet ve kötülük"ten oluşan müthiş bir "ahlaksızlık kumkumasına" karşı direnerek yücelmiş, "insanlık vicdanının bir anı" olmuştur. Jaures'in Meclis'e verdiği bir önerge sonucu Dreyfus yeniden yargılanır; 1906'da aklanarak orduya geri döner. ( Gül Tekay Baysan)
21 Temmuz 1906’da orduya geri dönen Dreyfus, "Çok yaşa Dreyfus!" sloganları arasında "Legion d`honneur" nişanı alır. Birinci Dünya Savaşı`na katıldıktan sonra 1935`de ölen Dreyfus, masumiyetini ispat edip, itibarını geri almıştır...
Dreyfus`un itibarını geri aldığı 1906 yılından yüz yıl sonra, 2006 yılında Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ; "Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir" diyerek tarih önünde Dreyfus ve Zola`dan, Fransız ulusundan özür diledi. Ve "Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır" diyen Emile Zola yüz yıl sonra olsa bile haklı çıktı...
115 yıl önce yaşanan bu Dreyfus Davası’nı neden yazma gereğini duyduğumu 13 Mayıs tarihli ilk yazımda açıklamıştım…
“Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. “
Fransa’da 115 yıl önce yaşanan Dreyfus Davası’na benzer davalar bizim ülkemizde de yaşanıyor. Fethullahçı ve gerici basın bu ülkenin tüm muhalif aydınlarını “darbecilik” le suçlayarak mahkemeden önce mahkum ediyor. Ben kendi adıma bu gerici basınının yazdıklarına değil ama bir zamanlar kendini “solcu, sosyalist “ olarak tanımlayan günümüz liberal faşistlerinin gericiliğin hizmetine girmesine ve yazdıklarına kızıyorum. Ne yazık ki bizim Emile Zola gibi gerçekleri şiirsel ifade edebilecek bir yazarımız ve aydınımız yok. Ancak Dreyfus Davasında görüldüğü gibi “gerçek ve adalet” 100 yıl sonra olsa da ortaya çıkıyor…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 HAZİRAN 09
*
DREYFUS DAVASI VE ZOLA – 3
Bu sütunlarda 13 Mayıs ve 20 Mayıs tarihlerinde yayınlanan yazılarımda hukuk tarihinde önemli bir yeri olan Dreyfus Davası’nı, bu davada hukuksal ve siyasal hataların ortaya çıkmasında ünlü yazar Emile Zola’nın katkılarını anlatmaya çalıştım. Bu davanın dönüm noktalarından olan Emile Zola’nın 13 Ocak 1898 tarihinde yayınlanan “ J’accuse …! – Suçluyorum…! “ başlıklı yazısında kalmıştık. Bu hafta E.Zola’nın bu yazısından sonra Dreyfus Davası’nın gelişimini ve sonucunu yazacağım.
“ Zola, "Suçluyorum"u yazarken suç işlediğinin farkındadır; Basın Yasası'nın hangi maddelerini ihlal ettiğini bildirerek kendini ihbar etmiş, kolaysa beni ağır cezada yargılayın diyerek meydan okumuştur. Bakanlar Kurulu, Zola hakkında suç duyurusunda bulunur. Basının sürekli kışkırttığı gericiler, Zola'nın yargılanma süreci boyunca "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler.” (Gül Tekay Baysan)
Emile Zola 1 yıl hapse mahkum edilir. Ancak dostları tarafından İngiltere’ye kaçırılır. Emile Zola’nın “ Jaccuse…! “ başlıklı yazısı Dreyfus Davası’nda gerici basının yazdıkları nedeniyle kafası karışık olan halk kesimlerinin ve sosyalist aydınların ufkunu açar. Bu yazıdan sonra Emile Zola’nın yanında yer alan Anatole France ve Jean Jaures gibi aydınların da çabalarıyla Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verilir. Bu arada Dreyfus’un avukatı saldırıya uğrar ve yaralanır. Ancak umulanın aksine 1899 yılında yeniden yapılan duruşmada Dreyfus suçlu bulunur ve 10 yıl hapse mahkum olur. Adalet bekleyenlerin umutları söner. Zola “Dehşet içindedir” bu beklenmedik gelişmeden Fransa’nın geleceği adına ürkmektedir. Avukat susturulmuş, savunmanın tanıkları dinlenmemiş, tarihe garip bir iddianame bırakılmış, Fransa dünyaya rezil olmuştur. "Gerçek" tokatlanmış, "adalet" katledilmiştir.
Dreyfus Davası nedeniyle Fransa’ da artan toplumsal huzursuzluk karşısında Cumhurbaşkanı Dreyfus’u affeder.
“ Zola'ya göre Dreyfus davası unutulması değil, anımsanması gereken bir olaydır. O sayede gericilerin maskeleri düşmüş, cumhuriyetçiler ülkelerine sahip çıkmışlardır. "Bugün Fransa gericilerin tuzağından kurtulmuş bulunuyorsa, bunu Dreyfus Davasına borçludur"
Kendisine gelince, bu konuda söyleyeceği söz kalmamıştır; bir yurttaş olarak görevini yapmış olmanın erinciyle kitaplarına dönecektir artık. Yine de "gerçeğin ve adaletin" gelişini umutla bekleyecektir, Beklenen af gelir. Suçlular da masumlar da artık özgürdürler. Zola, kitaplarına döner. Son romanı Gerçek, Dreyfus davasından esinlenir.
Zola 29 Eylül 1902'de, yatak odasındaki şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Resmi kayıtlara kaza olarak geçse de bu ölümün ardında gerici bir örgüt olduğundan kuşkulanılır. Tabutunun ardından 50 000 kişi yürür: maden işçileri, öğrenciler, yazarlar, milletvekilleri. Resmi cenaze töreni yapılamaz çünkü 1888'de legion d'honneur şövalyesi yapılan Zola'nın bu unvanı Dreyfus davası yüzünden askıya alınmıştır. Buna karşın, Zola'nın dört yıl önce hakaret etmekle suçlandığı ordu, onu uğurlamak için bir bölük asker görevlendirir. Anatole France, kabri başında yaptığı konuşmada, adalet uğruna verdiği savaşta bunca acı çeken Zola'ya acımak değil, ona gıpta etmek gerektiğini vurgular. O, "ahmaklık, cehalet ve kötülük"ten oluşan müthiş bir "ahlaksızlık kumkumasına" karşı direnerek yücelmiş, "insanlık vicdanının bir anı" olmuştur. Jaures'in Meclis'e verdiği bir önerge sonucu Dreyfus yeniden yargılanır; 1906'da aklanarak orduya geri döner. ( Gül Tekay Baysan)
21 Temmuz 1906’da orduya geri dönen Dreyfus, "Çok yaşa Dreyfus!" sloganları arasında "Legion d`honneur" nişanı alır. Birinci Dünya Savaşı`na katıldıktan sonra 1935`de ölen Dreyfus, masumiyetini ispat edip, itibarını geri almıştır...
Dreyfus`un itibarını geri aldığı 1906 yılından yüz yıl sonra, 2006 yılında Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ; "Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir" diyerek tarih önünde Dreyfus ve Zola`dan, Fransız ulusundan özür diledi. Ve "Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır" diyen Emile Zola yüz yıl sonra olsa bile haklı çıktı...
115 yıl önce yaşanan bu Dreyfus Davası’nı neden yazma gereğini duyduğumu 13 Mayıs tarihli ilk yazımda açıklamıştım…
“Daha önceden genel hatlarını bildiğim bu davayı geçen hafta Türkiye’nin gündemine getiren Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un yazdığı bir kitap ve medyaya yansıyan demeçlerinden sonra tekrar geriye dönüp bu dava ile ilgili bilgileri Türkçe ve Fransızca kaynaklardan araştırdım ve okudum. Gerçekten bu davanın içeriğinden, dava sırasındaki toplumdaki ve medyadaki tartışmalardan, davanın sonucundan herkes için çıkarılacak dersler var. “
Fransa’da 115 yıl önce yaşanan Dreyfus Davası’na benzer davalar bizim ülkemizde de yaşanıyor. Fethullahçı ve gerici basın bu ülkenin tüm muhalif aydınlarını “darbecilik” le suçlayarak mahkemeden önce mahkum ediyor. Ben kendi adıma bu gerici basınının yazdıklarına değil ama bir zamanlar kendini “solcu, sosyalist “ olarak tanımlayan günümüz liberal faşistlerinin gericiliğin hizmetine girmesine ve yazdıklarına kızıyorum. Ne yazık ki bizim Emile Zola gibi gerçekleri şiirsel ifade edebilecek bir yazarımız ve aydınımız yok. Ancak Dreyfus Davasında görüldüğü gibi “gerçek ve adalet” 100 yıl sonra olsa da ortaya çıkıyor…
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ 03 HAZİRAN 09
*
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)