11 Şubat 2010 Perşembe

YENİ YILIN İLK GEZİSİ :
PİRAMİTLER VE KIZILDENİZ !




BU GEZİNİN FOTOĞRAFLARI MART AYINDA
BURADA...

22 Ocak 2010 Cuma


*
Sesleniş

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’ den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi…

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

Cumhuriyet 25.8.1975

18 Ocak 2010 Pazartesi




BLOGUMUN ARŞİVİNDE HRANT DİNK İÇİN 07,08 VE 09 YILLARINDA YAZDIĞIM YAZILAR VE FOTOĞRAFLAR MEVCUTTUR. BU YIL O'NUN İÇİN YAZI YAZMADIM. O'NUN SON YAZISI'NI SİZİNLE PAYLAŞIYORUM...

*****
HRANT DİNK'İN SON YAZISI


Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım.

2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim.

Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.

Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı.

Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

"Türk Devleti adına"

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu.

Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen.

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.

Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.

Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler.

Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?"

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...

İşte size bedel... İşte size bedel...

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...

O noktada hep çaresiz kaldım.

"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

19 OCAK 2007 - AGOS

24 Kasım 2009 Salı

DÖNDÜM !..



40 YILLIK HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİRDİM...

"HİNDİSTAN'IN KAPISI" MUMBAİ'DE BAŞLAYAN BU İLK HİNDİSTAN YOLCULUĞUM 40 GÜN SONRA YİNE MUMBAİ'DE SONA ERDİ. "HİNDİSTAN'IN ANAHTARI" GOA'DA ÇOK RENKLİ BİR AY GEÇİRDİM.

TÜM DOSTLARIMA YENİDEN MERHABA !

HİNDİSTAN ANILARIMI VE FOTOĞRAFLARIMI SİZLERLE BURADA PAYLAŞMAKTAN MUTLU OLACAĞIM.
SİZLERE HİNDİSTAN'DAN ANILARIMIN VE FOTOĞRAFLARIMIN DIŞINDA "SEVGİ VE HOŞGÖRÜ" GETİRDİM.

ŞİMDİDEN GELECEK YILIN HİNDİSTAN PROGRAMLARINI YAPMAYA BAŞLADIM BİLE...

GELECEK YILIN PROGRAMINDA KUZEY HİNDİSTAN VE NEPAL VAR. SONRASINDA İSE YİNE GOA. GOA'DAN SONRA DA KERALA VE SRİ LANKA VAR.

TÜM DOSTLARIMA SAĞLIK VE MUTLULUK DOLU NİCE BAYRAMLAR DİLERİM.

HÜSEYİN AY

24 Ekim 2009 Cumartesi

HİNDİSTAN'DAN MERHABA !!


M.Gandhi'nin ülkesi Hindistan'dan Merhaba !
16 Ekim 09 Cuma günü geldiğim Mumbai'de çektiğim ilk fotoğraf M.Gandhi'nin bu anıtı oldu.
2 gün Mumbai'de kaldıktan sonra 18 Ekim'de Goa'ya geldim. Bir haftadır kuzey Goa'da Candolime Beach'teyim. Pazartesi güney Goa'ya Palolem Beach'e geçiyorum. Goa'dan ilk fotoğrafların örnekleri aşağıda.
Tüm dostlara Hindistan'dan, Goa'dan selam,sevgi ve saygılar...

**
24 Ekim 09 tarihinde buraya koyduğum 5 Hindistan fotoğrafını "FOTOĞRAFLARIM" bölümüne aldım. Yeni Hindistan fotoğraflarımdan örnekleri de FOTOĞRAFLARIM bölümünden izleyebilirsiniz.

Goa, Palolem Beach'ten selam,sevgi ve saygılarımla.

5 Ekim 2009 Pazartesi

NAMESTE (*) HİNDİSTAN

NAMESTE* HİNDİSTAN !

Gel, gel benim gölüme suda yıkanacaksan.
Çıldıracaksan eğer, ölümüne atılacaksan, gel, gel benim
gölüme.
Serindir gölüm, derindir de.
Düşsüz uykular kadar karanlıktır.
Gecelerle gündüzler birdir derinliklerinde, şarkılar
sessizliktir.
Gel, gel benim gölüme dalacaksan. “


( Rabindranath TAGORE Çeviren: Ülkü TAMER )

Hindistan’ın Nobel ödüllü ünlü şairi Tagore ’ un bu dizeleri benim kırk yıllık rüyama yani Hindistan’a yolculuğum için bir çağrıdır. Ancak kırk yıl sonra bu çağrıya uyup nihayet Hindistan’a gidiyorum. Bu yolculuk öncesi duygularımı, heyecanımı siz dostlarımla paylaşmak için bu satırları yazıyorum.

Bu yazıyı yazarken bilgisayarımda Hindistan’ın ünlü müzisyeni Ravi Shankar’ın büyülü sitarıyla çaldığı ezgileri dinliyorum.

Hindistan sinemasının babası Satjayit Ray’in 1955 yapımı “Apu Üçlemesi” nin ilk filmi olan Pather Panchali’deki Apu ve Durka’nın zeytin gözlerini yirmi altı yıldır unutamadım.

Hindistan’ın kurucusu, ulusal önderi, pasifist siyasetçi ve düşünce adamı Mahatma Gandhi’nin şu sözleri de benim Hindistan yolculuğumun nedenlerinden biri sayılabilir :

“ Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı. “



Gandhi ve Tagore bir arada.

İşte benim de son günlerde kendime sık sık sorduğum ve dostlarımın bana sorduğu “ Neden Hindistan ? “ sorusunun da yanıtı olacak bu yazının satır başları. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu satır başlarını açmak, kırk yıllık rüyamın başlangıcını anlatmak ve de hazırlıklarını tamamladığım bu yolculuktan beklentilerimi de paylaşmak istiyorum.

Benim bu Hindistan yolculuğu öncesi heyecanıma eşim ve kızım yakın tanıktır. Benim edebiyat yeteneğimin bu heyecanımı anlatmaya yeterli olmadığını bildiğimden bu heyecanı yaşayan bir edebiyatçının yazısından kısa bir alıntı yapmam da yarar var. Bakın Gülten Dayıoğlu Hindistan yolculuğu öncesi heyecanını nasıl anlatıyor :

Çok uzun yıllardır düşlediğim Hindistan ve Nepal gezisi sonunda gerçekleşti. Hindistan tutkusuna öğrencilik yıllarımda kapılmıştım. Bu tutkunun oluşmasında, belleğime biriken Hindistan’la ilgili bilgilerin çok etkisi olmuştur. Başta Büyük İskender olmak üzere, tarihin en ünlü kralları, padişahları, sultanları, firavunları, kumandanları, kâşifleri, gezginleri neden Hindistan yollarına düşmüşlerdi? Amerika kıtası bile Hindistan’a yeni bir yol aranırken bulunmuştu. Canlarını dişlerine takarak Ümit Burnu’nu aşanlar da Hindistan’a ulaşma tutkusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Tarihin babası, Herodot, Büyük İskender’in görkemli ordularıyla Hindistan’a gidişini öyle bir anlatıyordu ki! Orduyla birlikte bilginler, ressamlar, düşünürler de yollara dökülmüş. Makedonya’dan kalkıp, koskoca Asya kıtasını aşıp, Hindistan’a ulaşmak kolay mı? Hele o günkü koşullarda!.. Ama, onlar bu zoru başarmışlardı. Hindistan, ilk çağlardan bu yana insanların düşü, tutkusu, hedefi olmuştu kısacası. Kimileri bu düşü gerçekleştirmiş, kimilerininse kursağında kalmıştı. Ben de insanım. Ayrıca, kırk yıldır kendi kendime Hindistan düşü kurmamın kimseye bir zararı da yok. İşte bu düşüncelerle, bu tutkuyu yıllarca içimde büyüttüm. Bir gün Hindistan’a gidebilsem türküsünü söyleye söyleye, sonunda o gün geldi. “

Sayın Gülten Dayıoğlu’nun “Hindistan tutkusu” na ben de onun gibi öğrencilik yıllarımda kapılmıştım. 60’lı yıllarda “Hippi” olarak adlandırılan Batı’nın “çiçek çocukları” nın Hindistan’a gitmek için Türkiye’den geçişlerini gördüğümde hep kendi kendime sorardım… “ Ne var bu Hindistan’da ? Bunca insan neden Hindistan’a gidiyor ? Acaba bir gün bende Hindistan’a gider miyim ? “

70’li yıllarda Sultanahmet’te o yılların Hindistan yolcularını gördükçe Hindistan merakım giderek arttı. Bu merakım 80’li yılların başında Paris Sinametek’ inin düzenlediği “Hindistan Filmleri Toplu Gösterimi” kapsamında gösterilen 120 filmden yarıdan fazlasını izlemem, bir anlamda Hindistan Sineması’nı tanımamla bu merak tam anlamıyla bir tutkuya dönüştü. Hindistan Sineması diye bildiğimiz olay 60’lı yıllarda yazlık sinemalarda izlediğimiz sadece Raj Kapoor ve “Avare” değildi.

Bizde tanınmayan ama o yıllarda Batı’nın tanıdığı Satjayit Ray isimli bir yönetmen vardı ki insanı tek başına “Hindistan Tutkunu” haline çeviriyordu. Satjayit Ray’in bütün filmlerini gördüm. Satjayit Ray’in “Apu Üçlemesi” nin ilk filmi olan ve 56’da Cannes Film Festivali’nde “En Büyük Ödülü” alan “Pater Panchali” filmi ise muhteşem bir baş yapıttır. Bu filmi izledikten sonra filmin küçük kahramanları Apu ve Durka’yı, anne ve baba ile yaşlı “babaanne” rolündeki oyuncuyu unutmak mümkün mü ? Bu filmi kaç defa izlediğimi anımsamıyorum. Ravi Shankar’ın müziği ile bataklık sahnesi, yağmurda ıslanan Durka’nın hastalanıp ölmesi, annenin açlığa ve yoksulluğa karşı direnişi gibi unutulmaz sahnelerini iyice ezberlemiştim. Bu yazının içine filmin yönetmeni Satjayit Ray’in ve beni etkileyen oyuncuların bulabildiğimi fotoğraflarını koyarak siz dostlarımla da paylaşmak istiyorum.



Pather Panchali filminden...

Hindistan Sineması’nı tanımamla ben de meraktan tutkuya dönüşen Hindistan üzerine bu kez okumaya başladım. Hindistan’ı daha önce gezen gezginlerin anılarını ve izlenimlerini de okudum.

Okudukça öğrendim ki Hindistan sadece Asya’da bir ülke değil bir “Kıta-Ülke”. Nüfus yönünden Bir Milyar Üçyüz Milyon nüfusu ile dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi. Nüfusu İki Milyonun üstünde yirmiden fazla şehri olan Hindistan’ın en kalabalık şehirleri ise Mumbai ( Eski adı Bombay), Yeni Delhi (Başkent) ve Kolkata ( Kalküta) dır.

Kıta-ülke Hindistan için o kadar çok yazılacak bilgi var ki… Özetlemek gerçekten zor. Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden ama yoksulluğun en yoğun yaşandığı ülke olmasına mı değinmeli. Tekstil sektöründeki öncülüğünden mi yoksa bilgisayar yazılımları ve bilimsel araştırmalardaki başarılarına mı değinmeli. En eski çağlardan beri ticaret yollarının son noktası Hindistan olması, başta Amerika kıtasının keşfi olmak üzere dünyada keşiflerin hedefinde de gizemli Hindistan’ın olması sadece tesadüflerle açıklanabilir mi ? Ayrıca Timur Han’dan Babür Şah’tan, Büyük İskender’e kadar fatihlerin; başta İngiliz ve Portekiz sömürgecilerinin hedefi de hep Hindistan’dır. Bu açıdan Hindistan’ın tarihi de oldukça ilginçtir.

Hindistan’ın en ilginç özelliklerinden biri de dinler ve dillerdeki çeşitliliği ile zenginliğidir. Kesin sayı bilinmemekle beraber Hindistan’da 800’den fazla farklı dilin ve bir o kadar farklı dinin olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmeyen ve sadece Hindistan’a özgü bu farklılıklar Hindistan toplumunun kültürel yönden de ne kadar zengin ve hoşgörülü olduğunun da bir göstergesidir. Hindistan hakkındaki ansiklopedik bilgilere isteyen herkes internetten ulaşabilir. Bu nedenle bu yazıyı bu bilgilerle doldurmak istemiyorum.

Hindistan’a turist olarak gitmenin iki yolu var. Ya Hindistan’a tur düzenleyen şirketlerden birinin programına katılarak sadece gösterilen kentleri ve yerleri rehber eşliğinde hızla dolaşmak; Ya da bireysel olarak kendi kafana göre istediğin kentte istediğin kadar kalarak özgürce dolaşmak… Turizm şirketlerinin düzenlediği Hindistan turlarının süreleri genellikle 7-10 gün arasında değişiyor ve sadece Kuzey Hindistan’ı kapsıyor. Kuzey Hindistan’da gidilen-gezilen şehirlerde sadece Delhi, Jaipur, Agra ve Varanasi oluyor. Hatta bu süreye 1-2 günlük Nepal-Katmandu gezisi de ekleyen turlarda var.

Hindistan’daki yaşamı ve turistik mevsimleri muson yağmurları belirliyor. Tropikal iklimlerin bir özelliği olarak bu yağmurlar Hindistan’da Nisan-Eylül arasında etkili olduğundan Hindistan turları da genellikle Ekim-Mart ayları arasında yapılıyor. Bizim yaz mevsiminde “yüksek sezon” dediğimiz Temmuz-Ağustos ayları Hindistan için Aralık-Ocak aylarına denk geliyor.

Benim Hindistan gezime gelince… Önce Eylül ayı içinde bir turizm şirketiyle 10 günlük Kuzey Hindistan ve kendi olanaklarımla bir hafta Nepal-Katmandu, bu sürenin bitiminde ise yine kendi olanaklarımla Batı Hindistan’ın Goa bölgesinde bir ay geçirmeyi planlamıştım. Ancak bu planlamanın Kuzey Hindistan-Nepal bölümü zorunlu olarak gelecek yıla ertelenince kendi olanaklarımla Goa programını uygulamaya koydum. Hindistan’ı bu ilk keşif gezimin hazırlıklarını tamamladığım programına göre 15 Ekim’de Hindistan’ın en büyük kenti olan Mumbai’ye (Bombay) gidiyorum. İki gün bu kentte kaldıktan sonra Goa bölgesine geçeceğim. Goa’nın Candolim-Calangute, Palolem, Anjuna ve Panjim plajlarında bir aydan fazla bir zaman geçirdikten sonra tekrar Mumbai’ye dönüp 4 gün daha bu kenti ve çevresini gezdikten sonra Kasım’ın son haftasında döneceğim.

Yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Batı Hindistan’da Arap Denizi sahillerinde Mumbai’nin 300 km. daha güneyinde olan Goa Bölgesi Hindistan’dan oldukça farklı bir bölgesi. Siyasi olarak, Hindistan İngiliz sömürgesi iken sadece Goa Portekiz sömürgesi imiş. Hindistan 47’de bağımsızlığına kavuşurken Goa ancak 64 yılında Portekizlilerden kurtulabilmiş. Goa Bölgesi Arap Denizi kıyısında 100 km.lik bir sahil şeridine dizilmiş onlarca plajdan oluşan bir bölge. Yerel halkın geçimi balıkçılık ve turizmden. Goa’da her bütçeye uygun otel ve konukevleri var.

Hindistan’ın bu bölgesine insanlar değişik amaçlar için gidiyorlar. Ticaret, eğlence, dinlence… Ben bu kültürü tanıma, keşfetme, fotoğraf çekmek ve dinlence amacıyla gidiyorum. Eğer anlatılanlar doğruysa gelecek yıllarda daha uzun süre Hindistan’ın bu bölgesinde konaklamayı da düşünüyorum. Bu Hindistan’ı ilk keşif gezimin iyi geçmesini bekliyorum.

Hindistan dönüşünde gezi izlenimlerimi ve fotoğraflarımı siz dostlarımla bu blogda paylaşmak kuşkusuz keyifli olacak. Goa’daki internet olanaklarına göre kısa gezi notlarımı ve çektiğim fotoğrafları bloguma koymaya çalışacağım. Kasım sonunda görüşmek üzere şimdilik hoşça kalın, esen kalın.

(*) Nameste, Hintçe “Merhaba” demek.